Üniversitede mimarlık okurken, aynı zamanda davul çalmaya da devam ediyordum. O yıllarda Boğaziçi Üniversitesi’nde de bir grubum vardı. Yıldız’da dersler bitince provalar için Hisarüstü otobüsüne atlayıp Boğaziçi’ne gidiyordum. O yıllarda okullara rahat rahat girilebiliyordu. Şimdiki gibi okul kapısına kelepçe filan da takılmıyordu. Okullar öğrencilerindi. Ben de Yıldız’dan yola çıkıp Boğaziçi’nin güzel manzarasında, bahçelerinde ve kantinlerinde zamanımı geçiriyordum. Bir noktada “Prova saatine kadar boş boş durmayayım” diyerek, derslere de girmeye başladım. Sonuçta kimse “Neden başka bir okulda derse giriyorsun Kaan?” demiyordu. Bu vesileyle mimarlık eğitimi sırasında alamadığım fizik ve kimya derslerine Boğaziçi’nde katılmaya başladım. Bir noktada her şeyin suyunu çıkardığım için bu sefer prova olmayan günlerde de derslere gittim. Fizik ve kimya 101 ve 102 derslerini aldım. Hayattaki her şeyin sebebini oldum olası merak etmişimdir, fizik ve kimya da merak ettiğim çoğu şeyi anlamama vesile oldu. “Atmosfer neden uçmuyor? Denizdeki dalgalar nereye gidiyor? Kütle çekimi nasıl çalışıyor?” gibi sorularıma teker teker cevap bulmaya başlamıştım. Özellikle uzay/zaman dokusu hâlâ en çok merakımı çeken konulardandır... Zaman algısı ve kara delikler falan filan işte özetle...
Mimarlık eğitimim dokuz yıl sürdü, iki okulda da birçok derse girdim, yıllar sonra da Moda’da çay içmeye gelmeye başladım. Eski hanım, daha o yıllarda hanım da değil, kız arkadaşım Nursel, bir gün çay bahçesini geçtikten sonra sola saptığımız bir sokakta bir daire gördü. Balkonda “kiralık” yazıyordu. O yıllarda inanır mısınız 29 yaşındayım. Burası inanılabilir de Moda burnunda 29 yaşında bir insanın bir daireyi kiralayabilecek maddi durumda olması şimdi imkânsız geliyor. Adresi de veriyorum, Nene Hatun Sokağı. Bence İstanbul’un en güzel sokaklarından biridir hâlâ. 29 yaşında girdiğim evden 45 yaşında çıktım. Çok güzel günler, çok korkunç olaylar gördüm. Ülkede zaten bir süre hayatta kalabiliyorsanız sürekli korkunç şeyler görme ihtimaliniz var. Şimdi kötü şeyleri bir kenara bırakıp güzel şeylere geçelim. Kötülüğün sonu yok, en azından güzel şeyleri hatırlayıp biraz avunalım.
SELFİ TÜRBESİ
Yıllarım güzeller güzeli bu sokağa bakarak geçti. Gün geldi emekli bir subay gibi kötü park edenlere kızdım, gün geldi balkonda kuşları besledim. Sürekli sokakta ne oluyor bitiyor takip ettim. Yıllar içinde Nene Hatun Sokak 14 numaradaki bina restorasyona girdi. Eskiden ortasından ikiye yarılmış bir yapıydı. Restorasyon süreci sonunda bina ve bahçesi eski güzel hâline kavuştu. Şimdilerde TEK- Esin Vakfı binası olarak hizmet vermekte olan bu güzel yapı, zaman içinde insanların önünde fotoğraf çektirdiği bir nokta hâline gelmeye başladı. Sabahtan akşama sokağa ve 14 numaraya bakan bir cingöz olduğumdan bu bina önünde selfi çekenler benim de dikkatimi çeker oldu. Sabahtan akşama Moda burnuna kim geliyorsa çıkartıyor telefonunu, çekiyor selfisini. Selfi aşağı, selfi yukarı derken, bu noktaya “Selfi Türbesi” demeye başladım. Sonra ben de bu noktada fotoğraf çekenlerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Gel zaman git zaman bu köşe daha da acayip bir hâl aldı. İstanbul’un çeşitli yerlerinden gelip bu sokakta ve köşede sürekli fotoğraf çekmeye başladı insanlar. Sanki gizli bir güç, insanları bu köşeye ve sokağa çekiyor, insanlar da çekildikçe çekmeye başlıyorlardı. İlk birkaç yıl bu selfi türbesindeki tuhaf duruma gülüyor, orada