1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla İstiklal Caddesi’ndeki Luvr Apartmanı’nda Loryan adıyla açılan bir pastane, 1934’te mekân adlarının Türkçeleştirilmesine ilişkin kanunla Baylan adını alır. Ses Tiyatrosu’nun hemen yanındadır. Cumhuriyet’in edebiyatçıları kısa sürede burayı mesken tutarlar. Bu anlamdaki cazibesiyle genç şairler için de bir mabet gibidir Baylan. Günün hangi saatinde gitseniz birine denk gelirsiniz. Yılmaz Gruda, Ahmet Oktay, Demirtaş Ceyhun, Demir Özlü, Ferit Edgü, Teoman Aktürel ya da Attilâ İlhan... Hatta sonradan edebiyat çevrelerinde kendine “Baylancılar” diyen bir grup oluşur. İçlerinde Behçet Necatigil, Cemal Süreya, Edip Cansever, Erdal Öz, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Peyami Safa, Orhan Kemal, Salâh Birsel gibi isimler de vardır.
Aynı dönemde Niko Kriçis’in kocaman vitrinli, İstiklal’le iç içe, Ayhan Işık Sokak’ın girişindeki pastanesi Nisuaz da 1930’lardan yangın sonrası yıkıldığı 1967’ye kadar edebiyatçıların müdavimi olduğu bir mekân hâline gelir. Nisuaz’da “takılan” şairler bir yandan çaylarını yudumlar diğer yandan yazdıklarını birbirlerine okur, fikir alışverişinde bulunurlar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edip Ayel, Cavit Yamaç, Sabahattin Kudret Aksal, Asaf Halet Çelebi, Abidin Dino, Sabahattin Ali gibi isimler ne zaman gitseniz Nisuaz’dadır.
İstiklal’in yazar ve şairlerinin parayla pulla işi yoktur. Şair, oyuncu ve çevirmen Ülkü Tamer, yıllar sonra Milliyet’teki köşesinde konudan şöyle dem vuracaktır: “...Pastane garsonları paramız olup olmadığını gözlerimizden anlar eğer meteliğe kurşun atıyorsak hiçbir şey söylemeden önümüze bir şişe maden suyu bırakırlardı. O maden suyuyla akşama kadar idare ederdik. Ceplerimizdeki paranın tamamı 20 lirayı buluyorsa günü Lefter’in Meyhanesi’nde noktalardık...”
Lefter’in Meyhanesi Balık Pazarı’ndadır. Nazlı Eray, bu Nevizade Sokak meyhanesini şöyle anlatır: “...Yarı karanlık, beş parasız entelektüeller, dipte çalan bir laterna, yanında garson Tanaş...” 1950’lerde sürekli “Adalar’dan Bir Yâr Gelir Bizlere” çalan o laterna çok ünlüdür. Lefter, 1964’te Yunanistan’a “gönderilince” laterna susar.
Yine Nevizade’de yer alan, bir kuşağın “Alaylılar Akademisi” adını verdiği Lambo’nun Meyhanesi bir Orhan Veli keşfidir. İlhan Berk mekânın küçüklüğünü “Bir tramvay büyüklüğündedir” diyerek anlatır. Lambo’nun veresiye defteri ünlüdür; Leyla Erbil, Leyla Umar, Güner Kuban, Mina Urgan gibi kadın edebiyatçıların uğrak yeri olan meyhanede şayet para çıkışmazsa veresiye defterine bir söz, bir şiir yazılır. Lambo’nun Meyhanesi, tezgâhın arkasında hep Rus klasikleri okuduğundan kendisinin “komünist” olduğu gerekçesiyle kapatılır. Lambo, ayakkabıcılık yaparken intihar eder.
O zaman Çiçek Pasajı’nın girişinde yer alan Degüstasyon ve yine tarihi daha eski olmasına karşın 1923’te adını gururla kabul eden Cumhuriyet Meyhanesi de edebiyatçıların İstiklal’indedir.
Çünkü herkesin bir İstiklal’i vardır.

