Türkiye, son ekonomik krizdeki yedinci yılını doldurmak üzere. 2018’den bu yana artan enflasyon karşısında satın alma gücümüz düşüyor, dolayısıyla hayatlarımız küçüldükçe küçülüyor. Hatta büzüşüyor. Günlerimiz iş-ev-okul arasına sıkıştı. Sohbetlerin ilk konusu hayat pahalılığı ve hemen her gün artan fiyatlar. Vazgeçtiklerimizin listesi o kadar uzun ki… İhtiyaç listesi ise en temel gereksinimlere kadar geriledi. Toplumun büyük bölümü gelirini gıda, barınma ve ulaşım için harcıyor.
Nisan 2024’te, İstanbul’da 100 metrekarelik bir dairenin ortalama kirası 19 bin 200 liraydı (İstanbul'un tüm ilçeleri dâhil). Aynı tarihte asgari ücret ise 17 bin 2 liraydı. Bugün ortalama kiranın çok daha yüksek olduğunu tahmin etmek zor değil, asgari ücret ise aynı ve Türkiye’de çalışan nüfusun yaklaşık yarısı asgari ücret seviyesinde kazanıyor.
Ücretli çalışanlar, haysiyetli bir yaşam sürecek kadar kazanmıyor, kazandığının da büyük bölümünü vergi olarak devlete veriyor. Türkiye’de bir işçi, Şili’deki bir işçiden 2,5 kat, Kolombiya’dakinden 6 kat, ABD’dekinden 1,3 kat, İngiltere’dekinden 1,2 kat fazla vergi yükü altında bulunuyor.
Hayatlarımızın ne kadar küçüldüğüne dair bir veri, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın Mayıs 2024’te açıkladığı raporda yer aldı. Buna göre, gazetecilerin %48,8’i konser, tiyatro, sinema veya kitap gibi kültürel harcamalara ancak 500 liranın altında bir bütçe ayırabiliyor.
Tüm ülke krizde ancak İstanbullu daha büyük krizde. İstanbul Planlama Ajansı’nın (İPA) Haziran 2024 verilerine göre 4 kişilik bir ailenin İstanbul’da aylık yaşam maliyeti 63 bin 523 lira. Oysa asgari ücret tüm ülkede aynı: 17 bin 2 lira.
İPA’nın Mart 2024 verilerine göre İstanbulluların %60,9’u satın aldığı gıda miktarının bir önceki yıla göre azaldığını söylüyor. Sabit kalan bütçesiyle ailesini doyurmaya devam etmeye çalışanlar, satın aldıkları gıdanın kalitesinden vazgeçiyor. Araştırmaya katılanların %58,7’si, indirime giren gıdaları tercih etme sıklığının arttığını, %56,9’u daha düşük kalite ürün seçtiğini belirtiyor. Şehirde yoksulların sayısı son 10 yılda %2,1 arttı.
Tüm veriler, bu dev kentte yaşayan herkesin, zaten her gün tecrübe ettiği sorunları, verdiği mücadeleyi sayılarla ortaya koyuyor. Peki bu koşullarda daha ne kadar devam edebiliriz? Gayriresmî 20 milyonluk bir şehirde yaşamanın zaten pek çok zorluğu varken üzerimize binen ekonomik yükü daha ne kadar taşıyabiliriz? Madden ve manen 2025’i güçlü karşılayabilmek için neler yapabiliriz?
PARAYLA SAADET OLMAZ AMA…
Derinleşen yoksullukla birlikte İstanbullunun ruhsal sorunları da giderek artıyor. İnsanların büyük bir bölümünün yaşama dair beklentileri olumsuz, mutluluk düzeyimiz hızla düşüyor. Birleşmiş Milletler destekli yıllık Dünya Mutluluk Raporu’na göre Türkiye, genel tabloda 98. sırada. Rapor, ülkemizde gençlerin yaşlılara göre daha mutsuz olduğunu gösteriyor. Türkiye, 30 yaş altı gençlerde 101.; 60 yaş ve üzeri kategorisinde ise 92. sırada bulunuyor.
