“Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem”
Kasideleriyle bugüne de ışık tutan Fuzûlî, kendini bir padişah kadar fakir görürken bir yanda nefsini kefeye koyup onu dilenci makamına indiriyor. Mala mülke kıymet vermemekle de özdeşleşen dilencilik, pek çok manasıyla üzerine en çok kafa yorulan, belki de tarihin en eski mesleklerinden biri.
İslam Ansiklopedisi’nde “dilenci” maddesi iki bölümde işleniyor ve hadislerde dilenciliğin övülmediğine dikkat çekiliyor: “Hz. Peygamber, prensip olarak en temiz kazancın el emeği ve alın teriyle sağlanan kazanç olduğunu vurgulamıştır (bkz. Wensinck, Miftâh. u künûzi’s-sünne, “su’âl” md.). Resûl-i Ekrem’in, yeni Müslüman olan bazı kimselerden Allah’ın birliğine inanıp O’na ibadet etmeleri ve namaz kılmaları yanında dilencilik yapmayacaklarına dair söz alması (bkz. Müslim, “Zekât”, 108; İbn Mâce, “Cihâd”, 41; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 27), İslâm’ın dilencilik karşısındaki tavrını göstermesi bakımından ilgi çekicidir.”
Allah’tan gayrısından istemek ve beklemek inancın doğasına aykırı bulunsa da kibri kırmak ve nefsi terbiye etmek için dilenmek, tasavvufta başvurulan yöntemlerden biri. Yine bu bahis İslam Ansiklopedisi’nde şöyle anlatılıyor:
“Bişr el-Hâfî üç çeşit derviş bulunduğunu söyler. Bazıları ne dilenir ne de verileni alır; bazıları dilenmez, ancak verilince alır; bazıları da zaruret hâlinde ihtiyacı kadar dilenir (Ebû Tâlib el-Mekkî, II, 195; Sülemî, s. 47). Sûfîlikte aslolan, Allah’tan başka hiç kimseden hiçbir şey beklememek ve istememektir. Bundan dolayı Râbia el-Adeviyye gibi sûfîler, belli bir mertebede Allah’tan kendi zâtından başkasını istemeyi uygun bulmamışlardır. Bununla beraber mecburiyet karşısında dilenenlerin davranışlarını düzenleyen birtakım kurallar da konulmuştur. Buna göre ihtiyaç içinde bulunan fakir önce sabreder, dilenmez, mecbur olunca sadece zaruri ihtiyacını karşılayacak kadar dilenir; helâl yoldan kazananlardan yardım ister, dilenmeyi âdet ve meslek hâline getirmez; kendisine yardım edeni övmez, vermeyeni de yermez; verilenin ihtiyaçtan fazla olan kısmını tasadduk eder (Ebû Tâlib el- Mekkî, II, 195; Gazzâlî, IV, 206).”
Zühd ve takva konusunda “Ne nasıl istenir?” meselesine ilişkin en iyi örneklerden birini Şakîk-i Belhî ve İbrahim bin Edhem’in sohbetinde görüyoruz. Şakîk-i Belhî Hazretleri’nin “Geçim hususunda ne yaparsınız?” sorusuna İbrahim bin Edhem, “Bulunca şükreder, bulamayınca sabrederiz” diye cevap verir. Şakîk-i Belhî bu cevabı, “Horasan’ın köpekleri de böyle yapar” diye karşılar. Bunun üzerine İbrahim bin Edhem sorar, “Ya siz ne yaparsınız?” Şakîk-i Belhî’nin cevabı, “Bulursak şükredip infâk eder, bulamadığımızda yine şükredip sabrederiz” olur.
Dilenci dervişlerin varlığı yüzyıllar boyunca İslam coğrafyasında sürmüş. Ortaya çıkan dilenciler, kendilerine mahsus kıyafetleri, verilen iaşeleri doldurdukları keşkülleriyle bir yere bağlı kalmaksızın yaşamış, geçimlerini dua ve ilahiler okuyarak sağlamıştır.
İstanbul, bu zümrenin en ilginç örneklerini bünyesinde barındıran şehirlerin başında geliyor.
"BANA MAVAL OKUMA"
Senaryosunu Sadık Şendil’in yazdığı, yönetmenliğini Ertem Eğilmez’in yaptığı 1977 tarihli Şaban Oğlu Şaban filminde Kemal Sunal ve Halit Akçatepe âmâ kılığında evleri gezerek istihbarat toplamaya kalkışır. “Ben kör genç bir dilenciyim, sokak sokak gezerim, beni gören zenginlerden birazcık yardım isterim” şarkısı eşliğinde dilenen ikili sonuçta muvaffak olamaz ama dilencilik kültürü hakkında bir fikir kazanmamıza yardımcı olur.
