Onuncu yıl kutlamalarının anlamı

02 Eylül 2020 - 10:12

Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) deneyimi iktidardaki Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) için çok öğretici olmuştur. 1930 sonbaharındaki belediye seçimlerinde SCF büyük çapta oy almış, ama seçimi kazanmaları engellenmişti. Ancak seçmenin yeni partiye verdiği destek, Halkçılara Kurtuluş Savaşı’ndaki zaferle Lozan Antlaşması’ndaki kazanımların kendilerine sağladığı siyasal meşruluk sermayesinin artık tükenmiş olduğunu gösterdi. Ekonomik açıdan hâlâ 1914’teki seviyesine ulaşamamış ve 1929’da başlayan dünya krizinden gayet olumsuz etkilenmiş olan Türkiye toplumu, refah istiyordu. Bu ise hem Türkiye’nin o günkü olanaklarının yetersizliği hem de etkisi hâlâ süren dünya krizi nedeniyle, kısa sürede tatmin edilmesi mümkün olmayan bir beklentiydi. Bu yüzden CHF, ideolojiye yönelerek milliyetçiliğe vurgu yapmaya başladı. Türk Tarih Kurumu (1931) ile Türk Dil Kurumu’nu (1932) oluşturarak bunların ürettikleri tezleri eğitim kurumları aracılığıyla topluma iletmeye koyuldu. Okul çağını aşmış olanlar için bu işlevi görecek olan Halkevleri de 1932’de kuruldu.

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın bu yeni meşruluk arayışında ideolojinin yanı sıra yoğun bir de propaganda seferberliği başladı. Bu seferberliğin amacı, devrimi topluma anlatıp sevdirmekti. Şunu unutmamak gerekir ki, 1912’den 1922’ye kadar on yıl boyunca savaşmış ve üst üste gelen üç savaşın maddi ve manevi olumsuzluklarını henüz üzerinden tümüyle atamamış bir toplum vardı ve bu topluma dört beş yıl içinde, zamanının ölçümünden kılık kıyafetine, okuma yazma alışkanlıklarından kadın erkek ilişkilerine, ancak ufacık bir şehirli azınlığın yadırgamadığı yepyeni bir gündelik hayat dayatılmıştı. Bütün bu yeniliklerin ne anlama geldiğinin, toplumun bunlardan nasıl bir yarar sağlayacağının, yeni Türkiye’nin eskisine oranla nasıl daha iyi bir yolda olduğunun açıklanması lazımdı. Kısacası, devrimin topluma mal edilmesi gerekiyordu. Aksi takdirde parti, Gazi Mustafa Kemal’in CHF’nin 1931 Kongresi’nin açılışında gösterdiği hedefe ulaşamayacak, “milletin muhabbet ve itimadının [partinin] üzerinden eksik olmamasını” sağlayamayacaktı.

Fotoğraf: Weinberg Onuncu Yıl Albümü, İBB Atatürk Kitaplığı

Söz konusu propaganda lise son sınıflarda okutulan tarih dersiyle başladı. Liseler için hemen 1931 yılında basılan yeni tarih kitaplarının dördüncü ve son cildi Türkiye Cumhuriyeti tarihine ayrılmıştı. Millî Mücadele’nin ayrıntılı bir anlatısıyla başlayan kitap, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilenlerle sürüyordu. Kitabın bir özelliği de metin kısmına serpiştirilmiş birçok fotoğrafın yanı sıra tam 132 sayfalık bir fotoğraf eki olmasıydı. Bu ekte 1923’ten beri yapılmış olan bütün reformlara ilişkin görsel malzeme sergilenmekle kalınmamış, yeni yapılan demiryollarının, fabrikaların, eğitim ve sağlık kurumlarının fotoğrafları da verilmişti. Ama asıl ilginç olanı, “eski”yle “yeni”nin karşılaştırmasını veren fotoğraf çiftleriydi. Bunlarda düzensiz eski okul ile pırıl pırıl yeni okul, eski harflerin karmaşık dizgi kasasıyla yeni harflerin daha kullanışlı, basit kasası, eski dönemin güven uyandırmayan zaptiyesiyle yeni dönemin çakı gibi jandarması yan yana verilerek toplumsal dönüşüm gösterilmeye çalışılıyordu. Bu tür karşılaştırmalar iki yıl sonra, Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarında da kullanılacak, resmigeçitlere katılan birçok at arabası ve kamyon üzerinde eski ve yeniyi gösteren sahneler canlandırılacaktı.