İPA tarafından hazırlanan “Yoksulluğun Toplumsal Ruh Sağlığı Üzerine Etkisi: Mutlu Bir Kent Mümkün Mü?” Raporu’na göre Türkiye’de insanların %78’i günlük hayatlarına etki eden seviyede stresle mücadele ediyor. %64’ü ise uzun süreli mutsuzluk ve buna bağlı depresif bir ruh hâlinde.
“Parayla saadet olmaz” diyen atasözü ne kadar doğru? Belki sadece parayla mutluluk olmaz ama parasız mutluluk mümkün mü?
"Yoksulluk bir insan hakkı ihlalidir ve ruhsal yapıyı örseler"
MEVHİBE YALÇIN, PSİKOLOJİK DANIŞMAN
“‘Emeğimin karşılığında hakkaniyetli bir ücret kazanıyor muyum?’ sorusu yaşamını idame ettirmek isteyen hemen herkesin bireysel, örgütsel veya bilimsel düzeyde zihnini meşgul eder. Ekonomik krizler deprem gibi sarsar, öngörülemezliğiyle tedirgin eder.
Bir türlü bitmeyen, sonu kestirilemeyen, uzun zamana yayılan sistemik bir yoksullaşma/yoksullaştırma döneminde, insanlar güne ‘Bugün düne göre daha mı yoksulum?’ sorusuyla uyanmaya başladı. Barınma, beslenme, hijyen gibi temel ihtiyaçlara dahi erişim gitgide zorlaşıyor. Geçinmekten başka şey düşünemez hâle gelmek, tahayyül ve tasavvur kapasitemizin engellenmesine, ruhsal dünyamızın yoksullaşmasına ve yoksunlaşmasına yol açtı.
İnsan yavrusu, doğası gereği diğer canlı türlerine kıyasla bakım verenine bağımlı bir ilişkiyle hayata başlar. Belli bir yaşa gelene kadar da bu desteğe ihtiyaç duyar. Aileyle başlayan ruhsal yolculuk, zamanla başka sosyal ilişkiler, mahalle, okul, iş, romantik ilişkiler ve geniş toplumun diğer katmanları ve paydaşlarıyla karşılaşmalarla değişir ve zenginleşir. Zorluklarla baş etme deneyimleri de bu gelişimin bir parçası. Sorun herkes için aynı olabilir ama bu sorunla baş etme yöntemi kişiye göre değişir. Belirsizliklerin uzun sürdüğü kriz dönemlerinde, ruhsal açıdan kırılgan hissettiklerinde insanlar erken çocukluk dönemlerindeki gibi ruhsal savunmalara savrulabilir. Güncel pratikte, sistematik yoksullaşma/yoksullaştırma süreci yaşayan bir toplumun üyelerini bakıma muhtaç bir çocuk; kanun koyucu, düzenleyici, politika yapıcı unsurları da ilk bakım veren kişilerin yerine koyabiliriz. Böyle düşündüğümüzde, sürekli bir eksiklik hâlindeki bakım veren, bakıma muhtaç olan için ‘elindeki kaynakları paylaşmayandır.’ Yani bakım veren, muhtaç olanın güvenliğini sağlamamış, karnını doyurmamış ve gelişmesi için gerekli olanakları sağlamamış, onu ihtiyaçlarından mahrum bırakmıştır. Zorlu koşullarda tek başına ve dayanıksız bırakmıştır, sürekli sabretme sınavına maruz bırakmış, mütemadiyen düş kırıklığı yaşatmıştır.
Böylesi bir deneyimden geçen kişi, dış dünyadan destek görmeyeceği inancına kapılabilir; umutsuzluk, çaresizlik hissedebilir. Başına gelenle sadece kendi gücüyle baş etmek zorundaymış gibi hissedebilir. Kendine destek olmasını beklediği mekanizmalardan (devletten) umudunu kesmiş, güvende ve sağ kalmaya dair güvencesiz, olası tehditlere karşı savunmasız kalan, çareyi de çözümü de kendi kendine bulmak zorunda hisseden çok sayıda insan görebiliriz. Sepetindekilerin fiyatını ödeyemeyeceği için aldığı ürünü kasada bırakan insanlara şahit oluyoruz. Ürünü kasada bırakanla duruma şahit olanın yaşadığı duygular elbette aynı olmayabilir ancak adaletsiz olana öfke, çaresizlik gibi duygular ortak.
