Ömrümün kırk yılı Erenköy’de geçti. Bir kahvenin kırk yıllık hatırı olduğu gibi Erenköy’ün bendeki hatırı, hatırası büyüktür. O kadar ki memleketin malum tanışma sorusu, “Nerelisin?” ile karşılaştığımda çok zaman, “Erenköylüyüm” diye yanıtlamışımdır. Çünkü her ne kadar nüfus cüzdanımda anne baba memleketi Kayseri, doğum yeri öğretmen baba gereği Zonguldak yazsa da kendimi bildiğim ve bulduğum yer Erenköy’dür.
Kadıköy Anadolu Lisesi’nde müdür yardımcılığı yapan babam, okula yakın olsun diye Erenköy’de ev bakarken ve sonradan oturacağımız evi almadan önce kadim Kadıköylü bir doktor teyzemiz, “Evladım deli misin, oralar ıssız, kuş uçmaz kervan geçmez yazlık yerlerdir, bakkal bile bulamazsınız” diye uyarmış. Sene 1972. Babam iyi ki doktor teyzemize kulak asmamış da evi almış.
İstasyonun bir üstündeki Çobanyıldızı Sokağı’nda yahut Erenköylülerin deyişiyle, “Pazar Sokağı’nda” otururduk. Pazar dediğim de ayrı curcuna ama onu sonra anlatacağım. Yetmişli yılların ortasında, dört katlı, sahile çok da yakın olmayan Güneş Apartmanı’nın son katındaki evimizden, çocuk aklımla, ışıl ışıl ada vapurlarını seyrettiğimizi hatırlıyorum. 1854’te sefere başlayan Şirket-i Hayriye’nin kaçıncı seferi kim bilir. Mahallemiz ıssız değilse bile oldukça sakindi. Gerçi her mahallede illaki olduğu gibi bir Laz bakkalımız vardı ama etrafımız sahiden köşklerle, bahçeli ahşap evlerle, küçük koruluklarla doluydu. Sonra ne olduysa ne koru ne de bahçe kaldı ve kent yükseldi de yükseldi.
Bizim Minibüs Caddesi diye andığımız Şemsettin Günaltay daha yeni yeni genişliyordu. Oranın da üstüne çıkınca tek tük evleriyle İntaş Blokları, aradaki Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni ve sonradan Erenköy Işık olacak Güneş Koleji’ni saymazsak, ta E-5’e kadar göz alabildiğine uzanan meşelik ve tarlalar. Üçerden altı kişiyi bulduk mu o tarlalar bize Ali Sami Yen olur, İnönü olur, gün batana kadar top peşinde koşardık. Tabii top kiminse en iyi golcüyü onun seçmesi kaydıyla.

“EN” ERENKÖY: ZİHNİPAŞA CAMİİ, İSTASYON VE CİVARI
Yaş alınca okuduğum Kemal Tahir’in Esir Şehir Üçlemesi’nde Cehennem Topçusunu saklayan Erenköy’e ya da Yahya Kemal şiirlerindeki bülbüllere elbette yetişemedim. Hatta Erenköy’ün Bostancı’dan Caddebostan’a, Merdivenköy’den Sahrayıcedit’e kadar bucak merkezi olduğu 60’ları da bilmem. Ama 80 öncesinin çocukluk yıllarından balıkçı Kemal Amca, seyyar sütçüler, çıngırağıyla yoğurt satan abi, yine nevi şahsına münhasır “Mussuttamii” seslenişinin ne olduğunu uzun zaman anlayamadığım seyyar tesisatçı gözümün önünde. Bir de hayal meyal, odun kömür taşıyan at arabaları ve elbette 79’da Haydarpaşa açıklarında patlayan Romen petrol tankeri Independenta’dan yükselen kara bulutlar.
Sonra o kara bulutlar 80 darbesiyle âdeta memleketin üzerine çöktü. Erenköy İstasyonu’ndaki kahvenin civarında birkaç yıldır, senin bıyığın yandan sarkık, ne olmuş senin de parkan yeşil, senin de yeni terlemiş sakalın yobaz işi diye sürüp giden çatışmalar bıçak gibi kesilmişti. Anadolu Yakası’nın ve Erenköy’ün güzel yapılarından Zihnipaşa Camii’nin etrafında Kur’an kursları çoğalmaya başlamış, istasyon civarı dükkânlardaki ekonomik kriz gereği alışageldiğimiz gaz, yağ ve sair kuyrukları da şıpın işi sona ermişti. Öylece Kenan Evren’in ifadesiyle memlekete huzur ve güven ortamı hâkim oldu. Ama ne huzur!