Yaşar Kemallerin, Abdi İpekçilerin, Nadir Nadilerin, Fethi Nacilerin yanı sıra İzzet Günay, Fikret Hakan, Metin Erksan, Yılmaz Güney gibi sayısız gazeteci, sinemacı ve edebiyatçı müdavimle bilinen Atlas Pasaji’ndaki Kulis Bar; Kulis’in garsonlarından Ertuğrul Bora’nın 72’de Ses Sineması’nın üstünde açtığı, daha sonra Ayhan Işık Sokak’ta Erman Han’a taşınan Papirüs Bar, Çiçek Bar; sonraki yıllarda geleneğe devam eden Sinematek, Baykuş, Palyaço, Cambaz, İkice, Oldcity, Kaktüs, Pia ve sonra Cihangir’e uzanan diğer simge mekânlar; oyuncuların, sinemacıların İstiklal’indedir.
Erotik komedi furyasıyla dönüşen İstiklal sinemalarının “matineleri devamlı”, “araya parça atılan” filmlerinin müdavimlerinin; arka sokaklarda gezmenin cesaret sayıldığı seksenli yıllar İstiklal’inin barcısı, pavyoncusu, gazinocusunun; her cinsiyetten seks işçisinin, “Hortum Süleyman” gibi emniyet müdürlerinin, caddenin komşuları Tarlabaşı ve Ülker Sokak’ın İstiklal’i bambaşkadır. Çünkü herkesin bir İstiklal’i vardır.
Turistlerin, turist gelip kalanların, dünyayı dolaşırken hayran kalıp duranların, kendini oraya “yabancı” hissetmeyenlerin İstiklal’i de vardır. Sorun bakın, hepsi farklı anlatır. Bizi dışarıdan bakıp daha iyi görürler, İstiklal’e kıymık batsa üzülürler. Her milletten, her yaştandırlar. Birer birer giderler. Giderken gözleri yaşlıdır. Sorsanız onların İstiklal’i de başkadır. Çünkü herkesin bir İstiklal’i vardır.

Doksanlı yıllar itibariyle Galata Köprüsü’nün yanması sonrası Sıraselviler’e taşınan, gitgide büyüyen Kemancı’nın estirdiği rüzgârla; bölgede eskiden pavyon ya da batakhane olan mekânların yerine açılan sayısız rock bar müdaviminin, uzun saçları ve simsiyah kıyafetleri ile caddelere renk verenlerin; Hayal Kahvesi’nin, Roxy’nin, Godet’nin, Sefahathane’nin, Mojo’nun efsanevi gecelerinin, sergilerin, festivallerin, İstanbul Caz Festivali için bir kamyonun damperinde ve caddenin girişinde halka açık konser veren Sun RA grubunu izleyebilenlerin, Siya Siyabend başta sokağın tüm müzisyenlerinin, Robinson Crusoe’dan, Pandora’dan kitap, Lale Plak’tan plak alanların; Markiz, Lebon, Konak, Emek gibi tarihî simgeleri özleyenlerin; bir dönem Tepebaşı üzerinden İstiklal’e hücum eden Etiler sosyetesinin, liselilerin, üniversitelilerin; rock’çılar, metalciler, dansçılar, elektronikçiler, üniversiteliler, liseliler, tramvaya binenlerin, tramvay öncesini bilenlerin; Jazz Stop adlı sabaha kadar açık mekânı hayal edip davulunun başına geçen Moğollar’dan rahmetli Engin Yörükoğlu’nun; solcuların, sağcıların, çevrecilerin, Cumartesi Anneleri’nin, 1 Mayıs’ta bayram kutlaması için Taksim’e kabul edilmeyen işçilerin, Gezi Parkı âşıklarının, 15 Temmuz’da şehit düşenlerin, Leman’cıların, ilk gösterisini İstiklal’den yürüyüp gelenlere yapan Cem Yılmaz’ın; Muammer Karaca’da, Ses Tiyatrosu’nda oyun izleyenlerin; seks filmlerinden medet umarken halk öyle istiyor diye sanat filmlerine dönmek zorunda kalan sinema işletmelerinin, kilise ve cami cemaatlerinin, papazların, hoca efendilerin; Anadolu’dan çoluk çocuk gezmeye gelenlerin, ramazan ayında iftar saatinden çok önce lokantalarında kuyruk oluşturup orucunu illa ki İstiklal’de açanların; türkü barlarında Ahmet Kaya şarkısı isteyenlerin, bodyguardların, konsomatrislerin, kulüplerde sabaha kadar dans edip eğlenenlerin, sabaha karşı bir tepsi midye dolma ya da ıslak hamburger peşinde koşanların, seyyar satıcıların, çığırtkanların İstiklal’i başkadır. 2000’lerin sonlarına kadar ucundan kıyısından o günleri yaşayanlar da şanslıdır. Ve herkesin bir İstiklal’i vardır.

