Hayvanlarla şefkat bağı

28 Kasım 2023 - 10:32

“Serçe dutar gibi dutardı tavukla kazı Gendü akrânı gibi şîr-ile ederdi bâzı (Tavuk ve kazı serçe tutar gibi tutardı Aslanla kendi akranı gibi oynardı) Niçe kâfir sıçan öldürmüş-idi ol gâzî Nedelüm âh pisi neyleyelüm vah pisi” (O gazi kedi nice kâfir fareyi tutup öldürmüştü Nidelim âh kedi, neyleyeyim vâh kedi)

Mersiye-i Gürbe şair Meâlî’nin ölen kedisine ağıdı. Yıllarca yoldaşlık ettiği kedisinin ardından, “Çıkdun elden nedelüm ansuzın eyvah pisi” diye başlayan mersiyesinde, kedisinin özelliklerini anlatan, yarı esprili diliyle onu aslanlarla, kaplanlarla kıyas eden Meâlî, âlim ve kadı Mustafa b. Evhadüddin Yarhisarî’nin evladıdır. Şiirleri bugüne kadar ulaşan Meâlî’nin mersiyesi ise eserleri arasında en nüktedan olanlarından biridir.

Modern hayatta kediler, köpekler, tavşanlar, bukalemunlar, balıklar, hamsterlar, yılanlar, karıncalar evimizi paylaştığımız canlılardan bazıları. Bu sevgiyi ileriye götürüp yaşam alanını çıta, tilki gibi doğayla özdeşleşmiş hayvanlarla paylaşanlar da var.

Yaşayan her canlıya hürmet, insanların üzerinde “çoğunlukla” mutabık kaldığı bir konu olsa da bunu hayata geçirmek kolay değil. İstanbul, bunu mimarisine taşımış, canlılarla beraber yaşama kültürünü dünyaya hatırlatmış bir örnek. Bu şehrin canlılarla iç içe hayatının pek çok yönü var. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanında Neriman’ın sorgulaması gibi:

“Şarklılar kediye, garplılar köpeğe benziyorlar. Kedi yer, içer, yatar, uyur; hayatı hep minder üstünde ve rüya içinde geçer; gözleri bazı uyanıkken bile rüya görüyormuş gibidir; lâpacı, tembel ve hayalperest mahluk, çalışmayı hiç sevmez. Köpek, diri, çevik, atılgandır. İşe yarar, birçok işlere yarar. Uyurken bile uyanıktır. En küçük sesleri bile duyar, sıçrar, bağırır.”

Neriman her ne kadar kedilere karşı kızgın olsa da kedilerin de köpeklerin de kuşların da onun deyişiyle “şarkiyat içinde kendine bir yer bulduğu” aşikâr. Mesela, kuş evleri. Camilerin, köşklerin, tekkelerin mimarisiyle bütünleşmiş kuş evlerinin envaiçeşidi, başını kaldırıp binaların üstlerine bakmayı akıl edenler için görsel bir şölen. Yüzyıllar içinde türlü badireler atlatıp zarar görseler de zarif örneklerini korumayı başaranlar hâlâ var. Eyüp Sultan’da bulunan Şah Sultan Türbesi’nde, Taksim Maksim’de, Yeni Cami’de, Valide Sultan Camii’nde bir evden ziyade bir köşk gibi düşünülmüş kuş evlerini görmek mümkün.