İlkokul yıllarım… Siyasete, şuna buna daha aklımız pek ermiyor, daha ziyade Zihnipaşa İlkokulu’nda yakar topta kim kazanır, cuma günü İstiklal Marşı’nı kim okur, sınıfa yeni gelen çocuğa bahçede ilk çelmeyi kim takar mevzularına kafa yoruyorduk. Düşünsenize, 1908 yılında kurulmuş bir okul. Sizin o çırpı bacaklarınızdan önce kimler kimler geçmiş. Misal Mehmet Ali Birand benden yirmi beş yıl önce aynı okul bahçesindeymiş. Ve okulun bir sokak ötesinde Akşam Sanat’ın nefis taş binası.
“En” Erenköy neresi diye sorsanız, sanırım işte bu andığım, istasyon ve civarıdır derim. Zeki Tuhafiye’den annemin aldığı eteklik kumaşlar, rengârenk düğmeler. Zihnipaşa Camii’ne sırtını yaslamış Kerim Pastanesi’nin burnumda tüten açması, haziran başı tezgâha düşen süt kokulu dondurması. Az ilerleyince o zamanların metruk (şimdi artık bakımlı) Kabasakal Mehmet Paşa Köşkü.
Artık yaş alıyorduk ve pazarcıların tezgâhlarını kale yapıp oynadığımız mahalle maçları, yakar toplar, saklambaçlar kesmiyordu ve Erenköy benim için caddeye dönüştü. Daha doğrusu büyük harf ile yazıp “Cadde” demeli. Çünkü İstanbul’un başka caddelerinin bir adı vardır ama Bağdat Caddesi için hele hele Cadde’nin en civcivli yeri olan Kantarcı-Şaşkınbakkal arasına, Cadde’ye iniyorum demeniz yeter. Orası nevi şahsına münhasırdır. Ama hazır ahşap tezgâhlarını anmışken önce şu pazardan bahsedeyim. Cadde’ye sonra ineriz.

İstanbul’un semt pazarları! Renk koku ses, pazarcı mahalleli zabıta, domates biber patlıcan, kese kâğıdı, terazi, para üstü, eşofman ayakkabı ikizlere takke. Ne arasan vardır o pazarlarda. İşte o pazarların en büyüklerinden birisi de Erenköy’de, bizim sokakta kurulurdu. Perşembe günleri kurulan pazarın velvelesi çarşamba akşamından başlar, sebze meyve vesaire yüklü kamyonetlerin sokağa üşüşmesiyle, perşembenin kör karanlığında zirveye ulaşırdı. Sonra o ahşap tezgâhlar tek sıra kurulur, demir direklere mevsimine göre yağmurdan veya güneşten koruyacak kirli beyaz brandalar gerilir, o gün ne satılacaksa özenle tezgâha dizilir ve pazarlık yapmamakla birlikte malın da iyisine talip sabah müşterileri beklenmeye başlanırdı. Çocuk aklımla pazarın hayhuyuna camdan bakarken kuş olsam uçup o çadırlara konabilir miyim diye kaç kez hayal etmişimdir. Allah’tan denemedim ama biraz büyüyünce şöyle dokuz on yaş civarı, pazarımızda su satıp harçlığımı çıkarmaya başladım. Pet şişesiz yıllar. On litrelik bidona buz gibi soğuk su. Daha küçüğüne de bardakları yıkamak için ılık su. Su eksildikçe yüzüme dolan neşe.
Sonra işte az daha yaş aldık. Ve Cadde’ye inecektik. Unutmayalım!
Ethemefendi’nin loş çınarları altından, o zamanlar sağ kolda kalan karakolu, sol koldaki köşkü geçerek Cadde’ye doğru sallanırken Erenköy Kız Lisesi’nin kızları önümüze düşerse değmeyin keyfimize. İki üç laf atıp hafif yollu kakara kikirinin ardından, o zamanlar tabii ne bilelim, Orhan Pamuk’un da dev eseri Kara Kitap’ı yazmakta olduğu apartmanı da geride bırakınca Galip Paşa Camii’nin oraya, yani Cadde’mize varırdık.