Herkesin İstiklal’i vardır ama İstiklal’i İstiklal yapan da tam olarak budur. Çok kültürlü, çok sesli bir yolculuktur İstiklal. Müziklidir, şiirlidir... Oyunludur, filmlidir... Bazen hüzünlü, çokça eğlencelidir. Herkesin İstiklal’inden ayrı ayrı izler taşır. İstiklalini tam olarak böyle ilan eder.
Cumhuriyet’in kuruluşundan beri olan bitenler İstiklal’in hafızasındadır. Caddenin ve sokaklarının bir ruhu vardır. İncitebilirsiniz ama yok edemezsiniz. Kendine yapılan iyilikleri de kötülükleri de unutmaz.
Bugün kendi İstiklal’imizde “yabancı”ysak, hükûmetin tam olarak anlayamadığımız göçmen politikaları neticesinde kiminle yan yana yürüdüğümüzü bilmiyor hâle geldiysek, o bilinmez kişilerden bazıları bombalar patlatabiliyorsa, cezalandırılan saksılar ve banklar hatta Orta Doğulu turiste hizmet veren Orta Doğulu sokak müzisyenleri oluyorsa, son 10 yılda yol çalışmalarının biri bitip diğeri itinayla başlatıldıysa, köklü işletmeler kapandıkça alkollü içki ruhsatları iptal olduysa, yenileri verilmediyse, semtin bilumum esnafı ağır vergi yüküyle ezildiyse, kültürel simgeleri, kült dükkân ve mekânları kapanmaya ya da başka caddelere, semtlere sürgün gitmeye mecbur bırakıldıysa, tüm Beyoğlu’nda fakir göçmen ve zengin Orta Doğulu turistler arasındaki fuhuş mekanizması İstiklal’de yine Orta Doğululara hizmet eden kimi “eğlence” mekânlarından yönetiliyorsa; dört bir yanı tatlıcılar, Arapça tabelalar sardıysa; bırakın Demirören AVM’yi koca İstiklal ruhsuz bir AVM’ye dönüştürüldüyse de enseyi karatmaya gerek yok!
Cadde; tarihinde defalarca yaptığı gibi, onu özleyenlere kavuşmak için kafasını kaldıracağı, “Bir dakika!” diyeceği günü bekler. Muhtaç olduğu kudret, sokaklarındaki ruh ve anılarda mevcuttur. Biliniz ki istikbal İstiklal’dedir!

"Beyoğlu yenilmezliği ile meşhurdur"
Kanat Atkaya, Gazeteci
"Kaldırımların dili yok, onlar söylemez
Biz söyleriz onları nasıl çiğnediğimizi...”