Bu duygular arasında belki de en belirgin ve en zorlayıcı olan utanç. Bizzat başımıza gelsin ya da şahit olalım, ‘gücünün yetememesi’ anının utancı sadece markette değil yaşamın birçok başka yerinde de kendini belli ediyor. Ev sahipleriyle kiracılar arasındaki çekişmeli mücadeleler, tahliye tebligatı alınca şok olan ve ‘Sokağa mı atılacağım?’ kaygısı yaşayanlar, asgari ücretle bir aileyi geçindirmeye çalışanlar, sinemaya-konsere gidemediği için arkadaşlarıyla evde toplananlar, daha ucuzu var mı diye market market gezenler, lüks arabalara binip pahalı tatillere gidenlere kin tutanlar, daha zengin olduğu düşünülen yabancı uyruklulara öfke duyanlar, her türlü sorunu düzensiz göçmenlere bağlayanlar, mahcup olmamak için davet edildiği yerlere gidemeyenler, İstanbul’da tutunamayıp daha sakin şehirlere, köylere göç etmeyi planlayanlar, gelişmiş bir ülkeye taşınmanın fırsatını kollayanlar, mevcut koşullara uyum sağlamanın kendi kapasitesiyle sınırlı olduğunu sanıp başaramadığını düşünenler, yenik düşenler, iç dünyasına kapananlar, yalnızlaşanlar, kendinden şüpheye düşen ve yoğun utanç duyan insanlar…
Her an ayağının altındaki halı çekilecekmiş gibi hisseden bir zihin serbest olamaz, hayal kuramaz, kursa da eyleme geçemeyebilir. ‘İleride bir gün olur’ diyerek hayata tutunanlar giderek umudunu yitiriyor, daha önceki alışkanlıklarından feragat ediyor, belki bir anlamda yas yaşıyor.
Sohbetlerin ana gündemini belirleyen şey hep para oldu artık. İlişkilerin başka ihtiyaçlarını ifade etme alanları küçüldü. Oysa ruhsal dünya yalnızca olumsuz ve yıkıcı duygulardan ibaret değil.
Yine de insan başkalarıyla ilişkilenerek iyileşiyor. En azından içinden geçtiğimiz şeyleri ifade etme kanalları buluyor, arkadaş ve yakın ilişki sohbetlerinden şifalanmaya çalışıyoruz. Aynı dertten muzdarip başkalarının da olduğunu bilmek, duygudaşlık ihtiyacını gideriyor. İnsana en iyi gelen şey konuşmak, ifade etmek, içinden geçeni dile dökmek. Böyle fırsatlar yaratabilmek belki de bireysel olarak en güçlü dayanaklarımızdan biri.
Mevcut ekonomik koşullar içinde, genetik olarak yatkın olalım ya da olmayalım ruhsal rahatsızlıkların artması muhtemel. Bu olasılık, aynı zamanda psikolojik desteğe erişimin de bir sorun olarak gündeme gelmesi demek. Çünkü en temel ihtiyaçların öncelik kazandığı durumlarda, psikolojik destek ilk göz ardı edilen veya geri plana itilen ihtiyaç olabiliyor. Sonuç olarak yoksulluk bir insan hakkı ihlalidir ve açıkça ruhsal yapıyı örseler. İktisat kuramcısı Amartya Sen’in ‘Değerli Yapabilirlikler’ kavramına bakmakta fayda var. Özet bir ifadeyle özellikle yoksul ülkelerde refah düzeyini ölçmek için bakılan gayrisafi millî hasıla gibi kavramlardan ziyade insanlar için değerli olan neyse onu yapabilir koşulların sağlanmasına refah ölçütü olarak bakılmasını önerir."
Önümüzdeki 4 ay bizi neler bekliyor?
