Tuhaf binaların akrabalığı

22 Kasım 2022 - 17:38

İstanbul’daki ilginç binalar sıralamasında, Tercüman binası ilk akla gelenlerden olur hep. 1980’lerin başlarında Topkapı’ya yolum düştüğünde, etrafındaki binaların içinde ayrıksı duran bu bina her seferinde şaşırtırdı beni. Alışılmış bir medya kuruluşu binasından farklıydı ve ben bu durumu az sayıda mimara nasip olan özgürce bir tasarım gerçekleştirebilme şansına yorardım.

Fantastik, tekil, simgesel bir iddiaya sahip, bütün bu nedenlerle de pekâlâ kullanışsız olduğuna hükmedilebilecek binayı, geçişlerim hep bir aceleye geldiği için girip gezmemiştim bir kez olsun. “Nasılsa bir gün olur” diye düşündüğüm geziye, 2021’de, Saatleri Ayarlama Enstitüsü üzerine hazırlanan bir kitap için kaleme aldığım makale vesilesiyle çıktım. Âlim Kahraman’dan Tercüman binasının projesi hakkındaki çarpıcı bilgiyi öğreneli bir mevsim bile geçmemişti. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kaç okuru bu binanın önünden geçerken romandaki binayla bir bağ kurdu acaba?

Kahraman, Hayri İrdal tarafından Saatleri Ayarlama Enstitüsü için çizilen projenin, 70’lerde Kemal Ilıcak tarafından Tercüman gazetesi için uyarlandığını söylediğinde çok heyecanlandım. Bulunduğu çevre içinde yalnızlık çeken simgesel bir deneme olduğunu düşünsem de Tanpınar’ın romanındaki “tuhaf” binayla bir bağ kurmamıştım hiç.

Şimdi gelelim Saatleri Ayarlama Enstitüsü yerine artık SAE diye anacağım romandaki binanın projesine dair hikâyeye...

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, DERGÂH YAYINLARI (KAPAK TASARIMI: BÜLENT ERKMEN)

Bu projenin müellifi Hayri İrdal mimar değil, ancak bina yapıldıktan sonra medyada kopan gürültünün ardından yerli ve uluslararası mimarlık kurumlarından ödüller alacaktır.

Hatırlanacağı üzere bu eşsiz romanda, Türkiye’nin modernizasyon sürecindeki çarpıklıklar; kurumlaşma, mimarlık ve sosyal hayat üzerinden tasvir ediliyor. Özellikle enstitünün kuruluşuyla birlikte bir parodi havasında ilerleyen kurguda, modernlik kadar gelenekselcilik de gösteriş düzeyinde, şekiller planında yaşanıyor. Romanın zamanından bu yana geçen 70 yılda benzeri bağlamlarda şekilciliğin hâlâ öne çıktığını, hayat tarzı iddialarının da ağırlıklı olarak görünüşlere takılı kaldığını fark etmek şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de... Tanpınar’ın ortaya koyduğu meseleler yeterince değilse de tartışılıyor elbette, ancak politik ve kamusal aktörlerde bu tartışmaların pek bir karşılığının olmadığı dikkate alınırsa son derece güçlü bir mimariye sahip bu romanın toplumsal mizacımız bağlamında hâlâ canlı bir açıklama kaynağı olmasına şaşırmamak gerek.

Sahi, kimdir ki Hayri İrdal, saatleri merkeze alan bir kurumun tasarımcısı olmanın dışında? Tamamen hayalî bir tarihî şahsiyet için oturup kitap yazmış bir saat uzmanı! Beri yandan, dönemin kalkınma retoriğinde yolunda gitmeyeni kısa yoldan çözümleme çabasına düşmüş bir girişimci olan Halit Ayarcı’ya esin verecek kadar da nevi şahsına münhasır biri olduğu muhakkak.

Ayarcı nasıl biridir ayrıca? İktidar sırlarını, bunlarla dalga geçecek kadar çözmüş bir hayalperest, hayallerini kamu için ayrılan paralarla gerçekleştiren bir idealist. Onun herhangi bir kişi veya olayı şatafatlı sıfatlarla yüceltmesi, iş kuruculuk tarzının bir özelliğidir. Söz gelimi, sekreter olarak görevlendirdiği, mesai saatinde başlıca uğraşı örgü örmek olan yeğenini ofisi ziyaret eden belediye başkanına “birinci sınıf bir entelektüel” olarak tanıtır.