(Erkin Koray, “Ankara Sokakları”)
Elini sımsıkı tuttuğum babamla İstiklal’den Sahne Sokak’a, Balık Pazarı’na kıvrılıp beni tuhaf bir coşkuya sürükleyen sesler, kokular, ışıkların içinden yürüyüp Krepen’e girişimiz... Neşe Gazinosu’nun mutfağıyla servis tezgâhı arasında, bir makara sistemiyle çalışan asansörü kullanmama izin verilişi... Hangi başarıma dayanarak böyle değerlendirildiğimi hâlâ bilmesem de “Eli uğurlu bu aslanın” kararı neticesinde tüm meyhane için piyango çekişim... Krepen’in daracık çıkışından süzülüp Şütte’nin önüne varış... İstiklal’in kalabalığı içinde neon lambalarını seyrederek sürüklenmek, çakırkeyif rüzgârlarının estiği yönde ilerlemek, eve eli boş gidilmesin diye uğranılan kuruyemişçideki ‘papağan’ konuşacak mı diye bekleyiş, İstiklal Marşı ve kapanış...
Gözlerimi kapatıp hafızamın masumiyet çağına yaslandığımda zihnimde kokuları ve sesleri de koruyarak beliren ilk görüntüler bunlar.
Çocuklukla ilk gençlik yıllarım arasında hem sinemalarını, lokantalarını hem de Beyoğlu’nun kumaşçılarını, düğmecilerini, pilisecilerini tanıdım annemin terzilik malzemelerinin peşinde gezerken. Kaldırımlarını, pasajlarını, yolunu yordamını böyle böyle öğrendim. Kallavi’yi Sakasalim’den, Peremeci’yi Balyoz’dan ayırt ettim, sonra da hiç durmadan arşınladım sokaklarını.
Sonra hiç kopmadım, küsemeyen/kopamayan bir âşık gibi heyecanla, tutkuyla, hayal kırıklıklarıyla, pişmanlık küfelerinden omuzları çökmüş hâlde veya bir Galatasaray zaferi sonrasında sarı kırmızı zırhıyla mağrur vaziyette, umutla, şarkıyla, şiirle, sloganla çiğnedim kaldırımlarını.
Cumhuriyet’in üst katında, hafta içi, öğle vakti kediler, kelimeler ve desenlerle meşgul Cihat Burak’ı görmek;
İlhan Berk’in ve İstanbul’daysa Ece Ayhan’ın uğradığı
kahveye ayak alıştırmak; Ferhan Şensoy’a, Münir Özkul’a sahnede veya bir bar taburesinde denk gelmek; öykülerinin peşinde Beyoğlu’nu gezdiğim Demir Özlü, Orhan Duru gibi kahramanlarla Simurg Sahaf’ta aynı mecliste bulunmak; Büyük veya Küçük Parmakkapı’da Mojo’ya doğru yürüyen Yavuz Çetin’i görüp “N’aber abi?” demek şimdi hatıraya dönüşmüş, yaşarken parıldayan anlardı...
Tarihini, kökünü, ruhunu Said N. Duhani’nin, Çelik Gülersoy’un, Ferhan Şensoy’un, Yusuf Atılgan’ın, Celal Esad Arseven’in,
Jak Deleon’un, Giovanni Scognamillo’nun, İlhan Berk’in, John Freely’nin, Salâh Birsel’in ve daha nice yazarın eşsiz kitaplarıyla da aradım, Oktay Güzeloğlu’nun tabiriyle “Sokak Mobilyaları”nın, yani Beyoğlu’na sığınmışların sohbetlerinde de...
Sinemalarında, tiyatrolarında favori yerimizi sıra ve koltuk numarasıyla isteyecek, “kapısı sıkı” Çiçek Bar, Hayal gibi mekânlara selam verip giren, izbesinde/meydanında esen rüzgâra dönüşen ve mesela müdavimi olduğu yerlerde sipariş vermeden ne yiyeceği bilinenlerden biri olana kadar Beyoğlu’nun sizi birkaç kere çiğneyip kaldırımlarına tükürmesi gerekir ki kaldırımların dili yok demiş ya Erkin Baba, her dediğinde olduğu gibi neyse ki bunda da haklı...
Yıllar, kırılmalar, köklerine kadar tahrip edilmesi üzerine oynanan oyunlar koparamadı beni Beyoğlu’ndan; hâlâ evim canım Beyoğlu.
