Müzik tarihinden 'Ringo Mesut' geçti

26 Mayıs 2023 - 09:25

Yıl 1976...

Takvimler Mayıs’ın 27’sini gösteriyordu. Günün ışıkları vazifesini kendini bile aydınlatmakta zorlanan zayıf sokak lambalarına bırakırken saatler akşamın dokuzunu gösteriyordu. Tarlabaşı’nın birbirine yaslanmış eski binalarının arasından kurşuni renkte külüstür bir Opel aksıra tıksıra yol alıyordu. Otomobil, Yağhane Sokak’ın köşesinden dönerken tepedeki bulutlar iyice dağılmıştı. Isınan hava baharın gitmekte, yazın gelmekte olduğunu resmen günler evvelinden bildirmişti.

Kontağı kapatarak direksiyondan inen lapiska saçlarını yandan ayırmış, bıyıklı genç ve zayıf adam, havaya rağmen boğazlı siyah kazak giymiş, omuzlarına bir de palto tutturmuştu. 16 numaralı evin kapısını açarken yanındaki aynı yaşlardaki adama başıyla içeri girmesini işaret etti.

Ev, genç adamın Doğan Kınaytürk adında bir arkadaşına ait garsoniyerdi. Anahtarı emaneten almıştı. Saat gece yarısını geçtikten sonra 01.00 sularında eve dönen Doğan, arkadaşını tuvalette bir kadın çorabıyla boğulmuş ve çıplak bir hâlde bulunca paniğe kapılmış; polis yerine arkadaşının babasını aramıştı. Emekli bir albay olan baba eve intikal ettikten sonra önce oğlunu giydirmiş, ardından sırtüstü yatağa yatırıp polisi çağırmıştı.

MESUT AYTUNCA (EN SAĞDA) GÖKÇEN KAYNATAN İLE

GÖKÇEN KAYNATAN ORKESTRASI

Babasının işinden dolayı birden fazla lisede okumuştu Mesut Aytunca. Henüz okurken Gökçen Kaynatan’ın gitar öğrencisi olmuştu. Kaynatan, babasından kalan, abisiyle ortak işlettiği Kadıköy, Osmanağa Mahallesi, Üzerlik Sokak’ta bulunan marangoz atölyesinde gitar dersleri veriyordu. Kadıköy Çarşısı içinde bitpazarındaki atölye aynı zamanda kurduğu orkestraların prova mekânıydı. Kaynatan ders verdiği öğrenciler arasında yetenekli olanları belli bir seviyeye ulaştıklarında orkestrasına alıyordu, Mesut da onlardan biriydi.

Kaynatan’ın orkestrasında basçı ihtiyacı vardı. Mesut, Kaynatan’ın telkinleriyle yönelmişti bu çalgıya ama memlekette pek bas yoktu. Endüstriyel tasarımcı tarafını konuşturan Kaynatan konuya el atmış, atölyesinde tamamı kendi tasarımı olan bir bas gitar yapmıştı Mesut için. Masif ağaçtan vatoz formunda bir gövde kesmiş, üzerini Karaköy’deki Diren Usta’ya kromaj yapılmış bakır plakayla kaplamış, nizami bir sap eklemiş ve Yüksek Kaldırım’daki Papa Jorj’dan alınmış manyetiklerle telleri takmıştı.

Kaynatan’ın azmi karşısında orkestra elemanları da ilhamla dolmuş; canla başla, tutkuyla, her şeylerini ortaya koyarak çalıyorlardı. Özellikle sahneye çıktıklarında Mesut yeteneğini konuşturuyor, şovmen tarafını izleyiciden esirgemiyordu. Orkestra fotoğraflarını Kadıköy Sineması’nın altındaki Foto Adana’da çektiriyorlardı. Burada (Kaynatan, Mesut, Erol Bilem, Ertuğrul Özkan) üzerlerinde simli ceketlerle verdikleri Elvisvari bir pozla Ses dergisinde çıkmıştı.