İstanbul dilencilerinin gazel okuması bir hayli eski bir gelenek. Hatta bugün kökeni çoktan unutulsa da “maval okumak” diye kullanılan deyim buradan geliyor. Hayatın evlerde ve avlularda yaşandığı bir dönemde, dikkati sokağa çekmek için dilenciler ilahiler, gazeller okuyarak gezmeyi âdet edinmiş. İstanbul’a özellikle ramazan ayında gelen ve Arapça ilahiler, yani Arapça ismiyle “maval” okuyarak gezen dilenciler, gündelik hayatta lüzumsuz ya da mesnetsiz konuşanlar için kullanılan bir deyime de kaynaklık ediyor: “Maval okuma!”
Refi Cevad Ulunay, Sayılı Fırtınalar eserinde “(...) maval okumaya kalkışıyorlar ona. Neymiş de nezaketi elden bırakmamalıymış” diye kullanıyor bu deyimi. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey de 1921 yılında Peyâm-ı Sabâh için kaleme aldığı yazısında bu konuyu şöyle anlatıyor:
“İstanbul’da dilenciliği sanat ittihaz [tutan] etmiş olanlar iki nev’idir [sınıftır]. Nev’-i evveli [birincisi] daimi, nev’-i sânisi [ikincisi] muvakkat [geçici] dilencilerdir. Nev’-i evvele mensup olanlar yerli dilenciler olup, altmış yıl akdem [kıdem/önce gelen] icra olunan tahrîr-i nüfûsta [kaydedilmiş] Müslim ve gayrimüslim mikdâr-ı umûmisi [önemli miktarı] 2700 nefere baliğ [erişkin] olduğu anlaşılmıştır. Taşralı muvakkat [geçici] dilenciler bu hesaba dahil değildir. Binaenaleyh mikdarı da gayrimuayyendir [belirsiz]. Dilencilerin tarz-ı tese’ülleri [dilenme tarzları] muhteliftir. Bir takımı kasidecidir. Mahalle aralarında, cami avlularında dolaşır, bülent avazıyla kaside ve maval okurlar. Gözlerinde âmâ olanlar, gözlüler yedeğinde gezerler. Bu körlerin münferiden [tek başına] gezenleri de vardır. Böyleleri âmâ oldukları halde İstanbul’un tenha ve cemiyetli sokaklarını tamamen bilirler. Gezerken bir dakika ağızları durmaz, muttasıl söylerler. Bu kasidecilerin ekserisi Arap’tır. Arap olmayanların lisanları Arap şivesini taklit eden Kıptîlerdir.”
Cemâleddin Server Revnakoğlu, dilencilerin şarkı konusundaki maharetinin İstanbul halkının müzik zevkini etkilediğini söylüyor:
“Çoğu gözü kapalı, fakat kulağı delik insanlardı. Kendilerine mahsus melodileri, repertuvarı hatta edebiyatları vardı. Bu yıllanmış dilenciler başka günlerde neler okumazlardı ki… İstanbul halkı bilhassa mahalle aralarında oturanlar Yunus’u asırlarca bunların ağzından dinlemiştir: ‘Hak Çalabım Hak Çalabım senden başka yok Çalabım/ Günâhlıyız yarlıgagıl [bağışla] ey rahmeti çok Çalabım’ yahut ‘Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü/ Hem içinde burâkları bakar Allah deyü deyü/ Salınır tûbâ dalları tâze açar gülleri/ Her dalında bülbülleri öter Allah deyü deyü.” Yine Revnakoğlu, verilen sadakanın az bulunması hâlinde musiki eşliğinde bir mâni daha söylediklerini ekliyor: “Heydir azdan sonra yazdır sultânım/ Ördeğin babası kazdır sultânım/ Gönderdiğiniz bahşiş azdır sultânım/ Arkadaşım âmâ ben kör geldim...”
KÖLE PAZARLARININ KIYMETLİLERİ
İstanbul’un dilenciler için bir cazibe merkezi oluşu, Bizans dönemine dayanıyor. Farklı milletlerden insanları bir araya getiren ve yüzyıllar boyunca ticaret yapılan şehir, dilenciler için de önemli bir gelir kapısı.
