Çağdaş müziğimizin öncüsü: Cemal Reşit Rey

23 Ağustos 2023 - 12:32

Yağmurlu bir sabahta Beşiktaş’taki Serencebey Yokuşu’nu tırmanıyorum. Sonunda karşıma Yasemin Apartmanı çıkıyor. 1 numaralı zile basıyorum.

Kapıyı açan nazik kişi belli ki köklü bir Osmanlı beyefendisi: “Ooo buyursunlar efendim. Hoş geldiniz, safalar getirdiniz” diyerek beni içeri buyur ediyor.

İlk karşılaştığım görüntü o küçücük dairenin içinde çok yabancı duran, eski zamanların kocaman bir Nişantaşı konağından artakalmış eşyalar: Yerden tavana büyük bir ayna, çevresi sarı yaldızlı kabartmalarla bezenmiş. Kim bilir konağın konuklarından hangi büyükelçileri, hangi devlet adamlarını, önemli tiyatrocuları, dünya çapında piyanistleri, bestecileri yansıtmış! Kimlerin şarkılarını dinlemiş, kimlerin piyano yapıtlarını duymuş! Şimdi hepsi “öbür âleme intisap” etmiş kişiler.

Cemal Bey koltukların üstlerine serili bej rengi örtüleri kaldırmaya çalışıyor. Zarif ama ipek döşemesi sararmış, yer yer eprimiş kanepede yan yana oturuyoruz. Safa geldiniz merasimi bitince önce pederini ve validesiyle evlenmesini, sonra mutasarrıf olarak Kudüs’e tayinini ve kendisinin orada dünyaya gelişini anlatıyor. Sanki her olaya tanık olmuşçasına gözlerindeki parıltıyı eksiltmeden, son derece canlı konuşuyor.

Ailesinin tüm fertleri ölünce Nişantaşı, Şair Nigâr’daki o dillere destan, görkemli konağı satıp Beşiktaş, Serencebey Yokuşu’ndaki küçücük apartman dairesine sığışmak Cemal Bey’e ağır gelse de bunu hiçbir zaman belli etmiyor; yeni yaşamını sokağın geçmişteki “saraylı” görkemiyle özleştirip kendini avutuyor. Soyundaki kimliğine hiç yaraşmayan bu koşulları görmezlikten gelebilmek için bir düş dünyasına sığınmış.

İslam dinini gayet iyi tanıyordu. Bizim söyleşimiz sırasında Serencebey Camii’nden ikindi ezanı okunmaya başlamıştı. O da söyleşimizi keserek ezana kulak kabarttı ve: “Hay Allah, yine yanlış makamda okuyor!” diyerek öfkelendi. Aslında müezzin onun dostuymuş, çok kez karşı karşıya sohbet ederlermiş. Meğer o andaki ikindi ezanı “rast” makamında okunacağına akşam ezanına ait “segâh” makamında okunmuş! Ben de böylece o gün, her ezanın ayrı makamda okunması gerektiğini öğrenmiştim.

Yaşam öyküsünü anlatmaya devam ederken Cemal Bey’in bir “hayal dünyası” içinde yolculuğa çıktığını fark ettim. O dünyanın perdelerini müzik âleminin notalarıyla örmüş, aradan sızan yaşam gerçeklerine de pek fazla itibar etmemişti. Osmanlı geleneğinde, Fransız zevkinde ve hep o eski konağın “sırça köşk” tılsımında yaşıyordu. Her şeyin üstünde tuttuğu müziğinin dünyası ve hâlâ ziyaretine gelen birkaç öğrencisi ile sohbet etmek onu gündelik yaşamın katı gerçeklerinden koruyordu.

Cemal Reşit Rey hem Osmanlı gelenek ve törelerine bağlı bir ailenin çocuğu hem de Cumhuriyet’in getirdiği yeni değerlerin sahibiydi. Bence Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişin bir simgesiydi. İçinde yaşadığı zaman dilimindeki yenileşmeyi müzik sanatına uygulamış hatırı sayılır bir öncü besteciydi. Avrupa’nın önemli müzik merkezlerindeki büyük orkestra şefleri ve besteciler Cemal Bey’in dostu olduğu kadar, onun hayranıydılar. Çünkü o güvenilir bir kaynaktı. Ondan Osmanlı’daki müziği, makamsallığı ve makamsal müziğin tampere sistem ile bağdaşmasını öğreniyorlardı. Nice yapıtının ilk performansı Türkiye’den önce Paris’te yapılmıştı.