Öç alınan bir güzellik Beyoğlu; hep böyle gelişmiş işler. Siyasi çekişme alanı hâline getirilmiş, semboller üzerinden rant sağmakta geri durmayanlar tarafından canına defalarca kastedilmiş, sistematik şekilde uğraşılmış.
Bir nefes alabildiğinde altın çağlar için sahne olmuş, dekor olmuş, esin kaynağı olmuş. Yenilmezliği ile meşhurdur, dönüşme gücüyle, hızıyla meşhurdur. Berk mi demişti “Türkiye’nin ileri karakoludur” diye? Tam olarak öyledir, hızlı değişir, her şey yenilenir, aydınlanır...
Türkiye’de rock müziğin babası Erkin Koray’la girmiştik konuya, yine onun gibi Alman Lisesi’nden, Beyoğlu’ndan yola çıkan mor ve ötesi ile bağlayalım konuyu...
Ne diyor Harun Tekin “İstiklal”de?
"Belki arkadaşlarınla
Belki de yalnız başına yürürken
Ne kadar mutlusun İstiklal’de
Birkaç mevsim renkler solunca
Tükenmez hayatının sesi
Çok mutlusun İstiklal’de..."

"Çiçek dürbünü yeniden ışıyacak"
Alişan Çapan, Kadıköy Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü
Beyoğlu ve İstiklal Caddesi’yle tanışmam seksenli yılların ortasına, Galatasaray Lisesi’nde öğrenci olduğum döneme denk geliyor. Okula giderken bindiğim otobüs Tarlabaşı’na girdiğinde etrafta görülen sağlı sollu yıkıntılar, o zamanlara dönüp baktığımda aklıma ilk gelenler. Bedrettin Dalan’ın müthiş “iş bitiriciliği” ve kepçelerle daldığı güzelim Tarlabaşı o gün bugündür kendine gelemiyor. Bahsettiğim yıkıntılara Ferhan Şensoy’un o dönemde sahneye koyduğu harika İstanbul’u Satıyorum oyununun afişinde rastlayabilirsiniz. Afişteki fotoğrafta Ferhan Şensoy, Münir Özkul, Erol Günaydın, Baykal Kent ve Rasim Öztekin yıkıntılar arasındadır. Bugün bu isimlerden hiçbiri aramızda değil, vaktinde İstiklal Caddesi’yle özdeşleşmiş pek çok mekân ve insan gibi...
Onca yılda birçok şeyin değişmesi çok normal. Hele tarih boyunca bir çiçek dürbünü misali durmaksızın değişen İstiklal Caddesi
gibi bir yerden bahsediyorsak. Bizler caddenin ütülü gömlek, kravat kuşanmadan çıkılmayan dönemine denk gelmedik. Ara sokakların hemen hepsinde derme çatma pavyonların olduğu, 50’li, 60’lı yılların şaşalı sinema salonlarından geriye seks ve karate filmlerinin oynatıldığı küf kokulu, karanlık salonların kaldığı günlerde tanıştık Beyoğlu’yla. 80’lerde sadece Beyoğlu ve İstiklal Caddesi değil Türkiye de bir anlamda yeniden şekilleniyordu. Bu değişimi yine o yıllarda Yavuz Turgul’un çektiği Muhsin Bey filmi çok güzel anlatır.
Benim gibi seksenlerden başlayarak hayatının büyük bölümünü İstiklal’de ve Beyoğlu’nda geçiren hemen herkesi etkilemiş kozmopolit yapı bence unutulmaması gereken esas şey. Beyoğlu’nun beni ben yapan şeyler arasında en baskın ögelerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Bugünlerde ise her kıdemli Beyoğlu çocuğu gibi semtin silkinip kendine gelmesini sabırsızlıkla bekliyorum. Tarih boyunca defalarca olduğu gibi yeniden kurulacağı, o rengârenk çiçek dürbününün tekrar ışıyacağı günler gelecek, biliyorum.

"Kaleyi terk ettik, üzgünüz!"