"İşçi eylemleri artacak"
HAYRİ KOZANOĞLU, İKTİSATÇI-AKADEMİSYEN
“Enflasyon, fiyatların belli bir zaman öncesine göre artış oranını gösterir. Hayat pahalılığıysa insanların satın alma gücüne dair bir kavram. Enflasyon %10 dahi olsa sizin geliriniz bu oranda artmıyorsa hayat sizin için pahalı demektir. Türkiye’deki dar gelirli insanlar açısından bakacak olursak, gelirleri resmî enflasyonun altında artıyor. Zaten açıklanan enflasyon rakamlarının gerçeği yansıttığına da kimse inanmıyor. Dar gelirlinin satın alma gücü düştükçe tüketim desenleri belirli alanlara sıkışıyor. Bunlar da gıda, barınma ve çalışanlar açısından ulaşım.
Resmî rakamlara dahi baktığımız zaman bu üçünün ortalama enflasyondan daha fazla arttığı görülüyor. Buna göre tüketici endeksi şu anda 71,60 ama taze meyve-sebze fiyatları yüzde 79 artmış. Kirada oturanlar için resmî kira artış oranı uzun bir süre %25’ti ama kiralar istatistiklerde %124 artmış görünüyor. Ulaştırma da %124 artmış durumda. Bu nedenle insanların yaşam standardı geriliyor.
Ücretlerin enflasyonun gerisinde kalması olgusu, aslında 3-4 yıldır bariz gözlenen bir durum. Şu ana kadar faizlerin düşük olması, borçlanma olanaklarının elverişli olması insanların borçlanarak iki yakalarını bir araya getirmesini mümkün kılıyordu. Şimdi ihtiyaç kredisi faizleri %70’in üzerinde, kredi kartını bir ödeme aracı değil de borçlanma aracı olarak kullandığınızda bunun maliyeti %60’ı geçiyor. Böyle olduğu zaman, insanların borçlanarak yaşam standartlarını sürdürme olanakları da daralıyor.
Yönetim ekonomiyi; faizler arttıkça insanların ve şirketlerin tasarruf etme eğilimi artar, tasarruf artınca ülkede yatırım kapasitesi artar, mal ve hizmetlere talep azalır ve enflasyon düşüşe geçer diye planlıyor. Bu mekanizma bir ölçüde çalışacak. Eylül başında resmî enflasyon muhtemelen %45-50 aralığında olacak, yıl sonuna doğru biraz daha düşecek. Ancak bu faizlerin yükselmesinin, mal ve hizmetlere yönelik talebin zayıflamasının çok yönlü etkileri olacak.
Birincisi üretim yavaşlayacak, şirketlerin ciroları düşecek, işten çıkarmalar yaygınlaşacak, işsizlik giderek artacak. 2025’in ilk yarısında işsizliğin %18’e doğru gidebileceğini düşünüyorum. Asgari ücret arttırılmadı, o nedenle yoksullaşma yaygınlaşacak. İşyerlerinde, hatta belki yayılarak sektörler genelinde hoşnutsuzluk artacak. Yaz aylarından başlayacak işçi eylemliliklerinin artacağını düşünüyorum. Bu süreç sessiz sedasız, tepkisiz atlatılamayacak. Faiz oranlarının yükselmesi küçük-orta ölçekli firmaları etkileyecek. Faiz yüksek olduğu için bankalar bu kuruluşlara kredi vermeyi tercih etmiyor. Kepenk indirmeye kadar gidebilir bu firmalar. Üretime devam edenlerde ise ücretleri ödememe, eksik ödeme, fazla mesai ödememe gibi uygulamalar olacak. Kredi kartı kullananların veya tüketici kredisi çekenlerin sorunlu borçlarının oranı artacak. Kredi alamamak, mal ve hizmet talebini daha da düşürecek. Ekonominin ciddi bir küçülme dönemine gireceğini düşünüyorum.
Geçmişte bir araya gelmeyen üç konfederasyonun ortak toplantı ve açıklama yapmasının birbirleriyle dayanışma içinde olma, bir arada davranma isteğini, kararlılığını yansıttığını düşünmüyorum. Belli ki tabandan büyük bir baskı var. DİSK dışındaki diğer iki konfederasyon, bugüne kadar hükûmetin dümen suyunda gitmeyi tercih etti. Zaman zaman işçi haklarıyla ilgili açıklamalar yaptılarsa da bunu eyleme, direnişe dönüştürmediler. Bugün böyle bir irade gösterebilirler mi emin değilim ama 10 maddelik bir talepler dizisi gündeme getirdiler. Bu maddelerin gerçekçi olduğunu, Türkiye’nin gereksinimini yansıttığını ve konfederasyonlar bunların arkasında durmasa dahi işçilerin, emekçilerin bunların hayata geçmesi için ciddi bir basınç yapması gerektiğini düşünüyorum.
