'Hobiler oldukça yaşamın daha uzun olduğunu hissediyorum'

Fotoğraf
Cem Talu
28 Şubat 2023 - 09:50

Kariyerinize tiyatro ile başlıyorsunuz, ilk kırılma noktasını anlatır mısınız?

Haldun Dormen’in ilanını görüyorum. Sene 1957. Cep Tiyatrosu’na talebe alınacak, Küçük Sahne’de kullanılmak üzere... Ben gideyim, müracaat edeyim diyorum. Oradan 18x24 ölçülerinde bir fotoğraf istiyorlar. Telefon yok evlerde, “Size muhakkak bir cevap vereceğiz mektupla” diyorlar. Günaydın’ın yazı işleri müdürlüğünü de yapmış olan gazeteci bir arkadaşımız, Teoman Orberk, bir form veriyor. Formu dolduruyorum ama formda da yok yok yani! Ne okursun, ne söylersin, ne çalarsın? Ne yaptın, ne ettin? Koskoca formu doldurdum, fotoğraf çektirip verdim ama fotoğra a kaldı aklım. Aradan epey bir zaman geçti, cevap çıkmadı. Eve de mektup gelmedi. Beyoğlu’nda gezinirken ben gideyim dedim, fotoğrafı alayım. Verdiğim para da koymuş yani. Balo Sokak’ın orada çektirmiştim 50 liraya. Annem vermişti parayı, o zaman para yok. Fotoğrafı alayım dedim ve Haldun Dormen ile karşılaştık. Bu çok önemli. İnsanın hayatındaki en önemli an bu işte. Küçük Sahne’nin yani şimdi Sadri Alışık Tiyatrosu olan yerin camlı kapısından fuayeye girdim, Haldun da salondan fuayeye girdi, karşılıklı kaldık. “Siz, İzzet Günay değil misiniz?” dedi. Ben dondum, taş kesildim. “Şimdi size mektup yazılıyor içeride, söyleyelim yazmasınlar” dedi. “İlk piyeste çok ufak bir rolünüz var” dedi. “Şerif rolü oynayacaksınız, Eugene O’Neill’in Karaağaçlar Altında, Desire Under the Elms oyunu”.

İzzet Günay

Hiç para konuştunuz mu?

Yok, hiçbir şey konuşmadık. İlk para 100 lira, yol parası gibi. Ama o zaman tiyatrocuların para diye bir derdi yok. Sadece işe talim, herkes çalışıyor ve tiyatronun altın yılları başlıyor. 60’lar korkunç, gecede 30-35 perde açılıyor, düşünebiliyor musunuz? Herkes, bütün tiyatrolar iç içe, dost. Sonra Mücap Abi açıyor, başkaları açıyor vs. Dünyanın tiyatrosu var. Asaf Çiyiltepe orada. İşte şuradan çıkacaksınız, iki tane antre var birisi kulisten çıkıp bilmem ne. O kapıdan çıkıyorsun, merdivenleri çıkıp kapıyı çalıp “Kanun namına aç!” diyorsun... Sonra da bir laf var, kapanış lafı. Benim gibi acemi bir aktör ama onu hangi aktöre söyletsen olmaz yani. Şimdi çiftliğe bakıyor, adamı teslim alacak, Erol Keskin’i teslim alacak. Onlar çıkarken çiftliğe bakıyorsun, halka bakıyorsun yani, “Ne kadar güzel bir çi lik, keşke benim olsaydı” diyorsun. Haldun dedi ki, “O lafı da çıkarıyoruz.” Ertesi gün o lafı çıkardılar. Yani bir oooo falan kaldım ben. Bir süre sonra Asaf dedi ki “Sen çok düzenli ve titiz bir adamsın, gel benim asistanım ol.” Ve Asaf’ın yardımcısı oldum. Yani sahne amirliği yapıyorum. Perde açılıyor, nasıl açılıyor onu öğreniyorsun, hâlâ bak (Ellerini gösteriyor) nasırlarım var. Yani havaya göre, drama göre, komediye göre, alkışlara göre... Dolayısıyla başlamış olduk. Hayatımda kırılma noktası budur. Hep şunu derim; Haldun Dormen’in eline düşmeseydim ne olurdu? Haldun Dormen sadece çok önemli bir tiyatro ustası değil, bir yaşam ustası. Yanında oldukça gelişiyorsun, bakarak gelişiyorsun. Şöyle yap demiyor, özenerek yapıyorsun.

