İlk diskoteğin hikâyesi

21 Şubat 2024 - 15:10

Yıl 1967, 18 yaşındayım. İstanbul’un nüfusu 1,5 milyon, insanlar birbirini tanıyor, birbirine “Günaydın” diyor veya selam veriyor. Nişantaşı’nda anneannemlerin yedi kardeş olarak büyüdükleri evin ve hâlâ aynı adı taşıyan sokağın kesiştiği Hacı Emin Sokağı paralelindeki Poyracık Sokak, no. 51 Çamlıbel Apartmanı’nda oturuyorum. Apartman kapımızla Amerikan Hastanesi’nin neredeyse art deco stile sahip üç katlı binasının giriş kapısı karşı karşıya. Uzun süre sokaktaki tek araba dayım Profesör M. Fahrettin Ardan’ın gri Peugeot 403’ü. Amerikan Hastanesi’nin arkasında kalan arazide hiç yapılaşma yok, kuzuların, koyunların beslendiği çiçekli böcekli çayırlar var. The Beatles çıkalı dört yıl olmuş. Kız arkadaşlarımızla buluşmak veya eğlenmek için Rumeli Caddesi’ndeki Ömür Pastanesi veya çevredeki tek konser salonu olan Galatasaray Lisemizin Tevfik Fikret Salonu var. 

Nereden duyduğumu net hatırlamıyorum ama birdenbire gençler arasında İstanbul Elmadağ’da Club 33 adında bir diskotek açıldığı haberi dolaşır oldu ve birbirini iyi kötü tanıyan, enerjisi bol, dünyayı yakından takip eden bir grup yaşıtımla mekâna gitmeye başladık. 

Anılarıma geçmeden önce diskotek kelimesinin kaynağına inmek isterim. Bu sözcük Eski Yunancadan, diskos ve theke’den geliyor yani disk deposu/plak deposu demek oluyor. Diskotek tasarımının ise şöyle ilginç bir hikâyesi var: II. Dünya Savaşı’nda Naziler Fransa’yı işgal edince canlı müzik yapanlar -ki çoğu Amerika’dan geliyordu- siyasi ve ekonomik nedenlerle memleketlerine geri dönerler, ortada orkestra kalmayınca eğlence yerleri de kapanır. Akıllı bir Fransızın arkadaşlarıyla eğlenmek için plakçalarını ve plaklarını evinin bodrumuna indirmesiyle diskotek ortaya çıkar. 

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak 1947 yılında Paris’te ilk diskotek “Whisky a GoGo” ismiyle açılır. Dans pisti, renkli ışıklar ve müzikteki kesintileri önlemek için iki adet pikap, modern diskoteklerin vazgeçilmezleri olur. Paris’ten 13 yıl sonra 1960’ta Londra’da açılan Annabels ise İngiltere’nin ilk diskoteğidir.

CLUB 33’ÜN VE 1967’DEN BERİ DÜNYANIN EN İYİ PROFESYONEL PİKABI: THORENS TD 124/LL

CLUB 33 DOĞUYOR 

1966 yılında Club 33 adlı İsveçli bir turizm şirketi İstanbul’a turist getirmeye başlar. Turistler gün boyu Topkapı Sarayı, Sultanahmet ve Adalar’da dolaştırılır fakat bir sorun vardır: Akşam eğlenmek, dans etmek için mekân bulamazlar. Maksim’de Türk sanat müziği dinlemekten hazzetmeyecekleri açıktır. Her Avrupalı genç gibi onlar da güncel müzik çalan bir diskotekte dans etmek ister. Ne var ki İstanbul’da modern anlamda bir diskotek yoktur. 

Bu sorunu çözmek için İsveçli turizm şirketi Club 33, Türk ortağı ABC Turizm’le bir projeye girişip sadece İsveçli turist gruplarının talebini karşılayacak özel bir diskotek açmaya karar verir ve böylece Hilton’un çıkışında, Cumhuriyet Caddesi üzerindeki bir apartmanın bodrum katını kiralayıp sadece kendi müşterilerinin girebildiği ilk diskoteği açarlar. Yanlış adrese gidilmemesi için de adını Club 33 koyarlar. 18- 22 yaş aralığındaki yerinde duramayan gençler de bu oluşumun farkına varır. Ben de onlardan biriydim…

Ne yapıp edip içeri sızmayı becerebilen bizler için paha biçilmez bir hediye olan Club 33 sayemizde öyle bir ivme yakaladı ki İstanbul, eğlence sektöründe dünyayı yakalamakla kalmadı, fark bile attı. Kulübü kısıtlı bir kullanım için açan acenta, içeri girenin gece boyu çıkmadığını görünce işin ticari boyutunun farkına vardı ve benim de aralarında olduğum yüz elli kişiye kulübün anahtarını dağıtarak bizleri üye yaptı. Sadece üyelerin girebildiği bu mekânda güneş görmeden yaşayacağımız beş yıllık bir gece hayatı başlamış oldu ve çoğumuzun üniversite eğitiminin sonuna kadar da böyle devam etti.