DARÜLELHAN

Cemal Bey’in kültür birikiminde geniş bir zaman diliminin izleri vardır. Aile yapısı, büyük konaklar, kalabalık hizmetliler, görkemli yaşam biçimi, ünlü konuklar, geleneğine ve kültürüne saygısıyla Cumhuriyet öncesini Cumhuriyet sonrasına taşımış; çocukluğunu ve ilk gençliğini geçirdiği Fransa ve İsviçre’deki Avrupai değerleri Osmanlı renkleriyle birleştirip yeni kurulan Cumhuriyet’in coşkusuna aktarmıştır. Böylece senfoniler, oda müzikleri, piyano için yapıtlar, operalar, özellikle dillerden düşmeyen operetler, marşlar bestelemiştir.

CEMAL REŞİT REY (SOLDA) AĞABEYİ EKREM REŞİT İLE

1923’te, on dokuz yaşındaki Parisli genç öğrenci henüz diplomasını almadan, Sanayii Nefise Encümeni başkanı Halit Ziya Uşaklıgil’den bir telgraf alır. Şöyle bir çağrı yapılmaktadır Cemal Bey’e: “Darülelhan’a [melodiler evi] bir garp musikisi bölümü ilave edildi. Size de piyano ve kompozisyon sınıflarını ayırdık. Hemen yurda dönünüz.” Fransa’dan alacağı diplomayı filan beklemeden (ki diploma konusu ne zaman gündeme gelse öğrencilerine de bunun gereksizliğini söyleyip durmuştur) trene atlayıp İstanbul’a gelir. Artık yaşamının yeni evresine, öğretmenliğe, oda müziğine ve tek tük beste denemelerine yönelmiştir. Örneğin Sultan Cem Operası, şan ve piyano yapıtları ve dört el piyano sonatı gibi. Bunların çoğu bugün yitiktir. Cemal Reşit’in gelmesiyle Darülelhan çatısı altında artık yalnız alaturka değil, alafranga eğitim de başlamış olur. Cemal Bey’in buradaki ilk etkinliği, çarşaflı hanımlar ve fesli beylerden oluşan bir koro kurmak ve bu koroya simizasyon usulüyle (sözleri değil, notaları seslendirerek) Mozart’ın Requiem’ini söyletmek olmuştur. Elinde ne profesyonel bir orkestra vardır ne koristler ne de solistler! Sonunda hem sahnedeki yorumcular hem de dinleyiciler pek büyük mutluluk duymuşlardır.

AİLE

Babası Ahmet Reşit Bey Mülkiye Mektebi’nin yüksek kısmından mezun olur ve on dört yıl Yıldız’daki Mabeyn Sarayı’nda birinci kâtipliğe kadar yükselir. Annesi Fethiye Hanım’ın ailesinde pek çok ünlü kişi vardır: Dedesi Sadrazam İbrahim Ethem Paşa’nın çocuklarından biri ünlü ressam Osman Hamdi Bey’dir. Onun Kuruçeşme’deki yalısının üst katı resimhanedir. O evde zamanın en önemli ressamları, arkeologları, müzisyenleri, ilim adamları, edebiyatçı ve tiyatrocuları ağırlanır.