Bizans döneminde gezici dilencilere rastlanırken Osmanlı döneminde bir dilenci loncası ihdas ediliyor. Evliya Çelebi, XVII. yüzyıl ortalarında İstanbul’da dilenci esnafına mensup 7 bin kişi bulunduğunu, pirlerinin ise Şeyh Hafi olduğunu kayıt düşmüş. Osmanlı İstanbul’unda dilencilik, gerçekten muhtaçlık hâlinde kabul görüyor. Bakacak kimsesi olmayan, iş yapamayacak kadar ihtiyar, iş göremeyecek kadar sakat, kör, kötürüm olmayanların dilencilik yapması kanun eliyle yasak. Ancak buna rağmen sık sık asayiş sorunları yaşanmış, loncaya bağlı olmayanlara, nizama aykırı hareket edenlere cezalar uygulanmış. “Dilenci iratçıları” olarak anılan ve dilencilerin kazancından kâr elde edenler de yine önlenemeyen konulardan. İbrahim Hakkı Konyalı mesela, II. Selim zamanında İstanbul esir pazarlarında kör, topal, kambur, sarsak, veremli, cüzzamlı köle ve cariyeler için çok yüksek bir piyasa olduğunu yazıyor: “Pırlanta gibi Çerkes cariyelere ve tuttuğu taşın suyunu çıkaracak kadar kuvvetli kölelere kimse para vermiyordu. Fakat bir kötürüm cariye veya köle, mezatta inanılmayacak kadar yüksek bir fiyata müşteri buluyordu.”
ENVAİÇEŞİT DİLENCİ…
Bu kadar renkli ve çeşitli bir şehirde dilencilerin sıradan olması elbette düşünülemez. İstanbul dilencileri başka şehirlerdeki emsallerinden, dilenme usulleri, davranış biçimleri, giyimleri açısından pek çok farklılık gösteriyor. İçlerinde ünlü olanlar olduğu kadar, yalnızca belli yerde dilenmeyi âdet hâline getirenler de var.
Şehzadebaşı’ndan Vefa’ya inen yol, dilencilerin en çok bulunduğu yerlerin başında geliyor. Galata Köprüsü de vazgeçilmez mekânlardan biri. Ancak Eyüp Sultan, Sümbül Sinan, Merkez Efendi, Aziz Mahmut Hüdayi gibi yerlerin dilencisi bu cemiyetin en seçkin ve imtiyazlı üyeleri. Önüne gelen buraya “tezgâh” açamıyor, kimseye ihtiyaç kalmadan bizzat oranın gediklilerince savuşturuluyor.
1900’lü yıllarda Çolak Ali Bey, Sarhoş Derviş, Âmâ Hafız ismiyle namlı dilenciler tanınıyor. 1860’ta İstanbul’da 2 bin 700 dilenci tespit edilmiş. Dilencilik konusunda zaman zaman sert önlemler alınıyor, halkın şikâyetleri doğrultusunda çareler aranıyor.
1871’den itibaren “İstanbul Mektupları” kaleme alan Basîretçi Ali Efendi, bu konuda sıklıkla yazanlar arasında. Çocukların dilendirilmesi meselesine işaret etmiş:
“Sokaklarda çırılçıplak birtakım çocuklar görüyoruz. Bunlardan bazısı bir gün, oldukça ihtiyacını def’e kâfi elbise içinde görünür iken bir de ertesi gün yine yalın ayak başı açık dileniyorlar. Bendeniz bu hali merak edip tatkik ettim. Meğer bazı erbâb-ı merhamet bunlara elbise alır ve iksâ eyler imiş de peder ve validesi soyup Bitpazarı’nda satarlar, ertesi günü yine çıplak salıverirler imiş.”
Bu meseleye ilişkin sık sık Zaptiye Nezareti’ne dilekçe verdiğini de söyleyen Basîretçi Ali Efendi, bir başka yazısında da sık sık başka cephelerde savaşan Osmanlı ordusunun, ahlaken bozulmuş bu insanlardan olumsuz etkileneceği endişesiyle şunu ekliyor: “Nasıl esef olunmasın [Nasıl üzülmeyelim]?! Bunlar ileride vatanın hizmet-i mukaddese-i askeriyede [orduda asker olarak görev aldıklarında] bulunacaklarından, bu yolda gördükleri muâmele-i tahkîriyyeye [kötü muameleye/aşağılanmaya] alışarak ahlâk-ı mâderzâdları [aile ahlakı almış insanları] bozulacağı şüphesizdir.”
