'Ağla mâtemdir bugün'

Fotoğraf
İBB Atatürk Kitaplığı Arşivi
26 Mayıs 2023 - 10:37

“Âbidân-ı Mustafayız, biz Hüseynilerdeniz” Bektaşî Şeyhi Hilmi Dedebaba’ya ait nutk-u şerif, Kerbelâ Vakası’nın acısını bugüne taşıyan eserlerden yalnızca biri. Yetmiş iki yoldaşıyla Kerbelâ’ya gitmek zorunda bırakılan, 10 günlük açlık ve susuzluktan sonra şehit edilen Hazreti Hüseyin ve beraberindekilerin yası, yüzyıllardır pek çok coğrafyada hüzünle anılıyor. Yapanların isimlerinin unutulduğu, şehit edilenlerinse dilden dile anlatıldığı bu meşum hadisenin en çok anıldığı coğrafyalardan biri de İstanbul.

Çok değil, yakın bir zamana kadar, matemin ağırlığını gönüllerinde taşıyanlar Muharrem ayında kederlerini açık eder, Ehli Beyt sevgisiyle yaşayan aileler sofralarından suları kaldırır, Muharrem orucu tutmaya özen gösterirdi. Muharrem ayında oruç, Ramazan ayındaki gibi sevinçle açılmaz, sofradaki yiyeceklerin ölüsüne dikkat edilir, muhakkak aile efradı dışında insanlara da yardım yapılırdı. Büyük konaklarda bol bol aşure kaynatılır, 10 gün boyunca mersiyeler ve Hadîkatü’s-suadâ gibi eserlerden parçalar okutulur, Muharremiyeler dinlenirdi.

Musâhipzâde Celal bu durumu şöyle anlatıyor: "Muharrem ayının onuncu günü Hz. Peygamber’in torunu İmam Hüseyin’in susuz şehit edildiği gün olduğu için bazı evlerde billur bardakları kaldırarak bakır veya toprak kupa ve taslardan su içer fakat kana kana içmezlerdi. On gün oruç tutanlar, düğün dernek yapmayanlar, gülüp eğlenmeyenler vardı."

İstanbul’un bu konuda ayrı bir öneme sahip olmasının nedenlerinden biri, yüzyıllar içinde Ehli Beyt sevgisini içinde taşıyan pek çok önemli isme ev sahipliği yapmasının yanında, Hazreti Hüseyin’in maiyeti altında olan kızları ya da torunları Fatıma ve Sakine’nin Kerbelâ Vakası’nın ardından Bizans’a getirildiğine, burada hayatlarını kaybettiklerine ve Sünbül Sinan Camii bahçesinde medfun bulunduklarına duyulan inançtır.

SÜNBÜL SİNAN TÜRBESİ VE ÇİFTE SULTANLAR

“Çifte Sultanlar” olarak bilinen türbedeki kabirler, Sultan II. Mahmud döneminde üstü açık tunç bir şebekeyle örtülmüş ve Türbeye kitabeler konulmuş. Türbenin başında 1813 yılında Hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi’nin yazdığı ta’lik hat bir kitabe bulunuyor:

“Veren feyz ü şeref bu gülist.n-ı cennet-âsâya
İki gül gonca-i gülnih.l-i gülz.r-ı siyâdetdir
(Cennet misali bu gül bahçesine feyiz ve şeref verenler
Seyyidliğin gül bahçesindeki gül fidanlarının iki goncagülüdür)

Şehîd-ı Kerbelâ Sultân Hüseyin’in durterânından
İki sultân medfûn olduğu bunda rivâyetdir
(Kerbelâ şehidi Sultan Hüseyin’in kızlarından
[O] iki sultan rivayet olunur ki buraya defnedilmiştir)”

Osmanzâde Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ eserinde “Sünbül Sinan Hazretleri devrinden başlayarak Muharremin onuncu günü Haseneyn-i ahseneyn rûhu için su sebîl ederler imiş. Bu adet el’ân bâkîdir. Aşr-ı Muharremde âşûrâ tabh olunur, fukarâ it’âm edilir, gecesi nâfile namaz kılınır. (...) Aşr-ı Muharremü’l-harâma tesâdüf eden gün Hz. Sünbül’ün âdetâ bir yev-i mahsûsu gibidir” diyor.