Hani malum söz vardır ya “zamanında İstiklal Caddesi’ne tayyörsüz kravatsız şapkasız çıkılmazmış” diye. Öyle o kadar şık şıkıdım değilse de o hâlin seksenler doksanlar versiyonu Cadde’de yaşanırdı sanki. Sırf maddiyatla açıklayamayacağınız şekilde, Cadde’ye inen genci yaşlısı, giyimine, saçına başına bir şekil özen gösterirdi.

Cadde’deki ışıklardan aşağıya sahile vurur ve bugün Marmara Yelken Kulübü’nün olduğu noktadan, o günlerde orada sahil yolu olmadığı için kayalıkların üstünden denizin seyrine dalardık. Az ötemizde, sağ kolda, o günlerdeki İstanbul’un iki Maksim Gazinosu’ndan biri olan Caddebostan Maksim. Ünlü şarkıcıların ışıklı ilanları, komedyen ve meşhur dansözlerin afişleri. Saz caz ve ucundan arabesk. Öte yanda önümüzde, dünyayı yelkeniyle dolaşan ilk Türk Sadun Boro’nun, bu muazzam yolculuğundan önce, gençlik yıllarında yelken bastığı, rüzgâr kovaladığı sular. Çığlık çığlığa martılar. Kimi zaman açıklarda nazlı nazlı salınan birkaç yelkenli ve daha ötesi Sait Faik’in Burgaz’ı, Hüseyin Rahmi’nin Heybeli’si. Adalarda insanı çeken nedir bilmem.
Bilmem demem lafın gelişi. Bugünün alıp başını gitme duygusu, sanırım bana Erenköy Sahili’nden adaları seyrettiğim zamanlardan kalmıştır. Bazen de aşağı, sahile inmek yerine Cadde’deki ışıklardan sol kola döner, bugün Penguen Kitabevi olan, o zamanların Beymen’ini, sonra Divan Pastanesi’ni geçip mutlaka ama mutlaka Kantarcı’da duraklardık. Çünkü Kristal Büfe oradaydı. Memlekette Amerikan burger markaları daha yokken yenen ilk hamburgerler, “banana split”ler. (Soyulmuş muzdan oluşan ve iki parça arasında dondurma ve sos ile servis edilen bir çeşit tatlı.)

Burada biraz duralım. Çünkü Fenerbahçe’nin şampiyonluk kutlaması var! Fenerbahçeli değilim, futbolla artık pek aram yok ama yine de ister şampiyonlukta olsun ister bir Avrupa zaferi, Fenerbahçeli dostların, Cadde’nin tam da Erenköy’e denk düşen bölgesindeki muazzam coşkusuna defalarca yancı olmuş, o mutluluktan nasiplenmişimdir.
Ama durun size daha güzelini anlatayım. Şu takım bu takım, şu hayat görüşü bu yaşam tarzı, genç yaşlı, kadın erkek demeden, bu memleketi seven insanların en güzel Cumhuriyet Bayramı coşkusu da Erenköy’de, Cadde’de yaşanır. Bir uçtan bir uca kırmızıya bürünmüş insanlar. Ellerde bayraklar, yüreklerde Atatürk. Bakın nereli olursanız olun, İstanbul’un şu semtinden veya memleketin bu köşesinden, bu nefis coşkuyu ömrünüzde en az bir kez tatmanızı isterim.
Kantarcı… Şen şakrak kutlamalar, kafeler, restoranlar derken az daha ilerledik mi Şaşkınbakkal ışıklar. İstanbul’un en güzel semt adlarından biri değil mi? Erenköy’e uzak kalır ama ben bir de Çıksalın’ı çok severim. Şaşkın ışıklar mevkiinde, sol kolda, bilmem kaç yıldır, incik boncuk aradığınız her şeyi bulacağınız Kazım Kulan. Sağ kolda ise o zamanlar Suadiye Sineması, çaprazında Atlas Sineması. O büyülü ortamda seyredilen ilk filmler. Kramer Kramer'e Karşı, Baba 2, Anthony Quinn’li Çağrı. Ve oradan vur yukarı ya Kaptan Arif’ten ya da Kazım Karabekir Paşa’nın köşkünün yanından, gün batmadan eve dön. Çünkü yavaş yavaş akşam çöker.