Basîretçi Ali Efendi’nin dile getirdiği şikâyetler, farklı kaynaklarda da karşımıza çıkıyor. Dilenciler arasında bazı türler var ki halk da onlardan yaka silkmiş, şikâyet konusu olmuş. Iskatçılar bunların başında geliyor. Dilenci grupları içinde “en şereflisi” diye tanımlansalar da cenaze defni sırasında mezarlıklarda dilenen ve cenaze kaldırılırken para almak gayesiyle taşkınlığa sebep olan ıskatçılar hakkında arşiv kayıtlarına düşen şikâyetler bulunuyor. Buna göre cenaze defni sırasında cenaze sahiplerine hücum ederek ısrarla ve âdeta zorla para ve eşya istedikleri, vermeyenlere sövdükleri, yapılan uyarılara karşılık vermeyince kovuldukları ve karakola düştükleri yazıyor. Iskatçılar, “Mortçular” olarak da biliniyor.
Bir başka gruba da sebilciler adı verilmiş. Kibar giyinen, sebillerin önünde başlarında yeşil bir sarıkla dilenen bu insanlar da zaman zaman “Şu sebil benim şurası senin” diyerek kavga çıkardıklarından, rahatsızlık konusu olmuşlar.
Refik Halid Karay, Yeni İstanbul gazetesinde 5 Şubat 1958’te yazdığı makalede şöyle diyor:
“Eski hâliyle İstanbul gerçekten dilencilerin cenneti idi; işler her sokak başında bir dilenci mekân kurmuştu. Hem bunlar şimdikiler gibi yer değiştirmezler, yerlerini başkalarına kaptırmazlardı. Âdeta ‘ba tapu’ [tapusu olan ve tapu ile tasarruf olunan] o noktaların sahibi idiler; polis bu hakkı tanımıştı. Mesela Eminönü civarındaki Arpacılar mescidi methalindeki [girişindeki] loşlukta duran uzun boylu, müeddeb [uslu] tavırlı, efendiden bir dilenci tanırdık; çocukluğumda orada idi, gençliğimde de… Biri beş, öbürü çok uzun süren gurbetlerimden dönüşte centilmen dilenciyi hep o yerde buldum; galiba ömrünü orada tamamladı, hem de yakın tarihte!”
Bazı dilencilerin yaptıkları bugünle benzer özellikler taşıyor. Mesela Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in anlattığı şu yönteme bakalım: “Bir kısmı ise camilerde namaz kılmakta olanların önlerine (mekânın cennet ola) ibaresi yazılı beyit şeklinde küçük kâğıtları bir baştan bırakıp öteki baştan toplarlardı.”
Yine Ali Rıza Bey, ramazan ayında artan faaliyetleri şöyle özetlemiş: “Akşamlan iftar maksadıyla konakları dolaşır, pervasızca sofralara çökerler ve sonra da (diş kirası) namıyla para isterlerdi. İstanbul dilencilerinin bu yakışıksız hareketleri sonradan hükumetçe göz önüne alınarak hususi bir (Darülaceze) tesis edilmişti. Ama ne var ki son zamanlarda yine türeyip ürediler.”
Mevsimlik dilenciler, yalnızca muharrem ayında dilenen goygoycular, Ramazan vesilesiyle farklı yerlerden İstanbul’a akın edenler derken liste uzayıp gidiyor…
Ancak bir çeşit dilenci var ki bu da ancak İstanbul’a yakışır. Revnakoğlu’nun kayıt altına aldığı bu dilencilik çeşidine “deniz dilenciliği” deniyor: “Şeyh Mehmed Keşfî Efendi merhumun Adile Sultan’a ‘deniz dilenciliği’ denilen hususî mahiyette duacılığı da vardır. Bir kayık tutar, denizde saraya karşı kaside ve na‘t-ı şerîf [Hz. Muhammed’in vasıflarını överek anlatan manzum veya mensur eserlere denir.] okur, dua eder ve ihsan alırdı. Plevne kahramanı Osman Paşa ile Müşir Edhem Paşa’nın tezkiyelerinde dua etmiştir.”
Yine İstanbul kültüründe, “dilenci vapuru” olarak yer etmiş bir kavram karşımıza çıkıyor. İki yaka arasında zikzak çizerek farklı iskelelere uğrayan bu vesait hem ıskartaya çıkmak üzere olan eski vapurlardan seçildiğinden hem de heybesini dolduran dilenci gibi yolcu toplaya toplaya gittiğinden bu isme layık bulunmuş.
Dilenciler bugün de İstanbul’da varlıklarını sürdürüyor. Ancak sokaklardan “Yemen illerinde Veysel Karani” ilahisi söyleyerek geçenler tarihe karıştı nicedir…