İsteseniz tiyatroda devam edebilirdiniz fakat sinemaya geçiyorsunuz, o nasıl oluyor?

Burada ilk eşimden bahsetmem lazım. Semi [Semine Celasun] ressam ve Haldun’un yanında tiyatronun sekreteri. Haldun’un
da sekreteri tabii. Teoman da [Orberk] o zaman sekreterdi. Sonra Teoman bıraktı. Teoman dekoru yapıyor, ondan sonra sahne amirliği yapıyor. Çok emeği vardır. Bende de çok emeği vardır. Semi beni sinemaya itti, yani arkamdan iten kadın ve ben onun evine, bugünkü Nevizade, Laleler Sokağı’na taşındım. 1958 senesinin yılbaşı. Annemin Salacak’taki evini bırakıp oraya geçtim.

İZZET GÜNAY, KIRIK PLAK, 1959

Sizin ilk filminiz Kemal Film’de çekiliyor diye biliyorum...

Değil, ilk Kemal Film’de oynayan filmim başrolüm. Özdemir Birsel, Nusret Birsel ve Salah Birsel. Çağırdılar. Beyoğlu’nda Yeni Melek Sineması vardı. Şimdi Ayhan Işık Sokak mı ne oldu. Kalpaklılar filmini çevirecekler. O zaman daha acemiyim, toyum... Başıma bir kalpak giydirdiler, kafa da uzun ya, kalpaklı büsbütün uzun oldu. Olmadı yani, onların istediği tip olmadım. Sonra da galiba onu Sadri oynadı. Ondan sonra ilk 1958-59’da Zeki Müren’in şoförünü oynamak için Kırık Plak’ta yevmiyeli bir rol...

Kaç para aldığınızı hatırlıyor musunuz?

Tabii. 150 lira, çok önemli. Tiyatrodan 200 lira maaş alıyorum. 150 lira, 9 gün çalıştım. Çalış çalışma, makbuzu imzalayınca parayı alıyorsun, yani makyajı yapınca... Hani Zeki’nin sahneleri var; Belgin Doruk, Ayfer Feray, Ziya Metin var filmde. O filmden bir ben hayattayım, başka kimse yok şu anda... Tarık Dursun K. bizim resimlere bakıyor, herhâlde Kamp 17 dönemi, öyle tahmin ediyorum, 1958. Bu çenemdeki kemiklerden beni Baytekin’e benzetiyor. Baytekin de öyle fotoroman tipidir ya. O zaman da Osman’a, Kemal Film’in senaryolarını düzelten adam. Osman Abi’ye diyor ki, “Ya, orada Baytekin’e benzeyen bir çocuk var, onu kullanalım.” Ne zaman ki Zeki Müren filmi geliyor, Osman Abi, “Sen bir oğlandan bahsetmiştin, tiyatrocu” diyor.

Sizi görmeden mi söylüyor bunu?

Evet. “Orada bir çocuktan bahsediyorsun, onu çağıralım, kimdi o?” diyor. İzzet Günay diyorlar. Şimdi İzzet Günay’ı çağırmalarının üç sebebi var. Birincisi Zeki Müren. “Kahveden bir figüran çağırmayalım, lafı doğru söyleyemez, Zeki sinirlenir” diyor. İkinci olarak “Şoför olacak, araba kullanmayı bilecek” diyor. Üçüncü olarak da laf aramızda, “Zeki Müren çirkin adam sevmez, eli yüzü düzgün bir adam olsun” diyor. İşte onun için beni çağırıyorlar, hikâye bu.

İZZET GÜNAY VESİKALI YARİM’DE TÜRKAN ŞORAY İLE

Müthiş hikâyeymiş gerçekten. Türk sinemasında bir numaraya koyabileceğim kült film Vesikalı Yarim’e gelelim şimdi. Vesikalı Yarim’in hiç bu kadar ses getireceğini tahmin eder miydiniz?