 İsmail Hakkı (Tonguç) Bey'in 1933'te tasarladığı, Cumhuriyet Halk Fırkası'nın altı oklu bayraklarıyla yapılan Onuncu Yıl yürüyüşü (Fotoğraf: Cengiz Kahraman Arşivi)

Onuncu yıl kutlamalarına yaklaşılırken resmî çevrelerde görülen bir özellik de Sovyet Rusya ve İtalya’ya ilişkin ilgi ve meraktır. Nitekim 1930’ların hemen başlarında, Başbakan İsmet Paşa’nın bu iki ülkeye yaptığı ziyaretlerin de katkısıyla, komünist Rusya ve faşist İtalya’yla ilgili bir dizi kitap yayımlanmıştı. Öyle görülüyor ki, kendileri de birer devrim yapmış bu iki ülkedeki yönetimlerin büyük halk kitlelerini harekete geçirişlerine Ankara’dan biraz gıptayla bakanlar olmuştur. Ama CHF yönetimi ne toplumu olur olmaz nedenlerle caddelere, sokaklara dökmek ne de çoluk çocuğa Sovyetler Birliği’nin komsomolları ya da İtalya’nın balillaları (veya daha sonra Almanya’da ortaya çıkacak olan Hitlerjugend) gibi üniforma giydirip militarist bir hava yaratmak istemiştir. Ancak bu örneklerden ilham alınarak yapılan bir şey olmuştur ki, o da CHF’nin altı oklu bayrağıdır. Bilindiği gibi parti, Mayıs 1931 Kongresi’nde kendisine ilk kez kapsamlı bir program oluştururken altı temel ilke benimsemişti. Ne var ki, bu yapıldığında henüz “Altı Ok” diye bir formül ortaya atılmamış olduğu gibi, partinin kendisine bir simge ya da günümüzün deyimiyle “logo” arayışı da olmamıştı. Bu, 1933 yılında, yani onuncu yıl kutlamalarına çok az bir süre kalmışken ortaya çıktı ve o sıralarda Gazi Eğitim Enstitüsü’nde Resim-İş Bölümü’nün kurucu hocası olarak çalışan İsmail Hakkı (Tonguç) Bey’in altı ilkeyi temsil eden çizimi üzerine benimsendi. Böylece Türkiye, Cumhuriyet’in onuncu yılını ulusal bayrakların yanı sıra çok sayıda parti bayrağına da bürünerek kutlayacaktı. 

CHF’nin bir tek parti simgesi ve bayrağıyla yetinerek, değindiğimiz ülkelerdeki neredeyse sürekli seferberlik haline pek yüz vermemesinin nedeni, Türkiye’de yaşanan devrimin, İtalya ve Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, Batı dünyasını temsil eden birçok ülkede o sıralarda hâlâ sürmekte olan siyasal yapıdan uzaklaşmayı hedeflemeyen, tam tersine, o siyasal yapıya eklemlenmeyi amaçlayan bir devrim olmasıdır. Bunu da Türkiye’nin ne Sovyetler Birliği gibi bütün dünyanın kendisine düşman olduğuna inanarak sürekli tetikte durmak ne de İtalya gibi büyük bir güç olma yolunda yapılacak fetihlere hazırlanmak ihtiyacı duymamasıyla birlikte düşünebiliriz. Nitekim Türkiye, çevresindeki ülkelerle olan dostça ilişkilerinde tarihinin en parlak dönemini 1930’larda yaşayacak ve bu iyi ilişkiler zincirini oluşturmaya Anadolu’daki vuruşmaların üzerinden henüz on yıl bile geçmemişken, 1930 yılında Yunanistan’la başlayacaktı. Bunu Milletler Cemiyeti’ne giriş (1932), Balkan Paktı (1934), Sovyetler Birliği’yle dostluk ve tarafsızlık antlaşmasının on yıl için yenilenmesi (1935), Montreux Boğazlar Sözleşmesi (1936) ve Sadabad Paktı (1937) izleyecekti.

Yeni Türk alfabesinin Onuncu Yıl kutlamalarındaki temsili (Fotoğraf: Cengiz Kahraman Arşivi)

Onuncu yılın öncesinde ve sonrasında Türkiye’nin dış ilişkilerinde görülen bu yoğunlaşmanın 1930’larda gerçekleşmesini yalnızca Avrupa politikasının o dönemde yeniden gerilmesiyle ve yavaş yavaş yeni bir genel savaşın eşiğine gelindiğinin anlaşılmasıyla açıklayamayız. Ankara Hükümeti’nin 1920’lerdeki öncelikleri de dış ilişkilerin, yani en genel anlamıyla güvenlik konusunun 1930’lara bırakılmış olmasını açıklayan bir etmendir. Ankara’nın gündemini 1920’lerde önce siyasal devrimin, ardından da toplumsal ve kültürel devrimin gerçekleştirilmesi belirlemişti. Nitekim uluslararası ölçülerin kabulü, Soyadı Kanunu ve kadınların seçme ve seçilme hakkına kavuşmasını saymazsak, 1929 dünya krizi patlak verdiğinde Türk devriminin toplumsal ve kültürel boyutu yasama düzleminde neredeyse tümüyle tamamlanmıştı. Yeni rejim artık dış politika ve ekonomik gelişme meselelerine odaklanabilirdi.