Sünbül Sinan Hazretleri’nin bahçesi, geçmişte olduğu gibi bugün de 10 Muharrem’de ziyaretçi akınına uğruyor. Burada Kerbelâ Şehitleri için mevlit okuma âdeti devam ediyor. Bir ilave daha yapalım: Cemaleddin Server Revnakoğlu, Vakit’in (Yeni Gazete) 4 Kasım 1951 tarihli nüshasında Hazreti Hüseyin’in gömleğinden şu ifadelerle bahsediyor:

"Çemberlitaş’ta Rifa’iyye’nin Ulvâniyye kolundan ve Fatih’in askerlerinden bir babayiğidin ismini taşıyan Kara Babayı Veli Dergahı şerifinde, ki ben çocukluğumu bunun içinde geçirmişimdir, kısa bir usulden sonra yani Salât-ı Kemâliyye ve mihrap duasını takiben hemen mersiye başlar ve ekseriya şair ve bestekar Musulllu Âmâ Hafız Hasan, devrinin muazzam şöhreti Yaşar Baba, Fethiyeli Nezihi Bey, Kasımpaşalı Hafız Recep Efendi merhumlar gibi zamanında zirve sayılan büyük üstatların yakıp kavuran sesleri ve fevkalâde tavırlarıyla pek rikkatli (sevecen) bir suretti okudukları mersiye-i ciğer-sûzun (ciğer yakan mersiye) hitamında (sonunda) İmam Hüseyin’in kamîs-i saâdetleri (mübarek ten gömlekleri) herkes tarafından öpülerek koklanarak ziyaret olunurdu."

"ŞOL CENNETİN IRMAKLARI…"

Goygoy -şimdilerde manası başka olsa da- bir zamanlar İstanbullu çocuklar için korkulacak bir şeydi. Muharrem ayıyla beraber sokaklarda görülmeye başlanan ve “goygoycu” olarak adlandırılan dilenciler, yaramaz çocuklar için âdeta bir öcü muamelesi görür, “Hele dur Muharrem gelsin de seni goygoycunun torbasına sokayım!” tehdidiyle korkutulurdu.

Goygoycular dilenci olmakla beraber, her dilenci goygoycu olamazdı. Goygoyculuk yalnız dilenmekten ibaret olmayan, ustalık ve maharet gerektiren bir sanattı. Bugün de bildiğimiz bazı ilahiler, goygoycuların repertuarıyla yüzyıllar boyunca söylendi. “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü”, “Yemen ellerinde Veysel Karanî” yanında Muharrem matemini anlatan “Ey şehid-i Kerbelâya ağlayan, ağla matemdir Muharremdir bugün”, “Şehidlerin serçeşmesi” ilahileri eşliğinde gülbanglar okurlar, arada “Lanet katillere yâ Hüseyin” nidaları atıp kendilerini şöyle anlatırlardı:

"Biz goygoycu dervişleriz, her birimiz ermiştir
Maksadımız lokma, aştır, zikrimiz de geviştir
Biz ne Şii, ne Sünniyiz, mezhebimiz geniştir
Böyle bir dava çıkarmak, meded Allah ne iştir?
Yâ hoy goy goy cânım!
Bulgur aşk et imanım!"

Goygoycular, Muharrem ayından bir gün önce Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’nın orada bulunan ve Miskinler Tekkesi olarak da anılan  bir nevi lonca hâlindeki miskinhanelerine giderek kendilerine ayrılan bölgeleri öğrenir, dolaşmaya başlardı.