Cemal Bey dört kardeşin üçüncü çocuğudur: Samime Said, Ekrem Reşit, Cemal Reşit ve Semine Argeşo. Ailede Cemal Bey’in üstünde en büyük etkisi olan kişi ağabey Ekrem Reşit Rey’dir. Ekrem Bey küçük yaşta resim yeteneğiyle dikkat çekmiştir. Galatasaray Lisesi’nden sonra I. Dünya Savaşı öncesinde o da ailesiyle Paris’e gitmiş, Lycee Buffon’da okumuş, savaş yıllarında Cenevre’ye taşınan ailesinin yanında Cenevre Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirmiştir. Ana dili gibi Fransızca konuşan Ekrem Reşit sahne dünyasını çok iyi tanıdığından, kardeşi Cemal’i de opera, operet, marş ve revüler bestelemeye yönlendirmiştir. Onu da Paris’in aydın çevrelerindeki yazar, tiyatrocu ve ressamlarla tanıştırmıştır. Fransa’da yayımlanmış Fransızca romanlar yazmıştır. Türkçe ve Fransızca yazdığı Barbaros Hayreddin Paşa adlı romanı on sekiz dile çevrilmiştir.

Cemal Bey’in sanata bakış açısını geliştiren, onu ünlü sanatçılarla tanıştıran ve ölünceye kadar onun en önemli destekçisi ve en acımasız eleştirmenidir.

Cemal Reşit Rey

CEMAL REŞİT’İN SENFONİK YAPITLARI

Cemal Reşit’in senfonik yapıtlarının çoğu birer “senfonik şiir” niteliğindedir: Müzikle bir olayı, bir manzarayı anlatır. Örneğin Bebek Efsanesi (1928) ilk kez 1929’da Paris’te, şef Ingelbrecht yönetimindeki Pasdeloup Orkestrası tarafından çalınmış; Türk Manzaraları da aynı yıl, önce piyano için yazılmış, sonradan orkestraya uyarlanmıştır. Yine aynı yıl bestelenen senfonik şiirlerden birisi Karagöz, diğeri Enstantaneler’dir. Enstantaneler kısacık bir yapıt, daha doğrusu bir başyapıttır. Beş bölümde İstanbul’dan çekilmiş fotoğraflar müzikle sergilenir: “Balıkçılar Ağ Çekiyor; Âmâ Dilenci Kadın; Eyüp Güvercinleri; Boş Cami Avlusu ve Bayram.” Daha sonraki yıllarda örneğin 1950’de yazdığı Çağrılış ve 1953’te yazdığı El Fatih başlıklı yapıt da birer senfonik şiirdir. Türkiye (1971) rapsodik parçalar biçiminde, ülkenin çeşitli yörelerini yansıtır. Bestecinin konçerto ve konçertant yapıtlarından piyano için Kromatik Konçerto (1932) ayrı bir önem taşır.

1930’ların Fransa’da ün yapmış “Ondes Martenot” adlı çalgı için o da Türkiye’den bir katkıda bulunmuş, solo ve yaylı çalgılar için Poem’i (1934) bestelemiştir. Keman konçertosu (1939) ilk kez bestelendiği yıl, ünlü Macar kemancı Sandor Vegh solistliğinde; Cemal Bey tarafından keman-piyano versiyonu olarak Ankara’da çalınmış, sonra uzun yıllar kaybolmuş ve Hasan Niyazi Tura tarafından ilk seslendirisi yapılmıştır.

Eski bir İstanbul Türküsü (Üsküdar) Üzerine Çeşitlemeler (1962) en çok seslendirilmiş çalışmalarından biridir. Keman solo ve yaylı çalgılar için yazdığı Andante Allegro ise harika bir melodi ile taçlanır; dinleyenin uzun zaman kulağında kalır. Cemal Reşit’in bir de eski Osmanlı terbiyesi ile kimi yapıtlarını çevresindeki sanatçılara ithaf ettiği “hatırşinas” yönünü biliriz. Örneğin Vokaliz Fantezi’yi Suna Korat’a; Konsertant Parçalar’ı ünlü çellist Pierre Fournie’ye adaması gibi. Piyano, Cemal Bey’in kendi çalgısıdır. Radyoda düzenlediği Piyano Dünyasında Gezintiler programında yıllarca hem kendi bestelerini hem de tarihî yapıtları seslendirmiştir. Piyanistler için de pek çok yapıt bestelemiştir. Hatıradan İbaret Kalan Şehirde Gezintiler ve iki piyano için 12 Prelüd ve Füg gibi.