Hiç! Nereden bilebilirim. Bir kere Lütfi Akad ile ilk kez çalışıyorum. Lütfi Abi ile merhabamız var ama öyle bir araya gelip de uzun uzun sohbetler yapmamışız. Çok duyuyorum, sayıyorum tabii. Erman Film’e çağrılıyorum, oranın müdürü Şeref Gür oturuyor böyle. Şimdi sen Şeref’sin, (Eliyle gösteriyor) ben girdim... Lütfi Abi ayağa kalktı, önünü ilikledi. Ben girince önünü ilikleyen bir yönetmen hiç görmemiştim. Hele bir de koskoca Lütfi Akad... Ondan sonra “Hoş geldin” dedi. “Bu, senin senaryon” dedi. Kilitlenmiş bir senaryo. Bak herkes onun peşinde (Eliyle karşısındaki siyah kaplı orijinal senaryoyu gösteriyor). “Sana anlatayım”, dedi, “Bu rol için seni düşündük” dedi. “Anlatayım filmi: Bir manav var, Halil. Bir gece arkadaşlarıyla Beyoğlu’na çıkar, ondan sonra orada Sabiha diye bir konsomatris kıza âşık olur.” “Evet” dedim. “Bu kadar” dedi. “Burada, gerisi burada!” dedi. Hep sana güvendim, film böyle başlıyor. Ama şu, hep diyorum ya, kendinden iyi insanlarla bir arada olmak... Yani önünü iliklemeyi güzel bir adamdan öğreniyorsun, kendinden küçük biri girerse, Cengiz girerse misal, önünü ilikliyorsun kardeşim, öğreniyorsun, bir görgü bu! Yalnız filmde yıldız olmak işe yaramıyor. Nasıl hitap ettiğini, nasıl davrandığını hiçbir sette duymamışım ki. Öğle yemeğinden sonra sete geçeceğiz. Yönetmen Lütfi Akad, “Oyuncularım kahvelerini içtiler mi?” diyor. Hiçbir yerde duymamışım bu lafı...

Toplam kaç filminiz var? Bunların kaçı böyle içinize sinen, “Bu İzzet Günay filmidir” diyebileceğiniz filmler?

120 film... Yani 15-20 zor sayıyorum. Birinci Vesikalı Yarim’i sayıyorum, ikinci yine Lütfi Abi’nin çektiği Kader Böyle İstedi. Çok namuslu bir filmdir o...

İzzet Günay

Bugünkü sinemacılar daha mı şanslılar? Ne düşünüyorsunuz, bugün daha namuslu filmler mi çekiliyor?

Evet, tabii. Bir kere ben yeni sinemacıları çok şanslı buluyorum. Başarılı da buluyorum. Çünkü imkânları var. Bir kere seçme kabiliyeti var. Gidiyorum, Osman Abi, ben kiminle oynayacağım? Nasıl, hangi senaryoda oynayacağım? Bilmiyorsun! 10 gün kala haber veriyorlar, ha aya başlıyoruz, oradaki işini bitir bize gel diye. Hatırlıyorum, bir filmi bitirmek üzereydim. Kameranın önünden beni çekip öbür filme götürmüşlerdi. Beni beklediler, sonra cansız manken gibi alıp arabaya attılar, öbür sete götürdüler. Böyleydi. Çok kötü bir tempo bu tabii... Bir filmde burnum kırılmıştı fakat yönetmen 15 günde çekmek zorunda. Buna rağmen oynuyorum. Kavga sahnesi var, zar atıyorlar, üçkâğıt oluyor, tak tak dövüşeceğiz. Yumruk geçiyor burnumun ucundan, zor şartlardı. Böyle çalışa çalışa, gizli gizli filmi bitirdik. O filmden sonra da ben Ağaçlar Ayakta Ölür’e başladım ve o filmle ilk Antalya’yı [1964’te] aldım. Kader yani, düşünebiliyor musun?

En İyi Erkek Oyuncu dalında Altın Portakal aldınız...

Ödülü bana getirdiler, daha ödül kazandığımı falan bilmiyorum, lafla dediler. Birisine vermişler, getirdiler... Sana bir şey söyleyeyim, bizim çevremizde ödül almak iyi değildi. Ödül alanı itelerlerdi. Evet, prodüktörler ödül alanı itelerdi. Ben sonra fark ettim onu.

Bugünkü setlerde karavanlar, ekipler, şaryolar her türlü teknik donanım var. Özeniyor musunuz?

Özeniyorum tabii, yani gıpta ediyorum. Şimdi, bu devirde gelseydik biz, bütün bu düzenin içinde olacaktık. Şunu hatırlatmak isterim, bir tek minibüsün içindeyiz... Minibüs Türkan’ı aldı, daha Türkan’ın arabası da yok, benim de arabam yok. Beni aldı, arabanın üstünde ışık, içinde kamera... Beyoğlu’ndan, Yeşilçam’dan kalkan bir minibüs bir film demekti. Üç minibüs kalkıyorsa üç film demekti. Şimdi ya dinlenme odaları var, ne diyorlar ona, kulisler ve karavanlar her şey var, her şey... Keşke ben de bu dönem gelseydim. Ama bu oyuncular da bizim zamanımızda gelseydi o filmleri yapacaklardı; biz de bu zaman gelseydik bu iyi filmleri yapacaktık. Ama şimdi herkes diyor ki, abi bu yeni filmlerden bir şey anlamıyoruz, takip edemiyoruz, sıkılıyoruz, kapatıyoruz. Yine eski filmleri seyrediyoruz.