CAMİLERİN, KÖŞKLERİN, TEKKELERİN MİMARİSİYLE BÜTÜNLEŞMİŞ KUŞ EVLERİ…

ÇEKİRGE İSTİLASINA KARŞI SIĞIRCIK ŞEYHLERİ

Kuş bahsi geçince Gurabahane-i Laklakan’ı ve sığırcık şeyhlerini anmamak olmaz. Göç yolunda yorgun düşen, kimi zaman yaralanan, kimi zaman da hastalanan kuşlara, özellikle leyleklere bakmak için kurulan Gurabahane-i Laklakan, imece usulüyle çalışmaya başlayan bir hayvan hastanesi. Bu hâliyle aynı zamanda dünyadaki ilk örnekler arasında yer alıyor. Edebiyatın en hayvansever isimlerinden Ahmet Haşim, Mösyö Greguvar Bey’le yaptığı sohbette bu bakımevine dair aşağıdaki bilgileri nakletmiş: “Bilmem Bursa’yı gezerken gördünüz mü? Haffaflar Çarşısı’nın ortasında bir meydan var. Bu meydan malul bazı hayvanların dar-ül-acezesidir. Kanadı veya bacağı kırık olan leylekler, bunamış kargalar, kör ve sağır baykuşlar burada halkın sadakası ile iaşe edilir. Haffaf esnafının aylıkla tuttuğu belki yüz yaşında, baktığı sakat leylekler kadar amelmande bir ihtiyar, toparlanan sadaka parası ile her gün işkembe alır, temizler, parçalar ve insan merhametine iltica eden bu zavallı kuşlara dağıtır. Haffaflar Çarşısı’ndaki sakat leyleklerin bir iki tanesini buraya aldım. Ben de artık bir ihtiyar sakat leylekten başka neyim? Bu köşe onlar ve benim için bir gurebahanedir. Son günlerimizi burada birlikte yaşayıp bitireceğiz. Onun için paviyona Gurebahane-i Laklakan ismini verdim.”

Sığırcık şeyhleriyse Anadolu menşeli. Ekin kaybına ve sonrasında açlık felaketine yol açan çekirge istilalarına karşı manevi bir dayanak olarak görülüyorlar. Bugün Çamlıdere ismiyle bilinen, Ankara’daki Şeyh Ali Semerkandî Tekkesi’nde başlayan gelenek, Osmanlı arşivlerinde sıklıkla yineleniyor. Semerkant’tan Anadolu’ya gelen, çeşitli yerleri dolaşarak keramet gösteren, haşere ve çekirgeyle mücadelede sığırcık kuşlarını kullanan Şeyh Ali Semerkandî’nin son yerleştiği yer olan Çamlıdere, sığırcık şeyhleri ve hafız yetiştirdiğinden vergiden muaf tutulmasıyla biliniyor. Cemaleddin Revnakoğlu’nun naklettiğine göre kargalarla dost olan, nereye gitseler arkalarından kuşlar gelen sığırcık şeyhleri, aynı zamanda “çekirge hocaları” ismiyle de anılıyor ancak bir ocaktan el almışlar sığırcık şeyhi olabiliyor, Ankara ve Kırşehir’de usta, kalfa çıkacaklar ya da sanata yeni başlayacaklar, sığırcık şeyhlerinin eliyle peştamal kuşanıyor.

İstanbul’un bilinen sığırcık şeyhi ise Şeyh Salih Efendi. Kendisinden uzun bir asayla gezen Şeyh Salih Efendi sarığına “sığırcık şeyhi” olduğunun alameti olarak dört parmak eninde bir siyah bez takarmış. Zeytinburnu Hacı Mahmud Ağa Camii Tekkesi şeyhi olan Şeyh Salih Efendi’nin mezarında da sığırcık şeyhi olmasının nişanı bulunuyor.

BAKIRKÖY AKIL HASTALIKLARI HASTANESİ’NDE YATTIĞI ESNADA KENDİNE YOLDAŞLIK EDEN KÖPEĞİ MERNUŞ’U KAYBEDEN NEYZEN TEVFİK, ONU ANLATAN BİR ŞİİR YAZAR… (FOTOĞRAF: SALT ARŞİV)

KARACALARIN YOLDAŞI KARACA AHMED

İstanbul’un fetihten öncesine dayanan manevi noktalarından biri, Karaca Ahmed Türbesi. Bektaşi dergâhları içinde önemli bir yere sahip bu makamın sahibi Karaca Ahmed, Orhan Gazi devrinde yaşayan, Abdâlan-ı Rûm zümresinden bir halk hekimi ve dervişi.

Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde Anadolu erenlerinin gözcüsü ve Sivrihisarlı Şeyh Nûreddin’in müridi olarak anılan Karaca Ahmed’in, Hacı Bektaş-ı-Velî Anadolu’ya geldiğinde, Anadolu’da olduğu ve iki büyük zatın yolunun bundan sonra kesiştiği rivayet olunuyor.

