Unutulan yıllar

19 Kasım 2023 - 11:04

Yılın sonu gelmiş, bu yaz denize bile giremedim. Bundan önceki iki yaz da yüzememiştim, neyse artık başka bir yolunu bulacağım, o da benim derdim olsun. Evde Deniz’le konuşurken bir ara “2000’de İstanbul’a deli gibi kar yağmıştı, hatırlıyor musun?” dedi… “Barbaros Bulvarı’nda araçlar mahsur kalmıştı” dedi… Hayal meyal hatırlayabildiğimi fark ettim. Hafızam kendimi bildim bileli iyi değildi. Mesela kimlik numaramı ezbere söyleyemem. Hoş hiçbir vatandaşın da kimlik numarasını ezberlemesi güzel değil ama işte dediğim gibi ezberle aramın ne kadar kötü olduğunu anlatıyorum. Çocukluğumdan beri geçmişte kalan şeyleri hızlı bir şekilde unutuyorum. İşin tuhafı çok da meraklıyım. Sürekli yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyorum, öğrendiklerim benimle kalıyor ama anılarım yok olup gidiyor. Bu yüzden çocukluktan beri her gün ne yaptım, ne ettim günlüğüme yazarım. Umarım ben öldükten sonra kimse günlüklerimi okumaz. Aslında öldükten sonra pek bir şeyi takacağımı da düşünmüyorum ama ölünce bile utanabilirim gibi geliyor bazen. Günlükteki maddelere şöyle bir örnek vereyim: Mesela 82 senesinde bir yaz günü “Cenk bana oynamaya gelmesin diye ben ona gittim” yazmışım. Malum Cenk’in legoları çok daha güzeldi. Daha o yaşta sinsiliğe başlamışım, rezalet…

Hazır yıl sonu da gelmişken ben de geçmişimden neler hatırlıyorum bir derlemek istedim. Belki de bir süredir tutmadığım bir günlük, İstanbul’da yaşadığım ilginç anların bir toplaması gibi bir seçki yapmak istedim.

Zihnimi biraz odaklayıp 2000’lerin başındaki o acayip kar yağışını zar zor da olsa hatırlayabildim. O zamanlar Yıldız Teknik Üniversitesi’nde mimarlık okuyordum. Barbaros Bulvarı’nın ortasındaki ışıkların orada, sanırım ülkedeki nadir ahşap barok camilerden birinin sokağında, bir çöp evde oturuyorduk. Apartmanın ve ev sahibimizin adı Yusuf Bey’di. Yusuf Bey’i sokakta görseniz evsiz ya da dilenci zannederdiniz. Dişleri eksik, pantolonunu kemer yerine bir uçkurla bağlamış, elinde yüksek sesle tuhaf müzikler çalan bir radyo olan, kambur, sallana sallana yürüyen bir insandı. Telefonu yoktu. “Apartmanda bir şey olursa sizi nasıl bulacağız?” diye sorduğumuz zaman “Ben sizi bulurum” demişti. İşin ilginci, ne zaman bir sıkıntı olsa Yusuf Bey, âdeta bir goblin gibi ortaya çıkıyordu. Bütün apartmanın sahibi olmasına rağmen fakir gibi takılmasına takılmadan edemiyorduk. O kış İstanbul’un uzun süredir gördüğü en büyük kar yağışlarından biri yaşandı. Bulvarın üzerinde yolda kalan arabalar, neredeyse tamamen karla kaplanmıştı.

Her yer tatil olmuştu zaten. Herhangi bir yere gitmek için kutup kâşifleri gibi kat kat giyinip birkaç kişilik ekiplerle yola çıkabiliyorduk. Serencebey’den Deniz’le Nursel’in Beşiktaş Çarşı’nın içindeki evine bile 20-30 dakikada zar zor ilerleyebiliyorduk. Acaba sokak hayvanlarına ne olmuştu o karda? Anca aklıma geliyor.

Kar denince Heybeli’de çocukluğumdan hatırladığım yağışlar var. 80’lerde de sağlam kar yağıyordu. Ada’nın yokuşlu yapısı sayesinde neredeyse her sokak bir kayak pisti oluyordu. Orada kışın kar yağışı çok güzel olur. Zaten motorlu araç yok, hava tertemiz, daha 80’lerdeyiz, deniz de tertemiz, her yer sessiz ve bembeyaz… Adalılar İstanbul’a “karşı” derler. İstanbul Ada’da oturan için hep karşısında olan bir şeydir. Anadolu Yakası’nın Avrupa’ya “karşı” demesi gibi… Aslında diğeri de öbürüne “karşı” diyor. Bildiğin ayrımcılık yani… Büyük bir bahçemiz vardı Ada’da. Ev çok küçüktü ama bahçenin maşallahı vardı. Pazarın alt kısmında, Rum Okulu’nun çaprazındaki büyük bahçeli ev. Hâlâ gidip görebilirsiniz. Ev çok eskidi ama bahçe hâlâ bahçe. Hatta bu yaz bir müzik festivali yapıldı bizim eski evin bahçesinde. Çok da hoşuma gitti, büyüdüğüm evin yakınlarında müziğin insanları bir araya getirmesi. İşin komiği şimdi de Müze Gazhane’nin tam karşısında oturuyorum. Sizlere bu satırları yazarken önümde aşağıda müzisyenler sahne kuruyor, sesleri kontrol ediyor. Bir şekilde müzik hem içimde hem dışımda hayatım boyunca. Çok şanslıyım herhâlde…