Ahmet Kunt Sağanak, 42 MASLAK - Kültür ve Sanat Etkinlikleri Yöneticisi (Yeni Melek ve Garaj İstanbul eski sahibi)
Olmadı! Yapamadım...
Tüm benliğimi başarısızlık duygusu kapladı. Bildiğimi düşündüğüm tek şey bu iken, varlığımı ortaya koyarak, gece gündüz demeden inşa ettiğim işletmecilik kariyerimde, artık hiçbir şey bilmediğim gerçeğiyle ne yazık ki karşı karşıyayım!
Dile kolay, kültür ve sanatla iç içe geçen dopdolu 30 yılda yüzlerce konser, parti, festival, kurumsal etkinlik ve özel davetin altına imza atmışken hem de...
Ses ve ışık şirketleri, catering şirketleri, dekorasyon şirketleri ve güvenlik personelinden temizlik personeline, teknik prodüksiyon personelinden park valesine, bar personelinden tam ya da yarı zamanlı yüzlerce kişiye iş imkânı sunmuş, onlarca yerli ve yabancı markanın gerçekleştirdiğim etkinliklerde geniş kitlelerle buluşmasına aracılık etmişken...
Sosyal hayatın sesi olabilmek için var gücümüzle, sıra dışı bir çalışma azmi ve inançla, sektör dahi olamamanın beraberindeki yüke rağmen, patlayan bombalara, terör saldırılarına, ekonomik iniş çıkışlara göğüs germiş, devletin hiçbir ayrıcalık ve imkânından faydalanmadan, yılmadan ve gocunmadan var güçle çalışmışken...
Yatırımları, milyonlarca lira ile ifade edilen, parmakla gösterilen, parçası olanların hayatlarına dokunarak iz bırakmış, marka olarak toplumda kabul görmüş, en yenisi 10 yılı geride bırakmış etkinlik merkezlerini kurarak işletmiş ve bir dünya şehri olmuş İstanbul’a kazandırmışken...
Kaleyi böylesi terk etmek zorunda kaldığımız için çok üzgünüz...
Beyoğlu’nda yüreğimize kulak vererek, inandıklarımız uğruna çok şeyden vazgeçerek, bu ana fikir ile çıktığımız yolda daha mutlu bir nesil ve dünya ölçeğinde daha aydınlık bir kültür hayatı için çabaladık durduk. Bildiğimizi okuduk ve rüzgâra karşı durduk.
Çalışmaktan elbette vazgeçecek değiliz. Başarmak için gücümüz tükenene kadar kültür sanat üretmeye, üretilip yayılmasına vesile olmaya da devam edeceğiz.

"İstiklal avcumuzdan kayıp gitti"
Murat Beşer, Yazar
İnsanın avucundan bir şeylerin kayıp gittiğini hissettiği anlar vardır; bir aşk, bir dost, bir nesne, bir zaman ya da bir mekân... Bu duyguyu ezici bir biçimde hissettiğim son hadiselerden birinin konusudur İstiklal Caddesi. Fatih doğumlu olsam da kendimi bulduğum yerdi burası.
Seksenli yıllarda MSÜ’de resim öğrencisi olduğum zamanlarda iki adım yukarısıydı, yokuşun başıydı. Bizi çağıran her türlü baştan çıkarıcı “günahın” merkeziydi. Doksanlarda önce siyaset yapmanın, muhalefet olmanın, yanı sıra sıklıkla dağıtıp kendimizden geçmelerin ardından da ekmek paramızı kazanmanın meydanı. İki binlerde ise kuşağımızın son güzellikleri yaşadığının farkında olmadan üzerine bastığımız taşların semtiydi.
Bir yandan da çelişkilerle doluydu. Belki de bunu seviyorduk.
Kişisel olarak birkaç kırılma noktası oldu benim için “Burayı kaybediyoruz” dedirten. İlki Tünel’deki Gramofon Kafe’nin kapanıp yerine Simit Sarayı açılması, ikincisi 2010 yılında yeni doğan kızımın göbeğini dibine gömdüğüm ağacın bulunduğu Narmanlı Han’ın satılması, üçüncüsü ise 2006’da başlayan ve belediye eliyle uygulanan yasalar, yasaklar bir de TAPDK (Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu) kurallarının değişmesi, patlayan Gezi olayları ve sonrası...