CEMAL REŞİT İLE BİR SÖYLEŞİDEN

Sizce teksesli geleneksel müziğimiz kendi modal yapısı içinde doğrudan doğruya çok seslendirilebilir mi?

“Hem evet hem hayır. Polifoniye geçtiği anda birtakım şeylerden feragat etmek icap ediyor. Mesela ses kaydırmaları, çeyrek tonlar! Batı’da ‘tempèrè’ denen bir sistem vardır. Onun sazı da piyanodur. Bütün Batı dünyası bu sisteme uymuştur. Onuncu yüzyıldan önce, çoksesliliğe geçmeden evvel, Batı’da da çeyrek tonlar, sekizde birler, onda birler vardı. Onuncu yüzyıldan itibaren, bu çeyrek seslerden, kaydırmalardan feragat ederek on yedinci yüzyılda yerleşmiş şekline ulaşan çoksesliliğe geçildi. Müzik, yüzyıllarla yoğurularak gelişmiş ve bu tempèrè sisteme ulaşmıştır. Yani bizim müziğimizde çeyrek tonlar var, Batı sisteminde yok diye övünmemiz âdeta komik. Hiç, hiç hacet yok övünmeye bu konuda. Batı bunları aşmış ve mükemmele varmıştır. Şimdi, tek ses üzerinde çalan, yani notaları birtakım tuşlarla tespit edilmemiş olan sazlar, faraza keman, diyelim: Nasıl olsa hakiki bir müzisyen kemanda, bizim o çok iftihar ettiğimiz çeyrek seslerin hepsini kullanır. (…)

Ben bizim eski makamlarımızın melodi hatları, melodinin yürüyüşü, gidişatı, durak noktalarını vs. nazarı itibara alarak buradan doğacak olan bir polifoniyi aramaya koyuldum. Belki de bulmuşumdur! (…)”

LÜKÜS HAYAT ROL DAĞILIMI, 1944

OPERETLER, REVÜLER VE MARŞLAR

“Operetler, tamamen hayatımın bir başka yönü. Efendim, şimdi yine eskiye avdet edeceğim: Yanılmıyorsam 1933 senesiydi. Şehir Tiyatroları müdürü ve rejisörü Muhsin Ertuğrul ve İstanbul Valisi de Muhiddin Üstündağ idi. O zaman Şehir Tiyatroları’nda oynanan eserler çalışılıyor, iyi bir sanatçı kadrosu ile oynanıyor ancak bir haftadan fazla devam etmiyordu.

Bir gün İstanbul valisi, rahmetli biraderim Ekrem Reşit ile beni çağırdı. ‘Paris’ten geliyorum. No no Nanet diye bir operet seyrettim. Pek hoşuma gitti. Üç sene oynamış Paris’te. Buna benzer bir şey yazın da şehir tiyatrolarında oynasın’ dedi. Biz, çıktıktan sonra biraderim ile düşünmeye koyulduk. Bunun müziği, hiç benim çalışmalarımla alakası olmayan şekilde, küçük bir caz orkestrası için yazılmıştı. Biz de bir operet yani bugünün tabiriyle bir müzikal yazdık. Muhsin Ertuğrul’a götürdüğümüzde pek canıyürekten karşılamadı. O Shakespeare gibi klasikler oynansın isterdi. Şehir Tiyatrosu’nda o sıralar çok da iyi sanatçılar vardı: Hazım Körmükçü, Vasfi Rıza Zobu, Şevkiye May, Bedia Muvahhid gibi. Neyse bizim operet sahneye konacak ama bir türlü isim bulamıyoruz. Biraderim Muhsin’e şöyle dedi: Oyunun sonunda sen halkın arasından geç ve sahneyi durdur. Sonra da ‘Çocuklar yeter artık, üç saat oldu’ diyerek perdeyi kapattır! Böylece ‘üç saat devam eden bir oyun’ manasında, Üç Saat oldu piyesin ismi. Bütün mevsim lebâleb dolu oynadı. Sonraki mevsimin başında Muhsin yine geldi: ‘Eee, çocuklar bu sefer sahneye ne koyuyoruz?’ diyordu.