Kamusal insan” Ayarcı, bütün buluşçu zekâsı ve hayal gücü yeteneğine karşılık, hayatının en önemli eseri saydığı Enstitü’yü görece özgür ve çok sesli sokaklardan gelen “halk adamı” İrdal olmadan hayal edemezdi. Nitekim Seval Şahin bu ikiliden; Ayarcı’da Hacivat’ın, İrdal’da ise Karagöz’ün iç sesinin ortaya çıktığını düşünür. İkili birlikte “Bir hayal perdesinde gerçeğe dönüşen bir Enstitü kurarlar.”1

Haddizatında Ayarcı böyle bir enstitü kurma fikrine, İrdal’ın saatlere dönük ilgisinden aldığı ilhamla ulaşır. “Eski terbiye” almış bir halk adamı ve incelmiş zevklere sahip bir seçkinin birlikte inşa ettiği kurum, binasıyla olduğu kadar faaliyetleriyle de şatafatlı kalkınma retoriklerinin ve gösterişçi modernliğin ifade alanı olacaktır.

Mimarlık fakültelerinin temel derslerinde, fonksiyondan forma ulaşma süreci öğretilir. Romanın anlatıcısı ve başkahramanı İrdal ise SAE binasının projesini hazırlarken formdan yola çıkıp fonksiyona yönelir. Bu ayrıntının Cevizlibağ’daki, günümüzde -birimleri birbirinden farklı amaçlarla kullanılıyor olsa dahi- büyük ölçüde varlığını koruyan bina için de geçerli olduğu söylenebilir.

Tercüman Gazetesi Matbaa ve Yönetim Tesisleri binası için 1972’de Kemal Ilıcak tarafından açılan sınırlı yarışmayı Muhlis Tunca ve Günay Çilingiroğlu kazanırlar. Mimarlara en başta verilen yapı alanı 12.000 metrekareliktir ancak işveren kazanan proje için gerekli olan 22.500 metrekarelik alanı da onaylar. Bina Çavuşoğlu-Kozanoğlu tarafından 1972-1974 yılları arasında yapılır.2

Binanın mimarları böyle bir bağdan yola çıkmışlar ise ön proje sırasında romanın İrdal’ın binayı projelendirme sürecini anlatan sayfalarını defalarca okumak zorunda kalmışlardır. Yücel, Tunca ve Çilingiroğlu’nun Türkiye’deki Yeni Brütalist uygulamalar arasında özgün konuma sahip bir dizi yapısı arasında bile bu binanın “cesaretli ve cesaretli olduğu kadar da eleştiri ve tartışma uyandırıcı bir uç örnek” olduğunu vurguluyor. Binanın kütle plastiğine ve strüktür dizaynına hâkim olan “atılgan” ve “cesaretli” tutumun salt tasarımcılarla sınırlı kalmayıp işverence de paylaşıldığının altını çiziyor.

Gelgelelim ekonomik engeller yüzünden yanı sıra düşünülen destekleyici binalar yapılamadığı gibi ana bina da tamamlandıktan sonra öngörülene göre sınırlı bir şekilde kullanılıyor. Kurulması tasarlanan şirketler grubunun büyük bölümü gerçekleşmediği için de binanın bu faaliyete ayrılan üst katları büyük ölçüde boş kalıyor. Bu boş kalış bir süreliğine bile olsa, romandaki projeyle bir arada düşünüldüğünde hayli manidar. SAE binası projesinde de sırf biçimden hareketle oluşan ikinci kattaki geniş alan için fonksiyonlar icat etmeye çalışır İrdal.

Romanın okuyucuları hatırlayacaktır: Ayarcı, SAE binasının adıyla uyum içinde olması için saat fikrinin binanın bünyesine girmesini istiyordu. Bu talep “adına dıştan ve içerden uygunluk” ifadesiyle yer bulur şartnamede, ancak yarışmaya gönderilen projeler basmakalıp yenilikler barındıran bildik bina planlarından öteye geçmez. Ayarcı, “Modern adam müphemi kabul etmez” diye yorumlar bu projeleri. İkinci bir yarışma düzenlenir. Yarışmacılar arasında bu kez saat fikrine biraz yaklaşanlar olsa da saat ögeleri rahatsızlık verecek boyutta süslü ve şekilcidir.