İstanbul’un fethinden önce, Bizanslılarla yapılan Pelekanon Savaşı’nın ardından Üsküdar’a gelerek bugün kendi adıyla anılan türbe ve mezarlığın bulunduğu bölgeye yerleşen Karaca Ahmed, burada kurduğu tekkede çok sayıda mürit yetiştirir. Bu dergâhın İstanbul’un Türkleşmesinde ve fethinde oynadığı rol büyük. Doğaüstü güçler atfedilen ve vahşi hayvanlara sözü geçen Karaca Ahmed’e ilişkin pek çok mit var. O zamanlar yerleşim olmayan Üsküdar’da bulunan tekke, sıklıkla yaban hayvanlarının, özellikle karacaların ziyaretiyle anılıyor. Yüzyıllar boyunca akıl hastalıklarının tedavisi için hizmet veren Karaca Ahmed Türbesi, Anadolu’da şifacılık denilince ilk akla gelen merkezlerden biri.

Karaca Ahmed Türbesi’ne komşu Altı Direk ise Karaca Ahmed’in harpte şehit düşen atına ait mezar yeri. Altı direkli, yanları açık bu mekân “At Kubbe” olarak da anılıyor. Karacaahmet Mezarlığı’nın İnadiye Caddesi üzerinde ve yoldan görünür şekilde olan bu at mezarı, yürüyemeyen çocuklarına şifa arayan ailelerin uğrağı olmuş yıllarca.

KÖPEĞE AĞIT

Yazının başında şair Meâlî’yi anmıştık. Can dostunun kaybının ardından üzüntüye düşüp şiir yazan Meâlî yalnız değil, ondan yüzyıllar sonra Neyzen Tevfik de böyle bir şiir kaleme alacak. Sütlüce Bektaşi Tekkesi Şeyhi Hacı İbrahim Münir Baba’yla gönül bağı kuran Neyzen Tevfik, Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’nde yattığı esnada kendine yoldaşlık eden köpeği Mernuş’u kaybetmiş. Köpeğine Ashâb-ı Kehf taifesinden Mernuş’un ismini veren şair, ömrü boyunca hayvanlarla kurduğu muhabbetli ilişkiyle tanınıyor. Hatta, Sütlüce’deki tekkede yolunu bekleyen kedilerin, köpeklerin olduğu da biliniyor.

Hastanedeyken vefat eden köpeğine çok üzülen Neyzen Tevfik, bu can dostunun defni için ipek gömleğini kullanmış. Mernuş’un cenaze töreninde Aziz Baba, Selanikli Kâmil ve Bakırköy Hastanesi hekimleri de hazır bulunmuş. Neyzen Tevfik bu kaybın ardından, köpeği Mernuş’u anlatan bir de şiir kaleme almış:

“Bağlanmışım bütün kalbimle sana, Bu fani cihanı okuttun bana. Sen göçtükten sonra ben yana yana Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş.”

HAYIRSIZ ADA’YA GÖTÜRÜLEN VE ÖLÜME TERK EDİLEN KÖPEKLERİ TASVİR EDEN BİR ÇİZİM

KEDİLERE CİĞER VAKFİYESİ

Reşad Ekrem Koçu çevirisiyle Türkçeye kazandırılan, Fransız seyyah Jean de Thévenot’un 1655-1656 İstanbul ve Türkiye eserinde, İstanbul’daki hayvan sevgisi şöyle naklediliyor:

“Merhametleri, hayvanlara ve kuşlara bile uzanmaktadır. Pazar kurulduğu günlerde birçoğu gidip kuş satın alıp, sonra da onları serbest bırakırlar; kuşların ruhlarının kıyamet gününde gelip, Allah’ın huzurunda onlardan gördükleri şefkate şahitlik edeceklerini söylerler. Gerçekten de acı çeken bir hayvan görmeye hiç dayanamazlar ve bazıları öldüklerinde şu kadar köpeğin veyahut kedinin haftada şu kadar defa doyurulması için külliyetli miktarda para vakfederler; bu parayı fırıncılara yahut kasaplara verirler ve onlar da aksatmadan ve vaktinde görevlerini yaparlar. Her gün et yüklenmiş adamların gidip vakfın köpekleriyle kedilerini çağırdıklarını, etrafını çevirdiklerinde etleri aralarında paylaştırdıklarını görmek çok keyiflidir.”