Biz de biraderimle ertesi mevsim, el’an bugün oynanmakta olan Lüküs Hayat’ı yazdık. O zaman bizim millete Lüks demek biraz güç geliyordu, ‘Lüküs’ deniyordu. Oradan gelen bir espri! Zengin zümrenin yaşadığı lüks hayata dalmak isteyen iki serseri. Bir tanesini Hazım oynuyordu, diğerini de Vasfi Rıza Zobu. Aman efendim, bütün mevsimi nasıl doldurdu, başka bir oyun oynanmadı. Hadi bu sefer başka bir operet: Deli Dolu. Şehir Tiyatrosu o sıralarda ikiye bölünmüştü: Tepebaşı’nda dram eserleri oynanıyordu. Fransız Tiyatrosu’nda, Halep Çarşı’sında, operetler vardı. Biz bütün sanatkârlarla birlikte Fransız Tiyatrosu’na geçmiştik.

Lüküs Hayat’ta orkestrasyonu şu şekilde yazmıştım: İki piyano, saksofon, klarinet, trombon, trompet ve vurma sazlar yer alıyordu. İki piyano o zaman pek moda idi. Her akşam ve matinede, Allah’ın her günü Ferdi Ştatser ile ikimiz iki piyanoda çaldık. Deli Dolu’da daha büyükçe bir caz orkestrası vardı. Onun da süksesi o kadar sağlam olmuş ki iki-üç yıl önce AKM’de iki mevsim yine lebâleb dolu oynadı.”

Operaları, piyano parçaları, konçertoları, senfoni ve senfonik şiirleri bir yana Cemal Bey, dillerden düşmeyen marşları, operetleri, müzikalleri, revüleriyle halkın gönlünde taht kurmuştur. Ülkemizde Cemal Reşit’i hiç tanımayan, başka yapıtlarını hiç duymamış olanlar bile, onun Onuncu Yıl Marşı’nı dilinden düşürmez. Mehter’in vurmalıları ile muhteşem girişi, sonuna kadar koruduğu canlı temposu, sesin söze uygunluğu (prosodisi) bugüne kadar başka hiçbir marşımızda görülmemiştir.

Marşının güftesini Behçet Kemal Çağlar ve Faruk Nafiz Çamlıbel yazmışlardır. O dizeler üstüne bir marş bestelenmesi için yarışma açılır.

“Çıktık açık alınla/ on yılda her savaştan/ on yılda on beş milyon/ genç yarattık her yaştan/ Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz Tunç siperi/ Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk, ileri.”

Cemal Bey’in ne denli saf, çocuksu bir kişilik taşıdığını anlatmak için bu marşın bestelenme ve yarışmayı kazanma öyküsünü de anlatmalıyız: Kaç kuşaktır babadan oğula söylenegelmiş, Türkiye’de doğup büyüyen herkesin hemen dilinin ucunda mırıldanabileceği bir marş!

“Zamanın başbakanı Recep Peker Ankara’ya çağırdı. Öyle bir marş isteniyordu ki asker, polis, sivil herkes söyleyebilsin. Oturdum, düşünmeye başladım. Hangi melodiyi yakalasam bir türlü rahmetli biraderime beğendiremiyordum. Nihayet mehter takımının ritmi geldi aklıma. O zaman da aklım başımdan gitti. Ve biraderime de en sonunda beğendirebildim.” Cemal Reşit’in bu marşı besteledikten sonra sunuş öyküsü çok ilginçtir. Ankara’ya, gerekli erkân önünde dinletmeye gider ve piyanoda kendine eşlik ederek söylemeye koyulur. Zamanın Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan: “Cemal Bey, Cumhuriyet sözünde müzik minöre geçiyor. Malum, ‘minör’ küçük demektir. Yoksa siz Cumhuriyet’i küçük mü görüyorsunuz?” der. Cemal Bey sonradan olayı dehşet içinde ailesine şöyle aktarır: “O an için kellemin uçtuğunu düşündüm, içinde bulunduğum salon beynime yıkıldı sandım.” Ve hemen şöyle bir yanıt bulur: “Efendim, minör küçük demektir ama müzikte o manada kullanılmaz. Beethoven Napolyon’un kahramanlıklarına hayrandı. Ona adadığı (ama sonra diktatörlüğünü öğrenip ilk sayfasını yırttığı) Eroica kahramanlık senfonisinin ikinci bölümü de do minör tonundadır. Sanıyor musunuz ki Beethoven Napolyon’u küçük görüyordu?” Jüriden bir başkası Marseillaise’in de bir kahramanlık ezgisi olup yer yer minör tona geçtiğini anımsatır. Cemal Bey’in marşı sınavı kazanmıştır, kabul edilir. Ucunda ne para ne pul vardır! Zaten işin maddi yönü de Cemal Bey’in umurunda değildir. İkinci kuşak çağdaş bestecilerimizden İlhan Usmanbaş (d.1921), Onuncu Yıl Marşı için şu izlenimini aktarmıştı: “Onuncu Yıl Marşı gibi Türkiye’de herkesin ağzında dolaşabilen doğallıkta bir ezgiyi hiçbir bestecimiz yaratamadı bugüne dek. Ama marşın armonisindeki o inatçı tonik! Bir başkaldırıdır sanki.”