Neticede Ayarcı projeyi hazırlama sorumluluğunu İrdal’a yükler.

Önlerine gelen projelerde kendini gösteren “müphemlik” geçmişte kalması gereken olumsuz bir niteliktir Ayarcı’ya göre. Zaten İrdal’ın projesini çizdiği Brütalist özellikler gösteren binayı da bu nedenle sevinçle kucaklar. Oysa Brütalist akımda işlev tasarıma yansımalıdır, nedir ki SAE binasında tersine, tasarım işlevi belirleyecektir. Brütalizmde, malzeme olabildiğince ham hâliyle kullanılır. Kaplama, boya, sıva, süslemeden uzak durulur ve strüktür kendini apaçık belli eder; borular ve çelik kirişler örtülmez... Bununla birlikte dışarıya karşı mesafeli kütleler, içyapı hakkında pek fikir vermez.

TERCÜMAN BİNASININ NORMAL KAT PLANI (MİMARLIK DERGİSİ, SAYI 214, 1985)

Onca içselleştirilmiş bir formdan uzaklaşmak ne mümkün; yine saatler üzerinden düşünmeye başlar İrdal. Sonuçta da aile yadigârı, “Mübarek” ismini taşıyan saatin esiniyle, günün on iki saatini uzun bir dörtgene yerleştirir. Asıl cephe ise saati on ikiyi gösteren yuvarlak bir bina olacaktır: “Sonra iki tarafta dört küçük blok bizi saat altıya ayıracağımız arka cepheye getirecekti. Bu üç katlı olacaktı. Her blokun arasına asma merdivenler, küçük çemen şeritleri koymak gayet kolay bir şeydi. Ortadaki büyük hol camla örtülecekti.”3 Saat fikri için altı metre uzunluğundaki giriş kapısına tam kadran manzarası vermeyi düşünse de herhangi bir dörtgenin kenarlarına rakamlar koymaktan öte geçen bir şey arama ihtiyacını duyar İrdal. “Taç Kapı” fikri için Bursa’ya, Konya’ya gider; İstanbul camilerini dolaşıp kapı şekillerini inceler ancak ilhamı ona bir gece küçük bir İstanbul camisinin yana doğru kaydırılmış perdesi verir. Böylelikle altı metre yüksekliğe ulaşan kapının kiriş taşından bir buçuk metre aşağıda başlamak üzere, iki tarafın taş perdelerinin birbirinden pek az farklı bir nispetsizlikle asıl kapı boşluğunu oluşturması fikrine ulaşır.

Peki, bu durumda ortaya çıkan 720 m2lik holü ne yapacaktır? Bir parmaklıkla ikiye bölse de boşluk hâlâ sıkıntı uyandırmaktadır. Oğlunun arkadaşlarına ait mimari mecmualarında gördüğü birkaç resimden yararlanarak parmaklığın tam orta yerine, her biri başka bir istikamette giden ve tıpkı mazotlu gemilerin bacalarına benzeyen dört büyük sütun koymaya karar verir İrdal. Ne var ki sütunlar bir üst katın gerekliliğini ortaya koymaktadır. Böylelikle tasarım bir üst kat oluşturacak şekilde yeniden ele alınır.

Binanın kamu parasıyla yapılacak olması, açıklıkları ve yükseklikleri gönlünce geliştirme rahatlığını sağlar İrdal’a. Çocukluğu ve gençliği Edirnekapı’da, mahalle evleri ve konaklarda geçen İrdal’ın tasarımı, 1950 ila 70’ler arasında popüler olan Brütalist mimari kapsamında değerlendirilebilir, tıpkı Tercüman binası gibi.