Ada’daki çocukluğum sırasında hatırladığım bir güzellik de Savarona’ydı. Narin beyaz gövdesi, yumuşak sarı bacalarıyla harika bir gemiydi. Ada’ya geldiği zaman sahilin açıklarına demirler, o zamanlarda ben de hemen sahildeki beton bloklara oturup uzun uzun Savarona’ya bakardım. Bir gün annemle karşıya geçecekken Savarona’dan dumanların çıktığını gördük. Gemi yanıyordu! Geminin güvertesinde koşturan askerler, denize atılan bir şeyler vardı. Neyse ki yangın çok fazla büyümeden, kontrol altına alındı… Bir keresinde de bisikletle ada turu yaparken uzaklardan Paşabahçe’yi gördük… Sürekli Ada’da oturunca vapurları çok uzaktan tanıyabiliyorsunuz. Ben iki kız kardeş olan Dolmabahçe ve Fenerbahçe’nin tasarımını Paşabahçe’ye göre biraz daha agresif ve sivri bulduğumdan daha çok severdim (Fenerbahçe’yle Dolmabahçe arasındaki fark ise çok basitti. Baş tarafta demirin olduğu yuva birisinde siyah, diğerinde beyazdı. Bu sayede çok uzaktan bile iki kardeşten hangisinin geldiğini görebiliyordunuz). Paşabahçe de sağlam vapurdu.

Bir de 26 Mayıs 1993 senesinden vapur kazası gelsin o zaman. O yıllarda İstanbul’da stadyum konserleri başlayacaktı. Hatta o furyanın başladığı anda yani Guns’n Roses konserindeyiz (Grubun solisti Axl Rose’un Moda’daki evime dert yanmaya geldiğini daha önce bir yazımda anlatmıştım, hatırlayan hatırlar). Ön grup desen Queen’in muhteşem gitaristi Brian May’in ekibi. Davulda Rainbows’un hastası olduğu davulcusu rahmetli Cozzy Powell var, aklımızı yitiriyoruz. 17 yaşındayım ve stadyum konserindeyim! Şimdiki gençler için üzgünüm. Neyse konser bitti, aklımızı yitirdik tabii, Dolmabahçe’nin önünden Kadıköy’e motorlar var. Girişimci ruhlu motorcular ellerini ovuşturarak konserden çıkmış rakçıları az biraz fahiş bir ücret karşılığında Kadıköy’e taşıyor. Hâliyle stadyumdan çıkan binlerce kişi olduğu için bir sürü tekne dolup dolup kalkıyor. Kadıköy’e yaklaştığımızda karşı koltuklarımızda oturanların birden ayaklanıp sağa sola kaçıştığını fark ettik. Kafamı arkaya yani deniz tarafına çevirdiğimde ne göreyim? Şehit Adem Yavuz! Motorun üst katında tam benim oturduğum sırtlık noktasına çok yavaş ama hiç de hızı azalmadan çotanaaaak diye girdi. Deniz kazalarında ataletten dolayı böyle oluyor hep, kaza başlıyor ve uzun uzun devam ediyor. Neyse ki kıyıya çok yakındık, motorun şekli şemali kaydı, ortadan ucu sivri bir ayakkabıyla basılmış bir pasta gibi oldu, bize bir şey olmadı. Hayattayız çok şükür.

Daha çok şey var, unutulmadan yazılması gereken, umarım siz de yaşadıklarınızı benim gibi unutmazsınız.

Kaan Sezyum
Sezyum
Mizah
İstanbul
Adalar
Savanora
Paşabahçe Vapuru
Fenerbahçe
Sayı 016

BENZER

2010 yılında ODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu’ndaki bir grup öğrenci Türkiye’de çok ses getirecek bir oluşumun parçası oldular. Çağrı Mert Bakırcı liderliğinde temeli o zamanlarda atılan Evrim Ağacı bugün Türkiye’nin en göz önündeki çevrimiçi bilim platformu. 13 yıllık yayın hayatına 11.000 makale, Soru & Cevap Platformu’nda sorulmuş 34.500 küsur soru ve 30.000’e yakın cevap sığdıran Evrim Ağacı’nı, bilim anlatıcılığını, Türkiye’de ve dünyadaki bilimsel gelişmelerin durumunu Bakırcı ile konuştuk.
Telefon, icadından beş yıl sonra İstanbul’a gelir. 1911 yılında telefonu sadece bürokrat ve memurların değil halkın da kullanacağı bir çalışma başlatılır. 1 Temmuz 1929’da İstanbul, Ankara ile ilk kez telefonla konuşur. İlk zamanlarda telefon abonesi olmak bir lükstür. Bu durum 1980’li yıllara kadar pek değişmez…
Türkiye’de basketbolun sevilmesinin ve zamanla futboldan sonra “ikinci spor” durumuna gelmesinin temelini atanlar, 1920’li ve 30’lu yıllarda bu spora gönül veren İstanbullu bir grup genç basketbolcuydu. Bu gençlerden biri de, Robert Kolej takımının kaptanı Rupen Semerciyan’dı. İlerleyen dönemde koçluk yapan ve çok sayıda genç sporcu yetiştiren Semerciyan, basketbol milli takımımızın da ilk antrenörüydü. 1944’te Amerika’ya yerleşen ve bu tarihten sonra hakkında neredeyse hiç bilgi bulunmayan Semerciyan’ın izini spor tarihi araştırmacısı Mehmet Yüce sürdü.