DAĞHAN BAYDUR, 1971

MÜDAVİMLİKTEN DİSKJOKEYLİĞE 

Club 33 grubunun sosyetik bir karakteri yoktu. Mekânın müdavim dokusu kentsel kültüre bağlı bir homojenlik yansıtıyordu. Hepimiz dış dünyayı takip eden, okumuş ailelerin çocuklarıydık. Orası cebimizde anahtarını taşıdığımız evimiz gibiydi ve içeride ters bir olay yaşanmazdı. Club 33’te politika konuşulmaz, müzik dinlenirdi. Dünyadaki sanat olaylarının yanı sıra basketbol/voleybol da konuşulurdu. Şimdi Lütfi Kırdar’ın adını taşıyan, bir zamanların Spor Sergi Sarayı’ndaki basketbol maçlarından sonra topluca Club 33’e gittiğimizde dans pistinde basketbol maçı yaptığımız bile olurdu. 

Müdavimlikten diskjokeyliğe geçmemle Club 33 iş yerim oldu. Amerikalı bir plak fabrikasıyla anlaşmıştık. Orada basılan tüm plaklar daha haftasında elimize geçerdi. Böylece daha dünya listelerine girmemiş, radyolarda bile duyulmamış parçaları seçip çalabiliyordum. Dünyanın hiçbir diskoteği yeni çıkan plakları bizim kadar erken çalamıyordu. İstanbul’daki plak şirketleri her gece bir çalışanlarını Club 33’e yolluyor, çaldığım repertuvarı takip edip basılacak plakları seçtiriyordu. Unkapanı’nda yeni filizlenen yerli endüstri Club 33’e bağlı yatırım stratejisi geliştiriyordu. 

Diskjokeylik henüz bilinmeyen bir uğraştı o zamanlar. Kulüpte çalışmak, farkında olmadan yaşıtlarımdan birkaç adım ileri gitmemi ve hızla olgunlaşmamı sağladı. Repertuvarımda her tür müzik vardı. Kendi de piyano çalan sevgili annem Hayriye Sacide, beş yaşımdan başlayarak beni her hafta Taksim Bahçesi’ndeki konser salonunda Cemal Reşit Rey’in kurduğu Şehir Orkestrası konserlerine götürmüştü. Bu da bana çok iyi bir müzikal altyapı sağlamıştı. Annemin bu yönlendirmeleri sayesinde, sevdiğim ve sevmediğim müzikleri ayırt edebiliyor, vasat plakları es geçiyor ve “çok iyi müzik çalan adam” olarak tanınıyordum. Yardımcım da liseden devre arkadaşım ve ünlü müzisyen Sadi Işılay’ın oğlu, caz üstadı Cengiz Işılay’dı.

CLUB 33, 1960’LAR SONU. (SOLDAN SAĞA) DAĞHAN BAYDUR, ERDAL KIZILÇAY, ATİLLA ŞEREFTUĞ, OLCAYTO AHMET TUĞSUZ, KEMAL TURSAN (ARKADA)

Programları bittikten sonra Club 33’e gelen birçok müzisyenle gece boyu aletleri değişerek doğaçlama çaldığımız da olurdu. Diskotekte canlı müzik yapma fikri Londra’da üyesi olduğum Speak Easy’den aklıma gelmişti. Oxford Street’in paralelindeki Margaret Street’teki üyelere özel diskotekte de neredeyse her akşam pek bilinmeyen ama olağanüstü gruplar çıkardı. Club 33’te bazı günler gece yarısına kadar başta klasik müzik olmak üzere dans müziği dışında seçtiğim her türden müziği çalardım, klasikte önceliği her zaman Beethoven’a verirdim. Üyeler bu durumu hiç yadırgamaz, müzik dinlemeye geldiklerini bilirdi. Bir türlü eve gitmek istemeyen üyeleriyse -çalışanları korumak için- korku filmi müziklerinin yer aldığı LP ile uğurlardım. İlk parçayı duyan mesajı hemen algılar ve hızla mekânı terk ederdi. 

Her güzel şey gibi Club 33 devrinin de sonu geldi. Biz işletmeden çekildikten sonra patronlar yola aynı şekilde devam etmedi. Üyeliğin kaldırılıp herkese açık bir hâle getirilmesi mekânın kimyasını bozdu. Club 33 yüzlerce diskotekten biriydi artık. Şubeler açıldı ama yalnızca 150 üyenin bildiği gizli sanat merkezi kimliğiyle hiçbir benzerliği kalmadı. 

Bugün takip edebildiğim kadarıyla İstanbul’da Club 33’le aynı çizgide bir diskotek yok. Varsa bilenler lütfen haber versin.