İSTANBUL’DA SEYYAR BİR AŞURECİ

Hicri takvimin ilk ayı olan Muharrem ayının başından onuncu gününe kadar süren ve yılın sadece on günü devam eden bu tür dilenciliğin sadece eski İstanbul’a mahsus bir âdet olduğunu belirtmekte yarar var. “Eski hayratı berbat ettin” sözünün çıkışı da goygoyculardan. Tâhirü’l Mevlevî bu hikâyeyi Mahfil mecmuasında şöyle anlatıyor:

"Eski konaklarda hanımın biri çorba içerken kapının önündeki goygoycuların ilahisinden pek hoşlanmış, ‘Zarafet, şu çorbayı içemeyeceğim, götür de goygoyculara ver’ demiş. Zarafet’in kapıyı açması üzerine içlerinde gözsüz ve sabırsız olanlardan biri ‘o nedir’ diye sormuş ve ‘pirinç’ cevabını alınca yaklaşıp çorbasını açmış. Zarafet Bacı da elindeki tası olduğu gibi torbanın içine boşaltmış. Zavallı âmâ pirincin tane olmadığını neden sonra torbasının ıslaklığından anlayınca ‘Hatun, sen eski hayratı da berbat ettin’ demiş."

Goygoyculardan farklı olarak bir de Acem alayları geleneği var. İstanbul’un Müzikal Keşfi etkinliğinde rotasıyla hatırlanan Acem alayları, 15. yüzyılda başlayan bir gelenek. İstanbul’a yerleşen Acemler, 10 Muharrem günü Karacaahmet Mezarlığı’nın aşağısında kalan Seyit Ahmet Deresi’ndeki Acem Camii’nde buluşur, siyah bir atın öncülük ettiği bir konvoy oluştururmuş. Önünde tamamen siyahlara bürünmüş iki çocuğun çektiği siyah bir at bulunan konvoya katılan matemciler, Karacaahmet, Nuhkuyu ve Toptaşı güzergâhında ilerleyip Beylerbeyi’ne kadar gelir, mersiyelere “Alim men ölem” sözü eşlik edermiş.

KERBELÂ’DA AKAN KANDAN GEÇMEYİZ

Muharrem ayı, İstanbul’daki Ehl-i Beyt âşığı meşayih için de bir yas dönemi. 10 Muharrem’den itibaren pişirilmeye başlanan aşureler bu vakar içinde hazırlanıyor, çifte vav denilen bir teknikle karıştırılıyor ve okunan muharremiyyeler Kerbelâ Hadisesi’nin canlı tutulması için bir vesile sayılıyor. Bu eserlerin icrası esnasında hürmeten ritim çalgıları kullanılmıyor. Bu konuda sayılabilecek sayısız örnek arasında bazı hikâyeler var ki Ehl-i Beyt’e gönül veren dervişlerin bu konudaki muhabbetini göstermesi açısından anılmalı. Mesela, 1861 yılında vefat eden Yenikapı Mevlevîhânesi postnişini Osman Salahaddin Dede’nin dervişi Şeref Hanım, kendisini derin hüzne boğan Kerbelâ Hadisesi için ömrü boyunca her 10 Muharrem’de bir mersiye yazmaya niyet etmiş. Divanında bulunan 16 mersiyeyle de bu kararını uygulamış.

Bugün İstanbul’da ismine bir mahalle bulunan Şeyh Seyyid Nizamoğlu’nun Muharrem’de vefatı da (1550) bu aşka delil olarak anlatılan hikâyelerden. Hüseyin Vassaf’ın uzun boylu, ela gözlü, heybetli bir zat diye tarif ettiği Nizâmeddin Efendi’nin vefatını oğlu Seyyid Seyfullah şöyle anlatmış: “Pederimin hîn-i irtihâlinde (göç [.lüm] zamanında) burnundan ziyâde kan geldi. Ellerini kana bulaştırıp yüzüne sürdü. -Bi-hamdillâh, bugün Hz. Hüseyin’in âlûde-i hûn (kana bulanmış) olması gibi, ben de hûna gark oldum, deyip -Yâ Allâh! sayhasıyla(çığlık) teslîm-i cân eyledi.