İZZET GÜNAY’IN KOLEKSİYONLARINDAN BİR BÖLÜM

Neydi o filmlerin büyüsü?

Bir kere samimiyet vardı. Sevgi vardı, şefkat vardı, dayanışma vardı. Bugün olmayan şeyler vardı. Halk kendinden bir şeyler buluyordu, herhâlde ondan tuttular. Söylüyorlar zaten. “Bayılıyoruz hâlâ o filmlere, bizden çok şey var, kendimizi çok bulduk o filmlerde” diyorlar. Bizim de hoşumuza gidiyor. Zaten bizim filmleri seyreden bu halk olmasa biz yokuz. Böyle diyorum, siz olmasanız biz yokuz. Hakikaten öyle. Gençler diyor ki, “Bu İzzet Günay’ı bilmiyorum, hiç duymadım.” Yani Türk filmi seyretmemişler. Televizyon var, onu da seyredecek zamanları yok insanların...

Sizin iyi bir koleksiyoner olduğunuzu biliyoruz. Nasıl başladı bu merak, bu hobi?

Yedi yaşındaydım, daha hiçbir şeyim yok, merakım falan yok. Babamın damgalı pulları vardı. Böyle yarım yamalak, arızalı marızalı, onlar elime geçti, onları sıraladım. O pulları ilkokul de erime aydınger kâğıdına gözler yapıp yerleştirdim. Un ile su karıştırarak yapışkan yapıyorduk, öyle pul de eri yaptım. Daha pul de eri görmemişim hayatımda, belki Türkiye’de daha öyle pul defteri yok.

Sonrasında bu hobi ticarete nasıl dönüştü? Bildiğim kadarıyla bir antikacı dükkânınız vardı bir dönem...

1958’de, rahmetli hanımın annesi saraylıydı, hiç kullanılmamış Reşat paralar verdi bana, hiç kullanılmamış gıcır gıcır... 5 kuruş, 10 kuruş, Mecidiye 20 kuruş. Ondan sonra paraya başladım ben. Aynı zamanda Kapalıçarşı’da benim ustam olan Ali Kazgan’ın dükkânına gitmeye başladım, ben Kapalıçarşı’dan yetişenim aslında. Ali Kazgan muhteşem bir adamdı. Bu işin ustası ve namuslu bir antikacı, bana çok şey öğretti. Derdi ki “Dükkâna gelene veyahut bir mal alacaksan mala öyle bir fiyat ver ki o geceyi uykusuz geçirme” yani son fiyatı ver...

İZZET GÜNAY’IN KOLEKSİYONLARINDAN BİR BÖLÜM

Namuslu film çekmek, namuslu film yapmak, namuslu ticaret yapmak...

Ben onu yapmaya çalıştım çünkü ustam öyleydi. “Mal alırken can acıtma” derdi. Karşıyı fazla sıkıştırma, az kâr et, karşıyı da gözet! Yani 1000 liralık malı 50 liraya alma gibi. Ben o yüzden antikacılıkta da fazla bir şey kazanamadım ama çok şey öğretti antikacılık. Bütün ustalar, hocalar gelir...

Keyif adamısınız diyebilir miyiz?

Keyif adamıyım açıkçası ama bu keyfi almamda hayatımdaki kadınların çok dahli var. Bana o yolu hep açtılar ve beni hep rahat ettirdiler. Üç kadın çok önemlidir hayatımda: Rahmetli annem, rahmetli ilk eşim ve eşim İpek. Onlar olmasa ben bu yaşa gelemezdim. İstediklerimi yapabildim, onlar bana tahammül ettiler. Hiçbir hanım birikintiden hoşlanmaz mesela. İpek “Atarım bunları” demedi hiç!

VESİKALI YARİM FİLMİNİN ORİJİNAL SENARYOSU

Geriye dönüp baktığınız zaman hayat sizde ne bıraktı?