Bir yıl kadar önce gidip Tercüman binasını gezdiğimde, yapısında enstitü binasının karakteristik özelliklerinin bazıları açıkça anlaşılır geldi bana, bazıları ise zamanın tülüyle tanınmaz hâlde göründü. Taç kapı, daha sonra serbest bir şekilde değerlendirilmesi gereken ikinci kat, camla kaplı iç avlu... Kendi içine kapanık, anıtsal bir etki uyandıran iki bina arasındaki benzerlik bir şehir efsanesi olsa bile ilgili bir bakışın bu benzerlikler üzerinden bağ kurması anlaşılır.

Eğer esinlenme şehir efsanesi değil de gerçekse Ilıcak’ın roman dünyasında bile varlığı yadırganan bir binanın bir benzerini gerçek hayata taşıma riskini göze almasının ne denli çarpıcı olduğu açık. Bir romanda geçen projeden esinle inşa edilmiş kaç bina örneği var dünyada...

Gerçi Tercüman’da 1985-1991 yılları arasında kültür sanat yönetmenliği yapan Beşir Ayvazoğlu iki bina arasında böyle bir ortaklık olduğunu daha önce hiç duymamış. Ancak Âlim Kahraman bina inşa edildikten sonraki yıllarda İstanbul’da katıldığı edebiyat ortamlarında bu bağdan söz edildiğini hatırlıyor. Bu konuşmalar bir yakıştırmadan ibaretse de 70’lerde kurulmuş bir bağın sonraki otuz yılda hiç kurulmamış olması şaşırtıcı.

İki bina arasındaki bağdan durduk yere niye söz edilmiş olsun. İrdal’ın projesi Tercüman binasına ne ölçüde yansımış, bu binanın iç dünyasında aradan geçen yarım asra yakın sürede ne tür değişiklikler yapıldı? Bu konuda bir akademik çalışma yapılabilse keşke.

DİPNOTLAR

1 Seval Şahin (2019): Talih, Tesadüf ve İrade-Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romancılığı Üzerine Düşünceler, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 99-100.

2 Atilla Yücel (1985): “Tercüman Gazetesi Binası: Mimarlıkta İşlev, Simge, Biçim İlişkileri Üzerine”, Mimarlık, s. 29-32.

3 Ahmet Hamdi Tanpınar (2021): Saatleri Ayarlama Enstitüsü, İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 362.

Tercüman Binası
Tercüman gazetesi
Ahmet Hamdi Tanpınar
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Hayri İrdal
Mimari
Cihan Aktaş
Sayı 012

BENZER

İki denizi ve bir boğazı olan şehrimizde halkın denizle kaynaşması, 1920’li yıllarda İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar sayesinde başlıyor. Plajlar, 1930’larla birlikte, vapur işletmesi Şirket-i Hayriye’nin Boğaz’ı hareketlendirerek vapur seferlerini arttırmaya yönelik çalışmalarının da yardımıyla yavaş yavaş şehrin yaşam kültürü defterine adını yazdırıyor.
Diyaloglarıyla Türk televizyon tarihinde kendine ayrı bir yer edinen Leyla ile Mecnun’un yaratıcısı Burak Aksak, Suriçi eski İstanbul’da doğup büyüyenlerden. Onun kalemine çocukluğunun, mahalle anılarının ve yitik güzel zamanların nostaljisi sinmiş sanki... Son olarak senaryosunu yazdığı ve Netflix platformunda gösterime giren dizisi 50 Metrekare’de de bunu yaptı ve kentsel dönüşümün kıskacında bir mahallenin ve kimlik kargaşasında bir adamın iç içe geçmiş hikâyesiyle karşımıza çıktı. Aksak “gerçek İstanbul”da geçen çocukluğunu ise İST için kaleme aldı.
1956’da başlayan ve dönemin başbakanı Adnan Menderes’in “İstanbul’u bir kere daha fethedeceğiz” şiarıyla yönettiği imar operasyonları, tarihî yarımadadan Yeşilköy’e, Tophane’den Beykoz’a kadar kentin her yerinde büyük bir değişime yol açtı. İstanbul’u dev bir şantiyeye dönüştüren ve dört yıl kesintisiz süren imar operasyonları şehrin yalnızca görüntüsünü değil kimliğini de değiştirecek, eskinin kozmopolit Doğu Akdeniz kenti, yerini ulusal bir metropole bırakacaktı.