Mesut, Kaynatan’ın yanında yaklaşık 10 yıl kalmıştı. İlk konserlerini parasını alamadıkları Hereke Pinem Otel’de bir yılbaşı partisinde vermişlerdi. Ardından vatandaşın girmesinin yasak olduğu Karamürsel’deki Amerikan Radar Üssü’nde askerlere çalmışlardı. Sonraki zamanlarda Bursa Havuzbaşı konserleri olmuş, Çelik Palas gibi yerlerde çalmışlardı. Kaynatan bu konserlerde gü.lü sound’lar elde etmek için 75 wattlık farklı bir power ampli tasarlamış; çıkışını sinema hoparlörlerine bağlamıştı. Amplinin tasarımını Kaynatan, imalatını Sirkeci’de radyoculuk yapan Necdet Altınçizme yapmıştı.

Mesut Aytunca

Asker çocuğu olmasına rağmen babasından baskı görmemiş, hatta müzik konusunda destek bile görmüştü Mesut. Hayatındaki baskın figür anneydi. Annesi orkestranın provalarında bile onu yalnız bırakmaz, oğlunun giyim kuşamından yeme içmesine her şeyini kontrol ederdi. Baba emeklilik sonrası Hürriyet gazetesinde güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu. Mesut’un müzikle alakası olmayan bir de erkek kardeşi vardı.

Mesut’un o zamanlardan içinde kendi orkestrasını kurma hayali vardı. Bu hayali içindeki liderlik hırsıyla buluşarak kabarmış, Mesut orkestrasını kurma konusunda durdurulamaz bir arzuya kapılmıştı. Ancak bu hayalini Kaynatan’la paylaşmamış, ayrılışı da sessiz sedasız olmuştu. Kaynatan, Mesut’un ayrılıp diğer üyelerle bir orkestra kurduğunu çok zaman sonra duymuştu.

Kaynatan’ın orkestrası içinden sayısız müzisyenin geçtiği kalabalık bir ekipti. Nitekim orkestra Mesutların ayrılmasının ardından yeni elemanlarla yoluna devam etmiş, istikrarını sürdürmüştü. Ayrılığın ardından bu orkestraya basçı Mehmet Şahin ve o sıralar henüz 14 yaşında olan davulcu Kerim Çaplı gelmişti. Mesutlar pat diye bırakmışlardı orkestrayı. Sonradan Kaynatan ile aralarında hiçbir görüşme, konuşma olmamıştı. Mesut bir ara Kaynatan orkestrasının Emek Sineması konserine gelmişti. Yüzü makyajlı, saçları uzundu. Biteviye pembe kıyafetler içinde koridorun başındaki koltuklardan birine oturarak konseri izlemiş ve konser bitiminde kulise uğramadan çıkmıştı. 

MESUT AYTUNCA (OTURAN), SAÇLARI VE RENKLİ GİYİM TARZIYLA AYKIRI BİR İSİMDİ

"DÜNYANIN SONU GELDİ"

Mesut’un sahne gardırobunu (Kaynatan orkestrasının elemanlarınınki dâhil) Kadıköylü Terzi Ağdaş yapıyordu. Memleket sınırları içinde ilk kırmızı ceketi (öyle her babayiğidin harcı değildi kırmızıları çekip sokağa çıkmak), çiçekli böcekli Antuan gömleği giyip Beyoğlu’na gezmeye çıkan delikanlıydı Mesut. İmrendirmişti milleti; ondan bir hafta sonra bütün “ye-ye”ciler aynı ceketten yaptırmıştı. Hem kırmızı ceket hem de saçlar omuzundan aşağı inecek kadar uzun... Adını “Ringo Mesut”a çıkaran “ye-ye”ciler ayak izlerine basarak onu takip etmişti ama onu bu hâlde gören yaşlılar “dünyanın sonu geldi” diye arkasından söyleniyorlardı. Kırmızı ceket ne işler açmıştı başına! Amerika Dışişleri Bakanı Dean Rusk’ın ülkemizi ziyaretini protesto eden gençlere yönelik operasyonda ceket rengi münasebetiyle karga tulumba gözaltına alınmış, gazetelere haber olmuştu.

Arabalı vapurda hacetini görmek isterken memur ona, “Kadınlar tuvaleti .bür tarafta” diye uyarıda bulunmuş, Kırklareli’nde adres sorduğu amca da lafa “Ablacım” diye başlamıştı.