Hayat çok kıymetli ve hepimiz bir kere hayata geliyoruz. Ne marifetimiz varsa bunu göstermek ve denemek zorundayız. Bir defa geliyoruz ve öleceğiz, bu kadar basit. İyi insan olmak, meraklı insan olmak, araştırmak ve kendini geliştirmek. O zaman insanları daha çok seviyorsun, empati yapabiliyorsun, kendin geliştikçe insanlara aktarabiliyorsun o sevincini, mutluluğunu. Zaten kati bir mutluluk yok! Ara ara mutluluklar var. Süregelen mutluluklar yok insan hayatında, zaman zaman aralıklarla mutluluk, o bile bir marifet, seviniyorsun. Para kazanıyorsun seviniyorsun, bir elbise alıyorsun seviniyorsun, bir kitap alıyorsun seviniyorsun... Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek gerekiyor ama mutluluğu kendin yaratıyorsun. Başkası seni mutlu ediyor; sen de başkasını mutlu ediyorsun. Şunu da alayım da Cengiz şunu biriktiriyor ona bunu veririm, diye cebime koyuyorum.

Bugünkü gençler o anlamda çok mu mutsuz, çok mu ilgisiz?

Çok mutsuz, çok ilgisizler, yaşamayı bilmiyorlar bir kere. Ben onların dolu dolu yaşadığını zannetmiyorum. Çünkü bir şey öğrenemiyorlar, okumadıkları, görmedikleri, kendilerini geliştiremedikleri için ideallerini biraz yüksekte tutmuyorlar. Bir tek şu var: Bir okul kazanayım, üniversiteyi kazanayım, mezun olayım, bir işe gireyim. Ondan sonra paraları cebe koyayım... Hayat bu değil! Hayatta başka şeyler var, seni mutlu edecek çok şey bulabilirsin. Üniversiteyi bitirip mutlu olabiliyor musun? Şimdi olamıyorsun. Eskiden bir mutluluktu. Eskiden emekli oluyordun, bir tazminat alıyordun, bir ev alabiliyordun. Şimdi bunların hiçbiri yok! Onun için kendi mutluluklarını oluşturacak yollar arayacaksın.

İZZET GÜNAY EŞİ İPEK HANIM’LA BİRLİKTE

Bir de cep telefonu kullanmıyorsunuz, neden?

Kullananları çok gözlemliyorum, etüt ediyorum. Kötü kullanılıyor ve dünya ile ilişkileri kesiliyor. Etrafına bakmıyor insanlar, yürüdükleri yola bakmıyorlar, neredeyse çukura düşecekler. Hangi binanın önünden geçtiklerini bilmiyorlar. İstanbul nasıl bir İstanbul? Hangi şehirde yaşıyorlar, onu bilmiyorlar. Bunları gördüğüm için kötü kullananlardan biri olacağım ben de biliyorum. Ben çok şey kazanıyorum, bir kere özgürlüğümü kazanıyorum, o çok önemli. Kendimi özgür hissediyorum ve telefona bağlı değil hayatım. Yarınımı kendim organize ediyorum, iki gün sonrasını kendim organize ediyorum. Özgür olmak benim için çok önemli. Hele bu yaşlarda daha da önemli. Yaşlıyken kendini organize edeceksin, mutlu olduğun şeyleri daha çok yapacaksın. Vakit azalıyor. Daha çok okuyacaksın, daha çok şey öğreneceksin... Bir panik başlıyor bir kere yaşlanınca. Öğrenme paniği başlıyor.

İzzet Günay’ın bir günü nasıl geçiyor?

İzzet Günay mutlu olduğu işleri yapıyor bir kere. Yani ben bugün sizlerle birlikte olmaktan çok mutluyum. İstediğim şeyi yapıyorum, organize olduğum için ertesi güne göre gecemi kullanıyorum, o güne göre kalkıyorum. Kahvaltı etmiyorum –uzun yıllardır, 60 senedir kahvaltı yapmıyoruz biz, ikimiz de– [eşi İpek Hanım’ı kastediyor] kahve ile karşılıyoruz günü. Yürüyüş yapacaksam yürüyüşümü yapıyorum, bahçe ile uğraşacaksam yazlıkta bahçeme iniyorum. Yani bir şeyler buluyorum kendime. Ne bileyim, açıyorum kabukları yerlerini değiştiriyorum. Çünkü bilgim çoğalıyor, bilgi çoğalınca koleksiyonların boyu da uzuyor, kısalıyor.

İZZET GÜNAY VE CENGİZ ÖZKARABEKİR

Havalandırıyorsunuz aslında bilgileri...