Geçmişteki işçi eylemlerinden, Gezi Olayları’ndan, plaza eylemliliklerinden biliyoruz ki toplumsal patlamalar çok hızlı olur. Biriken basınç bir anda patlar. Ben tepki verme iradesinin güçlü olduğunu düşünüyorum. Konfederasyonlar bu maddelerin arkasında güçlü durmazsa tepki tabandan gelişecek. Eylül ayından itibaren çok güçlü bir toplumsal hareketlilik olacağını düşünüyorum. Değişik emek kesimlerinin birleşerek dayanışma içerisinde, taleplerini ortaklaştırarak doğrudan doğruya hedef alması yoluyla ciddi bir sonuç alınabilir. Sermayenin vergilendirilmesi konusunda talepkâr ve ısrarlı olmalı.”
"Tasarruf yapabilen varsa…"
ŞEBNEM TURHAN, FİNANS GAZETECİSİ
"Eylül, iç ve dış piyasalar için yeniliklere gebe. Bizde enflasyonun gerilemesiyle, reel faiz dönemine geçişin planları yapılıyor. Türk lirasında reel değerlenme söylemini sık sık tekrarlayan Merkez Bankası, yıl sonunda döviz kurunun enflasyon kadar artmamasını öngörüyor ancak yine de uzun süredir sakin seyreden döviz kurlarında daha hızlı hareketlerin de son çeyrekte gerçekleşmesi muhtemel. Hem ABD seçimleri hem de FED’in faiz indirimleri doları küresel çapta güçlendirecek. Bu da TL’nin dolar karşısında güç kaybetmesine neden olacak.
Birikiminiz varsa ve eylülden önce yani faizler yüksekken uzun vadeli mevduat hesabına yatırmadıysanız, yatırım sepetinizde yıl sonuna doğru mutlaka bir döviz cinsi olmalı. Bu yatırım döviz piyasası fonuyla da olabilir, döviz mevduatıyla da fiziki döviz alımıyla da. ABD’deki gelişmeler altın fiyatlarını destekleyecek gibi yorumluyor analistler. Sepete bir de altın atmanız mantıklı görünüyor. Yatırım fonları arasında ise yine son çeyrekte Eurobond fonları öneriyor piyasa uzmanları.
Bunun yanı sıra uluslararası kredi derecelendirme kurumlarının son çeyrekte not artırımı yapmalarına yönelik beklenti de borsa ve TL tahvillere alım getirebilir yabancı yatırımcılardan. Bu durum da borsa fonlarına veya devlet tahvillerinde cazibe yaratabilir.
Tasarruf bütçeniz yoksa yıllık enflasyonda yaşanması öngörülen düşüşün biraz nefes aldırıcı olacağını düşünebiliriz. ‘Şimdi almazsam önümüzdeki ay daha pahalıya almak zorunda kalırım’ düşüncesi yılın son çeyreğinde geride kalacak gibi görünüyor. Yani ihtiyacınız kadar alışveriş yapmaya geri dönmek mantıklı. Maaşlara ara dönem zamları yapılmadı. Enflasyon %50’nin altına düşse bile yine de artışını sürdürecek. Bu durum alım gücümüzde bir düzelme sağlamadığı için geçim sıkıntısı devam edecek.
Ancak önümüzde bir risk var, o da erken harekete geçmek. Son çeyrekte Merkez Bankası, piyasanın beklentisinden erken faiz indirim yaparsa ve hatta bu indirim öncesinde siyasetten faiz indirimine yönelik açıklamalar gelirse yine başa dönülebilir. Enflasyonla mücadele programı kesintiye uğrayabilir. Umalım ki her şey planlandığı gibi gitsin."1
DİPNOT
1 Yazı yatırım tavsiyesi niteliği taşımamaktadır.