Bir de kızlar vardı. Onlar bir türlü rahat bırakmıyorlar, Mesut’u görür görmez çığlık atmaya başlıyorlardı. İzmir’de bir otelde etrafına üşüşmüşlerdi “saçlarından bir tel isteriz” diye. İskenderun’da bir konserin sonunda ise kızlar “gitme gitme” diye bağırırken havada iç çamaşırları uçuşmaya başlamıştı. 1968 yazında üniversite sınavlarına alınmamasına sebep olan saçlarını kestirmek zorunda kalmış; en azından kırpılanları kızlara hediye edebileceğim diye avunmuştu. Bu yoğun ilgiye rağmen hiç evlenmedi Mesut. Hayalindeki “uysal, kaprissiz kızla” bir gün karşılaşacağını ümit ediyordu, olmadı...

Mesut Aytunca

SİLÜETLER

Yeni kurulan orkestra önce solist Bilgesu Duru’nun (Erenus) sınav sonucu kazandığı emisyonlarla ve Bilgesu Duru Orkestrası adıyla TRT İstanbul Radyosu’nda iki haftada bir konser vermişti. Bu süre. Silüetler’e giden yolun kaldırım taşlarını döşemişti. Silüetler isminin esin kaynağı İngiliz The Shadows topluluğuydu. Mesut da Hank Marvin’in gitar çalışına öykünerek kendini geliştirmiş; 1964 yılında Şişli Site Sineması’nda İlham Gencer tarafından organize edilen gösterilerde Silüetler adıyla çalmışlardı.

1944 doğumlu ve İstanbul, Kadıköy çocuğuydu Mesut. Tıp fakültesini ü.üncü sınıfta terk edip gazetecilik yüksekokuluna girmişti. Müziğe ilgi duyunca hayatı değişmiş, aldığı eğitim yancı kalmıştı. Öyle ki 16 Temmuz 1966 tarihli bir magazin dergisine göre şöyle bir şey yaşanmıştı: “Beyoğlu Fitaş Sineması’nda Altın Mikrofon yarışmasına çıktıklarında Mesut çaldıkları parçanın adının “Akromion” olduğunu söyledi.

Herkes birbirine baktı, bu kelimenin ne anlam ifade ettiğini bilmiyorlardı. Bu esnada ön sırada oturan bir doktor, eşinin kulağına eğildi: ‘Hanım, biliyor musun bu ne demek?’ Kadın başını iki yana salladı. Doktor tekrar eşinin kulağına eğildi: ‘Vücudumuzda bulunan kemiklerden birinin ismi.’ Kadının gözleri büyüdü. Şaşırmıştı. Orkestrayı daha dikkatli dinlemeye başladı. Müzik kulağına farklı tınlamaya başlamıştı.”

O yıl aslı Kürtçe bir halay olan “Lorke” türküsünün rock düzenlemesi ile 100 topluluk arasından sıyrılıp yarışmayı kazandılar. Mesut türküleri rock tarzında düzenliyordu. Özellikle “Kaşık Havası” yorumu öncü nitelikteydi. Henüz Anadolu pop lafı telaffuz edilmiyorken bu müziği yapıyorlardı. Müziği zedelediğini düşündükleri için de parçaların büyük bölümünü enstrümantal çalıyorlardı. Batı’daki folku modernleştirme akımının uzantısı olarak bizim türkülere yönelmişlerdi. Bu anlayış kiç (Kitsch, tüketicilerinde estetik etki yaratan ancak herhangi bir sanat akımı kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmayan ürünleri ifade eden bir sanat terimidir.) elbiseler, simli pelerinler, uzun saçlar ve ilginç aksesuarlarla da desteklenmişti.

Silüetler, sadece müziğiyle değil sahnedeki ışık oyunlarıyla da fark yaratıyordu. Herkes öğrenciydi; Rasim Ulusman ile Aydın Daruga lisede, diğerleri üniversitede okuyorlardı. Mesut dönemin en iyi rock gitarcılarından biri olarak gösteriliyordu. Moğollar topluluğunun kurucularından Murat Ses onu ülkemizde grup anlayışının temelini atmış kişi olarak tanımlamıştı. Moğollar’a adını tavsiye eden Hollandalı gazeteci Anton Oscamp idi. Aslında bu ismi yeni bir arayışa giren Silüetler’e önermiş ancak isim başkalarına nasip olmuştu.