Koleksiyonculukta, antikacılıkta bir zirve vardır. O zirveye ulaşmaya çalışır koleksiyoncular. Fakat sen çalışan, okuyan meraklı bir insansan koleksiyonun o noktada bitmediğini anlıyorsun. Çünkü bilgin çoğalıyor, tepeden yukarı çıkıyor. Yani hiçbir zaman tepe nokta yok demek istiyorum! Bir koleksiyonda 50 tane deniz kabuğun vardır, o kadar zannedersin koleksiyonunu. 150 vardır, 150 dersin... İşte koleksiyonculukta bu vardır. Bir; çok konu yapıyorsan dağılmışsan, dağılmayacaksın. Hangisi beni daha çok heyecanlandırıyor? Cama mı değer versem, porselene mi? İki; maddi ve manevi olarak hangisinin üstesinden gelebilirim? Haldun Taner bir röportajında bunu haddini bilmek diye açıklar. 1970 senesinde söylemişti, bir mecmuada yakalamıştım: “İdeal nedir, hocam!” “Haddini bilmektir.” Tamam, idealler ütopik olmayacak ama kendini çok geliştirirsen o da yükseliyor. Yarına umutlu olacaksın, o çok önemli. Hobiler oldukça sen yaşamın daha uzun olduğunu hissediyorsun. Ben 10 sene daha yaşarım, 10 sene şunları ilave ederim diyorum. Kim garanti ediyor benim yarınımı... 89 yaşındayım. Bir şey istemiştim Allah’tan, 90 yaşına geleyim ve Cumhuriyet’in 100. yılını yaşayayım. Herhâlde onu göreceğim. Yukarıdaki ile ufak bir pazarlığım var... (Gülüyor)

İzzet Ağabey, son sorum: Bir insanın hayatında ikinci çocukluk diye bir kavram var mıdır?

Var tabii canım, ikinci çocukluğu yaşıyorum ben. İkinci çocukluk hep var ama herkes hissediyor mu, bunu ben bilmiyorum. İkinci çocukluk çocuk yaşındaki beceriksizliğe dönmek demek değil! Yani onu yanlış telaffuz etmiş olabilirler. İkinci çocukluk hep var. Yani bir çocuk gibi oluyorsun, her şeye karışamıyorsun; o kadar atak olamıyorsun, denemeye teşebbüs edemiyorsun. Çocuk bile tay tay yaparken bir deneme yapar. Artık onları yapamıyorsun ama ben hep meraklıyım, deniz kıyısına gideyim, çakıl taşı toplayayım, bunlar beni mutlu ediyor. Komşularım var, çakıl taşını özledim diyorum, seni hemen sahile götürelim diyorlar, sahile götürüyorlar, ben yine taşlarımı topluyorum...

Teşekkür ederim...

İzzet Günay
Yeşilçam
Sinema
İstanbul
Vesikalı Yarim
Cengiz Özkarabekir
Röportaj
Sayı 013

BENZER

Hıfzı Topuz gerçek bir Cumhuriyet çocuğu olarak 25 Ocak 2023’te 100 yaşına bastı. Hem de Türkiye Cumhuriyeti’nden dokuz ay önce... Galatasaray Lisesi’ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Daha sonra Strasbourg Üniversitesi’nde devletler hukuku ve gazetecilik dallarında yüksek lisans yaptı. Aynı üniversitede 1960’ta doktorasını tamamladı. Hıfzı Ağabey, Türkiye’nin ilk doktoralı gazetecisidir. Aynı zamanda Fransa’nın da doktor unvanlı ilk gazetecisi olma şerefine nail olmuş medarıiftiharımızdır!
Metinlerinde her türlü iktidara ve dogmaya meydan okudu. Her daim düşünce özgürlüğünün ve bireysel özgürlüğün yanında durdu. Cinsiyet ayrımcılığını, kadının ötekileştirilmesini ve psikolojik şiddete uğramasını anlattı. Bunu naif bir tavırla değil, sert bir üslupla yaptı. Yalnızca ele aldığı konularla değil, biçimsel olarak yaptığı yeniliklerle de geleneksel Türk öykücülüğüne meydan okudu. Leyla Erbil, ülkemizde Nobel’e aday gösterilen tek kadın yazardır aynı zamanda…
Beyoğlu bir semtten çok, en güç koşullarda bile ayakta kalmayı beceren devasa bir canlıya benziyor. Gıdasını yaşamdan alan, sokakları, caddesi, meydanı, anıt binaları ve birbirinden ilginç insanlarıyla devasa bir canlı. Bu kadim varlığı korumak istiyorsak, tek kültürlülük cehenneminden kurtarmamız lazım.