Şimdi bir dönemin mekânları ve insanları geride kaldı, yerine muadilleri gelmeyecek zira o mekânları ve insanlarını yaratan dönem kapandı. Topyekûn Beyoğlu’nda toplumsal ve kültürel doku değişti; buna bağlı olarak insan dokusu da değişti. Değişimi anlayabilmek başka bir şey, burada trajik olan şu ki bu değişim doğal bir seleksiyon değil; bütünüyle rant kurgusu üzerinden insan eliyle sörf yapan bir değişim.
İstanbul’da Beyoğlu’nun ve İstiklal Caddesi’nin eski dönemine denk düşecek kadar güçlü bir kültür üssü yok şu an. Mevcutlarsa bambaşka bir tüketim biçimini ifade ediyor.

"Biz buradayız, gitmeyiz!"
Güray Topaç, The Wall Taksim İşletmecisi
"Beyoğlu bitti!” 10 yıldır, her hafta duyduğum cümle. 10 yıl önce mekân işletmeye başladım. Rasputin ile başlayan ve şu an The Wall Taksim’de devam eden “kariyerim” Beyoğlu’nda geçti. İş ile ilgili ne zaman arkadaşlarla konuşamaya başlasak mutlaka bir yerde, “Taksim çok bozuldu, siz hâlâ burada mısınız” sorularına maruz kalıyorum. Evet, Beyoğlu ve İstiklal Caddesi değişti, 90’lardaki hava yok artık ama biz hâlâ buradayız ve hayır, şimdilik karşıya gitmeyi düşünmüyoruz.
İstiklal Caddesi ile tanışmam yaşıtım her genç rockçu/metalci/ punk gibi bar konserleri ile başladı. Gitanes, Kemancı, Gitar; doksanlı yıllara damgasını vuran mekânlardı. Eğlence ve gece hayatının İstanbul ve Beyoğlu için altın çağı idi doksanlar. Peki 20 yılda nasıl gözden bu denli düştü? Komplo teorilerine başvurmadan yanıt kolayca ekonomik sebepler üzerinden verilebilir. Kültür trendleri maalesef değişiyor, sinemalar kapanıyor, kitapçılar kapanıyor. Kendi özel ilgi ve iş alanım olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim, rock bar olgusu da cazibesini kaybediyor, gençler de yeni trendler peşinde. Dolayısıyla müdavim müessesesini geliştiremeyen mekânların kapanması da normal. Tabii bu sadece tek bir parametre. Mülk fiyatları, kiralar da pek çok mekân ve işletmeye ağır geliyor. Yerlerine başka işletmeler seçiliyor. Bu mekânlar farklı, daha önce önünden geçerken durup bakmadığımız veya önemsemediğimiz “nargile kafe” formatına dönüşüyor. Sevimsiz bir ifade ama para nereden geliyorsa kapılar o yöne açılıyor. İlçe yerel yönetiminin umursamazlığı ve canlı müzik yasakları da eklenince, Beyoğlu insanlar için cazibesini kaybetmiş, unutulmuş eski bir film yıldızına dönüşüyor.
2023 ve sonrasından umutlu muyum, bir şeyler değişebilir mi? Eğlence hayatının Beyoğlu bölgesinde yeniden parladığını görebilecek miyiz? Bunlar cevaplaması zor sorular. Yaşadığımız ekonomik kriz, alkollü içeceklere yapılan astronomik zamlar ve alım gücünün düşmesi sonucunda “dışarı çıkmak” artık bir lüks. Üniversite öğrencilerinin gidebilecekleri mekân neredeyse yok. Bu şekilde bizim gibi inatçıların bile ayakta kalması zor. Beyoğlu’nun tarihi inişler ve çıkışlarla doludur. Pandemi sürecinde dibi gördük, iyi günleri de göreceğiz diye umuyorum.