Thévenot’un şaşırdığı bu âdete, Mustafa Koç’un Revnakoğlu’nun İstanbul’u isimli eserinde, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’ne ait bir vakıftan bahsetmesiyle rastlıyoruz. Bu vakfın özelliği, her gün evsiz kedilere akciğer, karaciğer, dalak ve yürekten ibaret iki takım yemek dağıtması. Yalnızca hayvanların beslenmesi için kurulan bu vakıf, bu özelliğiyle diğer pek çok vakıftan ayrılıyor. Bugün varlığını sürdürmese de Yedikule’deki Hacı Evdad Camii hâlen kuruluş amacına uygun şekilde kedilerin beslenmesine hizmet ediyor.

Mimar Sinan eliyle yapılan Hacı Evdad Camii’nin banisi Kasap Hacı Evhad. 1585 yılında bitirilen ve eşsiz kıymette çinilere sahip olan caminin bir diğer özelliği, kurucusunun vasiyeti. Mimar Sinan eseri olmasına karşılık depremde çok hasar gören, çinileri çalınan ve 1930’larda harap hâle gelen cami, 1945 yılında eski temelleri üzerinde yeniden inşa edilmiş. Her gün kedi ve köpeklerin beslenmesini vasiyet eden ve kabri de caminin içinde bulunan Hacı Evdad’ın bu vasiyeti bugün bile yerine getiriliyor.

Mevlanakapı Mahallesi’nde, sur dibinde bulunan Ciğerci Baba Türbesi de yine ismini kedilere elleriyle ciğer dağıtan Şeyh Ahmed Efendi’den alıyor. Her sabah eliyle ciğer doğrayıp kedilere ikram eden bu zatın ikramını bekleyen mahalle kedilerinin aynı saatte edeple günlük iaşelerini beklediği naklediliyor.

Eyüp Sultan Kalenderhanesi’nde Şeyh Âkıl Ma’sûm Efendi de akşam yemeği için hazırlanan sahanlardan mutlaka mahallenin hayvanlarına pay ayırmayı ihmal etmeyenlerden. Yine Eyüp Sultan Hatuniye Şeyhi Hoca Mustafa VahyîEfendi de her gün en az yirmi, otuz okka ekmek alarak semtin köpeklerini beslemesiyle ünlenmiş.

BALIKLARA MEZAR TAŞI

Bugün Eyüp Sultan’da bulunan Nişanca Mahallesi sınırları içinde kalan Abdülmecid Sivasi Hazretleri Türbesi’nde şöyle bir kitabe bulunuyor:

“İmam Abdülahad Nûrî Hazretlerinin fedâ buyurdukları balıklarınun mezârudur.”

Bu kitabeye ilişkin iki ayrı rivayet var. Birincisi, İstanbul’u kasıp kavuran veba salgınıyla ilgili. Ayasofya kürsü şeyhi olan Abdülahad Nûri, devrinin en önemli âlim ve mutasavvıflarından. Onun devrinde gerçekleşen bu hadiseye ilişkin ilk rivayet şu: Bir sabah Abdülahad Nûri Sivâsî, sabah namazını kıldırıp evine dönerken mahalle halkı gelip kendilerini veba illetinden kurtarması için dua etmesini rica eder. Bunun üzerine Abdülahad Nûri Hazretleri, “Veba, sakın Eyüp Sultan halkına dokunma” diye dua eder. Eve döndüğünde bahçesindeki balıkların öldüğünü görür. İkinci rivayetse isyan etmeye hazırlanan bir grubu durduran şeyhin, onların can alması ihtimaline karşın balıklarını feda ettiğidir.

İstanbul mutasavvıflarının hayvan muhabbeti yalnızca kedi, köpek, balık, kuşla sınırlı değil. Karagümrük’teki Şeyh Mehmed Sıdkı’nın tekkesi Ejder Tekkesi olarak nam salmış. Bunun nedeniyse, Şeyh Mehmed Sıdkı Efendi’nin yanında her zaman akreplerin ve yılanların hazır olması, serbestçe gezmesi ve kimseye ilişmemesi.