Silüetler çok eleman değiştirdi. Bu manada bir istikrar sağlayamamışlardı. Müziği halka inmek ve onları eğitmek türünden çok iddialı bir sloganla sürdürürken 1969 tarihli “Eziliş/Leb-u Leb” plağı sonrası dağıldılar. Mesut 1970 yılında askere giderken gemileri yakmış; elindeki ses tesisatını yok pahasına satmış, Silüetler afişlerini ise kese kâğıdı olmak üzere kiloyla eskiciye vermişti. Dönüşte niyeti bambaşkaydı.

30 MAYIS 1976, CUMHURİYET (KAYNAK: CUMHURİYET GAZETESİ ARŞİVİ)

SONUN BAŞLANGICI

Askerlik dÖnüşü ilk solo plağı sözleri Karacaoğlan’a ait olan “Gurbet İlde/İki Seven Deli Olmaz Mı?”yı 1972’de kendi kurduğu Aytunca Plak’tan o yılın Aralık ayında çıkarmıştı. Bu parçalarda batı çalgılarının yanına klarnet, darbuka ve zil ekleyen Mesut, daha önce Taşlıtarla, Rami gibi semtlerde satmayan plaklarını artık buralarda satabileceğini, toplumun her tabakasına hitap edeceğini düşünmüştü. Önceki plaklarının gerçek satış rakamlarını öğrenememiş, eline bu satışlardan o güne kadar (Altın Mikrofon plakları hariç) sadece 1500 lira gibi cüzi bir miktar geçmişti. Hesap edin, bir 45’liğin perakende satış fiyatı 15 liraydı! Bu sebeple plak firması kurmuş, ilk solo plağı 10 gün içerisinde 500 adet satmıştı.

1973 yılında Kuveyt’e gitmiş, İtalyan orkestrası Rino and Valery’de gitarcı ve şarkıcı olarak çalışmış; Batı müziğinin yanında Arap ve Hint müziğinden örnekler vermişti. Memlekete döndüğünde müzik sayfalarında adı geçmiyordu artık, ta ki gazetelerin birinci sayfalarında adı cinayete karışana kadar.

Gazetelere çıkan cinayet haberinden iki hafta sonra, görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak Bedri Koraman’ın çizdiği robot resim sayesinde Ali İhsan Özbey adlı katil bir kahvehanede otururken yakalanmıştı. Van’dan İstanbul’a gelmiş olan Özbey polise verdiği ifadede, “Mesut bana iş bulacaktı ama bir türlü sözünü tutmadı. Hatırlattığım zaman da bana küfür etti. Kendimi kaybettim, ele geçirdiğim çorapla boğazını sıktım” diyerek suçunu itiraf etmişti.

Birileri onu rahatlıkla zamansız ve yanlış bir ülkede dünyaya gelmiş, hatta uzaydan gelmiş bir David Bowie olarak görse de özünde renkli kişiliği, eti kemiği, yeteneği, düşünceleri, hırsı, ihtirası ve tercihleriyle gerçek bir dünyalıydı, nevi şahsına münhasır bir dünyalı... Bu elim cinayete kurban gittiğinde henüz 32 yaşındaydı ama arkasında belki yüzyıllarca konuşulacak bir hayat hikâyesi bırakmıştı.

Mesut Aytunca
Silüetler
Rock
Anadolu pop
Gökçen Kaynatan
Hey dergisi
Popüler Tarih
Murat Beşer
Sayı 014

BENZER

Türk sineması 28 Haziran’da en büyük isimlerinden birini sonsuzluğa uğurladı... Yönetmen Cengiz Özkarabekir 2010 senesinde çektiği Cüneyt Arkın belgeselinden özel anıları ve yayınlanmamış ayrıntıları İST için aktarıyor.
“Üsküdar’a Gider İken” diye de bilinen meşhur “Kâtibim” türküsünün hikâyesine dair rivayetler, sınırlarımızı aşan ünü ve vaktinde Yeşilçam’ı karıştıran film uyarlamaları…
Yaklaşık 20 yıldır tanıdığım İzzet Günay bizi tüm şıklığıyla apartman girişinde karşılıyor. Apartmana giren hanımlara öncelik tanıyor, her daim tebessüm ediyor ve nezaket gösteriyor. Bana da sitem edip “Cengizciğim, madem erken geldin neden dışarıda bekliyorsun?” diyor. Benim tanıdığım İzzet Ağabey hiç şüphesiz Türk sinemasının en zarif jönü... Aklımda deli sorular, Vesikalı Yârim öncelikli. Başlıyoruz...