Cemal Reşit Bey

Ağabeyi Ekrem Reşit Rey ile hazırladıkları operetler, Cemal Bey’in kendi deyişiyle hayatının “tamamen başka bir yönüdür.” Operetlerdeki konuyla, değişen toplumun özenti sınıfını eleştirirken müzik de hafiflemiş, cazband orkestrası kimliğine girmiştir. Operetler İstanbul dinleyicisinin yaşamına yeni bir boyut getirmiştir. Tepebaşı’ndaki gösteriden çıkıp Taksim’e giden kürk mantolu ve vualetli hanımlarla fötr şapkalı, takım elbiseli beyler operetlerden kulaklarında kalan ezgileri söyleyerek yürürlermiş.

Cemal Reşit gibi ciddi senfonik şiirler üreten bir bestecinin, aynı anda böylesi hiciv dolu, eğlenceli operet ve revü müzikleri besteleyebilmesi onun çok yönlülüğünün göstergesidir. Besteciliğini bilinçli olarak yönlendirmiş; kaynaklarını çeşitleyerek besteleme sürecini değişik karakterdeki dönemlere bölmüş. 1920’lerde Paris’teki yaşamı sırasında başlıkları bile Fransızca olan post-romantik ve izlenimci etkiler altında liedler bestelemiş; 1926’da Türk folkloru ve makamsal müzikten kaynaklanmaya başlamış; 1930’dan sonra bu kaynağı Batı normlarıyla birleştirip çok sesli Türk müziği dünyasına yepyeni bir bireşim sunmuştur. 1950’den sonraki çalışmaları ise kendi düşsel sanatının ve olgunluk döneminin ürünleridir. Yetmiş yaşına kadar eşit zaman aralıklarıyla her ortam için ürün vermiştir. Yetmişinden sonra beste yapmamayı ilke edinmiş; ölümüne dek geçen on yıl içinde eski yapıtlarını değişik ortamlara uygulamakla uğraşmıştır.

ORKESTRA ŞEFİ CEMAL BEY

Biz Cemal Reşit Bey’i orkestra şefi olarak izlemeye yetişmiş bir kuşağız. O zamanki büyüklerimiz onun orkestra şefliğini besteciliği kadar başarılı bulmazlardı. Ama biz, genç konservatuvar öğrencileri için özellikle kendi yapıtlarını yönetmesi çok heyecan vericiydi. Provalarda orkestraya sözünü geçirip müziğe başlaması bir hayli zaman alırmış. Böyle bir provadan kaydedilmiş bantta, ha bire bagetini önündeki rahleye vuruyor: “Susun, susun, yeter, kesin” diye üyeleri uyarıyor.