Hüseyin Vassaf Bey, 1886’da vefat eden Kâdirî Şeyhi Müştak Baba’nın halifesi ve oğlu Bitlisli İbrahim Edhem Baba’nın Muharrem ayına denk gelen semâ esnasında getirilen suları, “İçmemişler ki içeyim” diyerek reddettiğini de naklediyor. Bu mersiyelerin bir kısmı bugüne Hüseyin Sebilci’nin sesiyle ulaşmış. Muharrem ayında İstanbul’un Eyüpsultan, Kocamustafapaşa gibi muhtelif yerlerinde sebil olarak su dağıtan bir aileden geldiği için Sebilci adıyla tanınan Hüseyin Sebilci, yazının başında andığımız “Âbidân-ı Mustafâ’yız biz Hüseynilerdeniz” nutkunu da besteleyen isim.

Mersiyehanlık geleneği Muharrem ayında dergâhlarda özel bir yere sahip. İstanbul ağzıyla güzel mersiye okumada meşhur olan mersiyehanları dinlemek için kapı kapı gezenler var.

Bugün de bilinen Kerbelâ mersiyelerinden birkaç örnek verebiliriz: Şabânî şeyhi kadı Ömer Fuadî’nin (v.1636) “Şâh Hüseyn’in firkatiyle ağlayan gelsin beri” eseri, Pîr Niyâzî-i Mısrî’nin (v.1694) “Ol cihânın Fahri’nin sırrına kurbân olayım” eseri, Hasan Sezâî-yi Gülşen.’nin (v.1738) “Ey şehîd-i Kerbelâ’ya ağlayan” eseri, Osman Şems Efendi’nin “Kerbelâ vak’asın yâd ile kan ağlayalım” eseri, Hayrullah Taceddin’in “Vak’a-yı şâh-ı şehîd-i Kerbelâ’yı gûş edip” eseri, Muzaffer Ozak’ın “Geçeriz dünyada cân u cânândan Kerbelâ’da akan kandan geçmeyiz” eseri, Fasih Dede’nin “Bu mâtemde olan derd ile hicrâna devâ olmaz” eseri ve Tahirü’l Mevlevî’nin “Ey serîr-i ibtilâya şâh-ı bî-efser Hüseyn” eseri.

Şimdilerde bu âdetlerin hepsi yaşatılmasa da İstanbul, farklı coğrafyaların, farklı olayların bir buluşma noktası. 1343 yıl önce cereyan eden Kerbelâ Hadisesi de bu şehrin tarihine hüzünle, acıyla, öfkeyle nakşolan nice olaydan biri. İstanbul’u İstanbul kılan da bu kapsayıcılığı zaten.

Muharrem Ayı
Aşure
Aşure Ayı
Goygoycular
Sünbül Sinan Türbesi
Kerbelâ
Ayça Örer
Sayı 014

BENZER

Çok yönlü sanatçı ve akademisyen Cevdet Erek’in Arter’deki Bergama Stereotip sunumu, İstanbul’un bahar ve yaz aylarındaki en dikkat çekici işlerinden biri olmaya aday.
1939 yılının Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılan Taksim Belediye Gazinosu, faaliyette bulunduğu yaklaşık 30 yıl boyunca İstanbul’un kültür ve eğlence hayatının nabzını tuttu. Balolar, konserler, gösteriler ve danslı matinelerin gerçekleştiği gazinonun kulüp olarak kullanılan bir bölümü de vardı ve o zamanın dedikodu sütunlarında yazılanlara bakılırsa mekâna girmek o kadar da kolay değildi…
Tophane semti kıyısında, şehre denizden gelenleri karşılayan, Mimar Sinan’ın son ustalık eserlerinden 442 yıllık Kılıç Ali Paşa Camii görkemli varlığıyla İstanbul’un simgelerinden biri. Yapımında Don Quijote’un yazarı Cervantes’in işçilik yaptığına dair bir şehir efsanesi var. Denizcilerin karaya ayak basmadan avlusuna çıktıkları, kadınların mesire yeri olarak denizi seyrettikleriyse, gerçek.