Akşam oldu, artık eve dönelim derken benim Erenköy’üme de akşam çöktü. Hani kent yükseldi de yükseldi demiştim ya 2015 yılında artık güneşi görmekte zorlandığım Erenköy sokaklarını geride bırakıp Üsküdar’a taşındım. Burada mutluyum çünkü çocukluğumun ve gençliğimin Erenköy’ünü ucundan kıyısından yeniden yakalamış gibiyim.
Peki ya Erenköy? Eren Babanın kurduğu köy ne hâlde? Kadıköy, İstanbul’un nevi şahsına münhasır ilçelerinden biridir. Bugün artık tiyatrolarıyla, sinemalarıyla, sahaf ve kitapçılarıyla sanatın kalbinin attığı, kafe ve pub’larıyla her daim davetkâr ilçesidir İstanbul’un. Ama Kadıköy’ün içinde de ilginç bir ayırım var gibidir. Merkez Kadıköy diyebileceğimiz Mühürdar, Moda ve Yeldeğirmeni ile Fenerbahçe Atatürk stadından sonra başlayan Bağdat Caddesi güzergâhının havası sanki birbirinden biraz farklıdır. Ve o güzergâhın en güzel yeri, başta andığım gibi bende kırk yıllık hatırı olan Erenköy. Ama işte o Erenköy, çocukluğumun, gençliğimin Erenköy’ü mü yoksa kentsel dönüşüm ile artık başka bir yere mi dönüşmüş bilmem.
İstanbul’da yaşayıp henüz İstanbullu olamamanın da İstanbullu olmakla ilginç bir ilişkisi olsa gerek. Tuhaf bir son olduğunun farkındayım. Ama zaten durumun kendisi tuhaf. Hayatınız bir kentte geçiyor ama siz kendinizi hep başka yerle tanımlıyorsunuz. Kastettiğim, ellilerden itibaren akın akın İstanbul’a çalışmaya gelenlerin, önceleri Sivaslıların yaşadığı kahvelere takılması, İstanbul’u ailecek mesken tutacak olanların, “Rizeliler çoğunlukla Üsküdar’da yaşarmış, biz de oradan ev tutalım” demesi, hafta sonu hevesle bilmem nere ilçesi, falanca köyün “yardımlaşma ve yaşatma derneğinin” yolunun arşınlanması.
İşte Erenköy benim için, bu İstanbullu olamama kısır döngüsünü aştığım güzellikti. Kimi zaman o güzelliği benden çalmışlar gibi hissediyorum. Küçük bir kırgınlık veya hayal kırıklığı. İlk aşktan kalan buruk hatıra. Yine de yolum Ethemefendi’ye düştüğünde, istasyonda bir çay içimi, Cadde’de küçük bir volta sonrası, çok şükür diyorum, iyi ki iyi ki Erenköylü olmuşum.

ERENKÖY’DE SON GASTECİ
Meslekte altmışıncı yılına yaklaşan İlhan Aktaş, Erenköy’ün çok sevilen portrelerindendir. Marmaray Erenköy İstasyonu çıkışında kulübesinde tam gün çalışan İlhan Aktaş, kendisine yapılan cazip promosyon tekliflerinin hepsini geri çevirip; sigara, mendil, ciklet, çikolata, gofret ve benzeri şeylerin satışından uzak durmayı seçmiştir. O, gazete-dergi dışında hiçbir şey satmaz! Aktüalitesi çok geniştir. Gazete okuru olan herkesle konuşacak bir konusu vardır. Ama en çok Beşiktaş futbol takımının başarılarını konuşmayı sever. Günlük mesaisinde yardımcı olmak da vardır. Dispanser elli metre ilerinizde, Erenköy Perşembe Pazarı için yukarıya doğru yürüyün, Zihni Paşa Camii işte yanında duruyor, fırın şurada, eczane burada demekten yorulmaz. Kadıköy’deki evinden Erenköy’e her sabah 05:00’te bisikletiyle gelir, akşam 19:00’da da yine bisikletiyle evine döner. Bu mesleği daha ne kadar yapabilir ki? İlhan Aktaş’ın cevabı göz yaşartıcıdır: "Tek gazete kalsa bile ben burada gazete satışına devam edeceğim!"