Prova sırasında yaşanmış ilginç bir olayı orkestra üyelerinden dinlemiş, hikâyenin ayrıntılarını ise Metin And’dan öğrenmiştim: Hanımın birisi Cemal Bey’e âşık olmuş. “Benimle evleneceksiniz yoksa sizi de kendimi de vururum, çantamda silah taşıyorum” diye onu sürekli tehdit ediyormuş. Provalara ve konserlere gidip en önde oturarak vicdan azabı yaratıyormuş. Cemal Bey psikiyatr İhsan Şükrü Aksel’e gidip sormuş: “Vurur mu?” Yanıt: “Hiç belli olmaz, vurur!” Bunun üstüne iyice huzuru kaçan Cemal Bey hatunu kendi sahasında yenmenin yollarını aramaya başlar. O zamanlar çok popüler olan Analiz Müzikal derslerine gelen Metin And’ı çağırıp onunla özel olarak görüşmek ister. “Duydum ki babanız Emniyet Sandığı’nın forslu bir kişisiymiş. Aynı müessesede hukuk müşaviri olan bir hanımla başım dertte. Lütfen pederinize bunu anlatıp bu kadının benim yakamı bırakmasını söyler misiniz? Doğrusu sırtımdan vurulmayı hiç istemem.” Hemen aynı günlerde bir prova sırasında hanım yüksek topuklu pabuçlarıyla, korku filmi gibi salona girer ve tam şefin arkasına oturur. O sırada kendi kendine kapanan bir koltuktan çıkan yüksek sesle yerinden fırlayan Cemal Bey, “Vuruldum!” diye şehadet getirerek kendini 1. kemanların üstüne atar!

Neyse sonunda hanım da uyarıyı almış ve onun peşini bırakmıştır.

Evet, ülkemizden bir Cemal Reşit Rey (1904-1985) geçti: Halk ezgilerini ilk kez çok seslendiren, ilk büyük senfonileri, senfonik şiirleri, konçertoları, oda müziklerini, piyano parçalarını, sahne yapıtlarını besteleyen 20. yüzyıl bestecimiz. Türk Beşleri’nin öncüsü; geniş bir kitleye seslenen yönüyle de bir “popüler kültür” kahramanı Cemal Reşit Rey. Hâlâ dillerden düşmeyen Lüküs Hayat Opereti ve Onuncu Yıl Marşı’yla her an aramızda yaşayan bir gizli kahraman.

Cemal Reşit Rey
Müzik
Çağdaş Müzik
Müzikal
Lüküs Hayat
Onuncu Yıl Marşı
Tarih
Orkestra
Operet
Evin İlyasoğlu
Sayı 015

BENZER

Türkiye’de ilk televizyon yayınını TRT’nin 1968’de Ankara’da başlattığı söylenir. Ancak esasında İstanbul Teknik Üniversitesi tamamen kendi imkânlarıyla 1952’de televizyonu kurmuş, deneme yayınlarına başlamış ve Erkan Yolaç, Halit Kıvanç, Fecri Ebcioğlu, Sezen Cumhur Önal gibi daha sonra ekranlardan hayatımıza girecek pek çok isme okul olmuş, Âşık Veysel’den Zeki Müren’e, Ajda Pekkan’dan Cem Karaca’ya pek çok müzisyeni ağırlamıştı.
Din ve sanat bugün yan yana geldiğinde çoğumuzun kafasında hemen bir resim oluşmuyor. Oysaki geçmişte bir ustanın himayesinde başlayan hafızlık eğitiminin sanatkârlığa evrilmesi oldukça yaygınmış. Sanatını özellikle musikide geliştiren ve şanı bugünlere ulaşan, evrenselleşmiş pek çok isim sayabiliriz: Itrî, Hâfız Sâmi, Sadettin Kaynak, Kâni Karaca, Hâfız Burhan bu isimlerden sadece birkaçı, diyor Ayça Örer.
İstanbul, 80’li yıllar… Eski Galata Köprüsü henüz yanmamış. Köprü altında salaş mı salaş bir kıraathane; yazarı, şairi, balıkçısı, zengini fakiriyle her telden insan bir arada. 1992 yılında köprünün yanmasıyla Sıraselviler’e taşınıp evrilen ve hatta “katlanan” Kemancı, köprü altı ruhunu bir daha yaşayamamış olsa da gerçek bir efsane olarak şehir tarihinde yerini aldı.