Tüm bu muhabbete karşılık, İstanbul halkının her göreni şaşırtan hayvan sevgisinin büyük darbe aldığı bir olay var: Hayırsız Ada felaketi. Şehir hayatı içinde hayvanlarla birlikte yaşamaya alışkın halk için köpeklerin metazoriyle götürülüp acımasız bir ölüme terk edilmesi büyük bir travma yaratmış. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun arka arkaya yaşadığı felaketlerde olayın etkisi olduğuna inanlar, çok başarılı olamasa da Hayırsız Ada’dan köpekleri kurtarmak için girişimlerde bulunmuş.

Bu olayı eleştiren İçtihad dergisi, “Türklerin Ruhiyyatı, Himâye-i Hayvânât Türklerin Nezaketi ve Kabiliyetleri” isimli yazıda, “Hayvanların Marmara’da gayri meskûn bir adaya götürülerek aç, susuz ölüme terk edildiğini, Kur’an-ı Kerim’in hayvanların hamisi olduğu hâlde bu eylemin izahının olmadığı” vurgusunu yapıyor. İstanbul’un köpeklerine en çok sahip çıkan isimlerinden Köpekçi Baba’nın vefatından 11 yıl sonra gerçekleşen felaketin, onun maneviyatını incittiğini söyleyenler de var.

Biz yazımızı güzel olanla bitirelim ve “Beyazıt’ın delisi, velisi, kedisi eksik olmaz” sözüne ilham olan İsmail Saib Sencer’i analım. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Yirminci yüzyılın son allamesi” olarak nitelediği İsmail Saib Sencer, Beyazıt Kütüphanesi’nin “kedili kütüphane” olarak tanınmasını sağlamış. Yüzü aşkın kedisine maaşının büyük kısmını vakfeden, her gün bir leğen ciğer, bir leğen süt, bir leğen su hazırlayan, kendisi hasta olduğunda kedilerine dostlarının baktığı İsmail Saib Sencer, Beyazıt’ın kedilerle özdeşleşmesinin mimarı. Bir canlının gözlerinin içine bakarak derdiyle dertlenen bu ruh, inşallah hep daim olur.

Hayvanlar
Hayvan Hakları
Köpek
Sokak köpekleri
Kedi
Neyzen Tevfik
Ahmet Haşim
Ejder Tekkesi
Karaca Ahmed Türbesi
Sayı 016

BENZER

ABD’de 60’larda doğduğu bilinen ve o zamanlarda “duvara yazmak” olarak ifade edilen graffiti, bugün dünyanın hemen her yerinde rastlanabilecek bir sokak sanatı formu. İstanbul’da 80’lerden itibaren “görünmeye” başlayan graffitinin şehirdeki yolculuğunu, ülkenin ilk graffiti sanatçısı Tunç “Turbo” Dindaş’tan dinledik.
Kıdemli gazeteci Zafer Arapkirli, lise yıllarında "Burhan Pazarlama"yı taklit ederek müthiş hasılat yaptığı dört günlük işportacılık deneyimini yazdı. Onlarca yıl boyunca İstanbul vapurlarında satış yapan, teknikleri dillere destan olan ve efsaneleşerek İstanbul’un simgelerinden biri haline gelen, mart ayında kaybettiğimiz Burhan Demircan‘ın anısına saygıyla...
Azapkapı’dan Unkapanı Köprüsü’ne girerken sağda yıllardır gördüğümüz iki dev vinç, bu şehirde sabit kalan, hâlâ bildiğimiz, tanıdığımız yerde yaşadığımızı hatırlatan, bu yüzden de güven veren birkaç şeyden biri. Tarihin bekçileri gibi... O iki vincin ait olduğu Haliç Tersanesi ise dışarıdan köhne ve terk edilmiş gibi dursa da içinde koskoca bir hayat var. Bu 70 dönümlük arazide, İstanbul’un iki köklü kurumu; 565 yaşındaki Haliç Tersanesi ile 169 yaşındaki Şehir Hatları bir arada çalışıyor. Umarım şu anda bu yazıyı bir vapurda okuyorsunuzdur ve o vapur Haliç Tersanesi’nden suya inmiştir.