fotoğraf çektirenlerle kendi kendime dalga geçiyordum. İnsan her gün gördüğü, önünde olan güzelliğin çoğu zaman farkına varamıyor. Aynaya bakıp kilo aldığınızı ya da saçınızın uzadığını fark edememeniz gibi bir şey. Birkaç yılı böyle sarkastik hareketler içinde geçirdikten sonra bir gün, eve dönerken beni bir şey dürttü. Tam da dalga geçtiğim insanlar gibi 14 numaranın önünde durdum. Gün batımı şov başlıyordu. Güneş İstanbul’un en güzel yerlerinden Tarihî Yarımada’nın oralardan batarken, İstanbul’un başka bir güzel yerinde gökyüzünü kıpkırmızı bir hâle sokuyor, insanda tuhaf bir şekilde fotoğraf çekme hissi hasıl oluyordu. Gün batımına denk geldi mi telefonunu çıkarıp o anın fotoğrafını çeken insanları bilirsiniz. Belki siz de onlardan birisiniz. Neyse, lafı uzatmayayım, İstanbul için like vaktiydi tam anlamıyla. Telefonumu çıkardım, gezen tavuk yumurtasına benzeyen saçsız ve kel kafamı (kellik ve saç yetmezliği birbirinden ayrı kavramlardır oysaki) arkamdaki güzel bahçeli ev ve ağaçların ortasına getirip yıllar sonra selfi türbesinde ilk selfimi çektim ve o anda bir aydınlanma yaşadım. Evet, bir noktada batan güneş gözüme de giriyordu fakat çok değişik bir hisle ruhum âdeta bol unla ve oklavayla açılmış bir hamur gibi olmuştu. O anda zaman âdeta durmuş, sonsuzluk denizine ayaklarımı sokmuş gibi hissetmiştim. Çektiğim fotoğrafa bakmak için telefonumu kontrol ettiğimde ise hayretten çenemi yere düşürecektim! Tek bir fotoğraf çekmiştim ve bir anda 20 dakika geçmişti! Bu nasıl olabilirdi? Neler oluyordu? Acaba kafam mı iyiydi? Hayretler içinde bu saçmalığı kontrol etmek için artık günün son ışıklarını da kullanarak bir selfimi daha çektim. O da ne? Yine ruhumda tuhaf bir okşanmışlık, garip bir huzur, ayaklarımın yerden kesilip bulutların üzerine konması, vücudumda kedilerden oluşan bir yatakta yatmaya benzer bir sıcaklık hissi oluşmuştu. Telefona yine baktım. Güm! Bir 20 dakika daha gitmiş... Vay anasını sayın seyirciler...
Bu durumu acilen çözmem lazımdı. Koşa koşa eve döndüm ve hafıza adını verdiğim şahsi zaman makineme atladım, hemen Boğaziçi’nde okumadığım hâlde aldığım fizik derslerine gittim. Birkaç günlük uğraşın ardından bilimin ışığında bir gizemi daha çözmenin keyfiyle sizlere bu satırları yazıyorum.
Durum şu: Selfi türbesi olarak bahsettiğim bu alan, Nene Hatun Sokak’ın tam denize bakan köşesi, insanların fotoğraflarını çekip internete yüklediği bir konum. Bu noktada o kadar fazla cep telefonu faaliyeti oluyor ki, baz istasyonlarına ulaşmaya çalışan cep telefonlarından çıkan elektromanyetik dalgalar, uzay/zaman dokusunda bir göçük oluşturuyor. Aynı mikro bir kara delik gibi. İnsanlar telefonlarını çıkardıkça gün içinde bu yüksek yer çekimli alanın da gücü değişiyor. Tabii en fazla fotoğraf çekilen anlarda bu çekim kuvveti zamanı ve uzayı daha fazla büküyor.
Uzun lafın kısası sevgili okur: Hayat kısa, bazen daha da kısa. O yüzden siz de fırsat bulursanız Moda’ya gittiğinizde Nene Hatun Sokağı’na bir gidin, gün batımına doğru sevdiklerinizle birlikte fotoğraf çekin, ruhunuzu elektromanyetik oklavaya teslim edin, anı yaşayın, zamanı yavaşlatın. Köşedeki elektrik direğinin üzerinde, tam da göz hizasından benden de bir mesaj bulacaksınız, sakın şaşırmayın. Dediklerine göre hâlâ gün batımı saatlerinde bir balkondan o köşeyi ve oradaki insanları izleyen bir kel silüeti görünür, fotoğraf çekenlerle kendince dalga geçermiş. Ona da çok şey etmeyin. Saçı yok, gözleri de bozuk zaten, yazıktır.