Gerçi Türkiye, 1920’lerde de başta çimento fabrikaları, şeker fabrikaları ve demiryolları olmak üzere, önemli birçok yatırımda bulunmuştu. Ama Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren altı yıl boyunca korumacı bir gümrük politikasına izin vermemesi, ciddi bir ulusal sanayi atılımına köstek olmuştu. Bu kısıtlama, ilginç bir rastlantı sonucunda dünya ekonomik krizinin patlak verdiği 1929 yılının bitmesiyle sona erecekti. O günlerde Ankara’da hummalı bir faaliyet, çok boyutlu bir iktisat politikası arayışı başlamıştı bile. Nitekim daha SCF kurulmadan aylar önce devletçilik vurgusu yapılmaya başlanmıştı. Yeni parti kurulur kurulmaz da hükümetin devletçiliği iktisat politikası olarak benimsediği açıklandı. Özel sermaye birikiminin çok zayıf olduğu ülke, devletin kuracağı işletmelerle zenginleşecekti. Bunun için nasıl bir yol tutulacağı da uzun uzun tartışıldıktan sonra, Cumhuriyet’in onuncu yılında, ertesi yıldan itibaren uygulanacak olan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı kabul edildi.

29 Ekim 1933 tarihinde yedi parçadan oluşan bir Onuncu YıI pul serisi tedavüle çıkarılmıştı

Elimizde, bu ekonomik atılımın onuncu yıla damgasını vurduğunu iddia edemesek de Ankara’daki yönetimin onuncu yıla nasıl baktığı konusunda gayet açıklayıcı olan, ilginç bir veri var. Bu, onuncu yılı kutlamak için 29 Ekim 1933 tarihinde tedavüle çıkarılmış olan posta pulu serisidir. O gün için önemli bir tutar olan 1 TL toplam değerindeki seri, yedi puldan oluşuyor, ama yalnızca iki kompozisyon gösteriyor. Pulların dördünde kompozisyon gayet soyut; ufukta güneş gibi ışınlarını yayan bir “10” rakamı var. Diğer üç pulda görülen ise Gazi Mustafa Kemal ve ekonomik yaşam. En sağda, profilden verilmiş bir Mustafa Kemal resmi ve onun alnının üstünden başlayıp boynunun altına kadar inen bir hevenk yaprak var. Ama ilk bakışta kahramanların başına takılan defne yaprağından taç hissi uyandıran kompozisyondaki yapraklar, gayet belirgin biçimde görünen damarları nedeniyle, defne değil tütün yaprakları; yani Türkiye’nin en önemli ihraç maddesi! Ortada, bu kez Romen rakamıyla verilmiş ve gene güneş gibi parlayan bir “on” ve düzgün sürülmüş tarlalar var; bunlar sol yanda da yer yer görülüyorlar. Sol yanda ise ne yok ki! Pulların fiyatlarını çerçeveleyen bir sanayi (kereste) testeresi görüyoruz. Onun hemen yanında dişli çarklar, onların sağında da bir fabrika. Bu grubun sol üstünde de ekinler ve meyve ağaçları...

Kompozisyonu kimin yaptığını bilmiyorum. Ayrıca pulların kimlerin oluru alındıktan sonra basıldığı da meçhulüm. Ama burada Samsun’a çıkışlar, Büyük Millet Meclisleri, Sakaryalar, Dumlupınarlar yok. Batı tarzı şapka ya da Latin alfabesi de yok. Sadece iktisadî etkinlikler var. O güne kadar ekonomik alanda pek bir başarı da kayda geçmiş olmadığına göre, “acaba” diyorum kendi kendime, “güçlü bir ekonomiyle güneşi zapt etmeye mi hazırlanıyor Türkiye?”

Cumhuriyet
Cumhuriyet'in Onuncu Yılı
Tarih
Ahmet Kuyaş
Sayı 003

BENZER

Cumhuriyet İstanbul’unda inşa edilen apartmanlar genel olarak odaları ferah, oturup çay, kahve içmeye müsait balkonlu dairelerden oluşan bahçeli, küçük binalardı. “Müteahhide verme” akımı başlayınca, hele kentsel dönüşüm furyasında, aynı alana olabildiğince çok daire sığsın diye evler kutuya, balkonlar eşiğe indirgendi. Apartmanlar bahçeleri yuttu. Gökyüzüne doğru da yükselmek gerekti. Malzeme yenilendi diye kâr ettik sandık ama koronavirüs hayatı durdurup herkesi eve yollayınca kaybettiklerimizi fark ettik. Şimdi yeniden teras, balkon, bahçe arıyoruz. Yenilenen konut tipi tercihimiz hem sağlığın gerekleriyle hem de geleceğin mimari projelerinin yansıttığı tabloyla uyumlu: İlle yeşil!
Yıkılan eski Galata Yolcu salonu, Amerikalı bir uyuşturucu kaçakçısı tarafından kana bulandığında takvimler 28 Aralık 1968’i gösteriyordu. Yolcu salonunun üçüncü katındaki İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürlüğü’ne getirildiği sırada ateş etmeye başlayan “Camgöz” Gary Bouldin, üç buçuk saat boyunca yüzlerce polise direndi ve dört kişiyi öldürüp altı kişiyi yaraladı.
300 yılı devirmiş bir vampirin itirafları... Zamanında bitcoin’e yatırım yapmadığı ya da Moda’dan bir arsa kapatmadığı için pişmanlık duysa da anılarındaki İstanbul ona “İyi ki kendimi garantiye almak yerine eğlenmeme bakmışım” dedirtiyor.