Son olarak İngiliz The Guardian gazetesinde dansla ilgili okuduğum bir yorumu kendim de bir şeyler katarak paylaşmak istiyorum: Dans, sadece balenin, balo salonlarının, etnik ve çağdaş dans dünyasının olağanüstü profesyonelleri için değil, aynı zamanda tüm yaş ve kültürlerden gelen ve sadece dans etmekten keyif alanlar için çok önemli. Bizim de Anadolu halk oyunlarımız dâhil, dans etmek olumlu, iyimser ve demokratiktir. Dünyanın daha iyi ve daha mutlu bir yer olabileceği fikrini yeşertir. Bunlar zor zamanlarda çok yararlı fikirlerdir.

DAĞHAN BAYDUR

DAĞHAN BAYDUR KİMDİR? 

Henüz 4,5 yaşındayken annesiyle birlikte Cemal Reşit Rey’in kurduğu Şehir Orkestrası’nın konserlerine giderek klasik müzikle tanışan Dağhan Baydur, Galatasaray Lisesi’nde öğrenim gördüğü yıllarda The Beatles’ı keşfedince -üstelik The Beatles çıktıktan çok kısa bir süre sonra- okulda “The Young Beatles” ismini verdiği grubu kurar. 

1978 yılında ilk bestesini yapar. Orijinal adı “Darling” olan İngilizce sözlü bu bestenin Eurovision yoluna girmesi sonucu Dağhan Baydur’un yakın arkadaşı edebiyatçı Hulki Aktunç şarkıya Türkçe söz yazar. “Sevince” ismini alan şarkı, 900 parça içinden ilk beşe kalır ve sonunda Paris yolcusu olmaya hak kazanır. Paris’te Eurovision’da ülkemizi temsil eden ekip Dağhan Baydur, Olcayto Ahmet Tuğsuz, Zeynep Tuğsuz ve Nilüfer’den kurulu Grup Nazar’dır. 

Dağhan Baydur’un The Beatles tutkusu devam etmektedir öte yandan. Baydur, 1999 yılında Fuat Güner ve Erdal Kızılçay’la kurdukları D.E.F Orkestra’nın bir albümünü Liverpool Belediyesi’ne yollar ve bunun üstüne grup Kraliçe’nin danışmanları tarafından 2002 yılındaki Jubilee Konseri’ne davet edilir. Liverpool’da iki konser verirler ve Baydur, Kraliçe’den teşekkür mektubu alır. 

Dağhan Baydur, 1980 yılında İngiliz Telif Hakları Meslek Birliği’ne besteci olarak üye olur, ardından 1986 yılında Türkiye’nin ilk müzik yayım şirketi olma özelliğini taşıyan Müzikotek’i İstanbul’da (ve Londra’da) kurar. Türkiye’nin ilk müzik meslek birliği olan MESAM’da Yönetim Kurulu üyesi olarak görev alır. 1999 yılında ülkemizin müzik alanındaki ikinci meslek birliği olan MSG’yi kurar ve 2003’e kadar başkanlığını yürütür. 

Pek çok besteye, film ve reklam müziğine imza atan Dağhan Baydur’un dillere pelesenk “Galatarasay Marşı”nda da “parmağı” olduğunu belirtmek gerek. Baydur, bestesi Selim Andak’a, sözleri Uğur Gürtunca’ya ait olan marşın yapımını üstlenir. 

Dağhan Baydur, dünyada bir spor kulübü için bestelenmiş ilk senfoni olma özelliğini taşıyan “Galatasaray Senfonisi” (bestesi Kamran İnce, sözleri İzzeddin Çalışlar'a ait) için ise “Profesyonel müzik hayatımın en mutlu ve bana gurur veren olayıdır" diyor.

Club 33
Gece kulübü
Gece Hayatı
İstanbul gece hayatı
Dağhan Baydur
Müzikotek
Müzik
Sayı 017

BENZER

Aksaray, tarihi Bizans'a dayanan, İstanbul’un en köklü semtlerinden. Doğma büyüme Aksaraylı olan yazar Önder Kaya'nın anlatımıyla bu kadim muhite daha yakından bakıyoruz.
Neşeli, dinamik, çalışmayı seven, içinden geldiği gibi konuşan bir oyuncu Ecem. Sahne ışığını iyi alan ama o ışığın göz kamaştıran büyüsüne aldanmayanlardan biri. Doğal, neyse o...
"Artık sabahları erkenden kalkıyorum. Eskiden yattığım saatlerde uyanıyorum yani" diyor ve gülüyor Teoman. Rock’n roll felsefesinin ona neden korkutucu geldiğini, artık neden “arıza adam” gibi görünmek istemediğini, “yarı emekliyim” derken neyi kastettiğini, neden asla bir sahil kasabasına yerleşemeyeceğini ve çok daha fazlasını Tolga Akyıldız’a anlatıyor.