Fotoğrafçılar, özellikle de insan suretini kopyalamakla meşgul olanlar öteden beri bir nevi büyücü muamelesi görür çünkü insanın görüntüsünü sabitleyen o tuhaf enstantanelerin yüzeydeki görüntüyü hapsetmekle kalmayıp çok daha derinlere, ta insanın ruhuna kadar indiği düşünülür hep.
İlk bakışta basit bir batıl inanca benzeyen bu karamsar yorum bazı durumlarda hakikate dönüşebiliyor zannımca. Neden derseniz kimi fotoğraflar gösterdiğinden çok daha fazlasını yakalıyor, sabitliyor, geleceğe taşıyor da ondan. Bir deklanşör sesinin ardından açılıp kapanan perdeyle birlikte göze görünenden katbekat fazlası raptediliyor. Maddi kayıtlar beraberinde hiç hesapta olmayan manevi unsurları da alıp getiriyor. Böyle fotoğraflara bakınca sadece bir insan sureti görmüyoruz. Mahzun bir prenses, deli bir ressam, korkusuz bir asker görüyoruz örneğin. Bazen bir fotoğraf beklenenden çok daha fazlasını söylüyor.
Bu durum yani bazı fotoğrafların görünenden daha fazlasını içermesi, öncelikle sanatçının becerisiyle ilgilidir ama sadece onunla sınırlı değildir. Kameranın önünde duranla arkasından bakan yani çekenle çekilen arasında kurulmuş yakınlığın, karşılıklı bir anlayışın rolü büyüktür ortaya çıkan kompozisyonun derinliğinde.
PAPARAZİ KİME DENİR?
Bir de zorla ya da izinsiz alınan fotoğraflar vardır. “Haber” adı altında çekilen magazin içerikli karelerden söz ediyorum. Bunları çeken iş erbabına da dünya çapında verilen ortak ismi hepimiz biliyoruz; “paparazi.” İtalyancadan dilimize giren bu sözcük aslında orijinal hâliyle “ünlüleri görüntüleyen” anlamındayken Prenses Diana’nın gazetecilerden kaçarken bir Paris tünelinde hayatını kaybetmesinden sonra tamamen olumsuz bir kimliğe büründü. Özel hayatı ihlal etmekle neredeyse eş anlamlı. Evet sözcükler de böyle. Uzun ya da kısa yaşamları boyunca bazen yolda anlamları değişebiliyor.
Kültür tarihçisi Gökhan Akçura bir belgeselde “Tarihini ararsak paparazi tipinin Türkiye’de, aklıma ilk gelen isim Suavi Sonar” der. Cengiz Özkarabekir’in “Belgeselci” YouTube kanalında izleyebileceğiniz Çekme Kardeşim belgeselinde günümüzdeki paparazilerin nasıl iş gördüğüne şahit olabilirsiniz.
Elbette ki Akçura’nın sözünü ettiği Suavi Sonar da ünlüleri, zenginleri, muktedirleri çekerdi. Bu anlamda paparazi sayılabilir ama tarzı bugünkü örneklerden çok başkaydı. Sadece rızayla, dost olarak, yakınlaşarak çekerdi. Asla kimsenin bahçesine atlamaz, kimseyi kapıda beklemez, çekilmek istemeyenleri o da istemezdi. Yani kelimenin bugünkü manasıyla hiç alakası yoktu onun iş yapma biçiminin.
Örneğin dünya çapında meşhur bir fotoğrafçıyken Roma’da mevzilendiği dönemden kalma meşhur bir anısı vardır ki onun tarzını çok iyi anlatır. 5 Temmuz 1968 tarihinde İstanbul’da evlenen Hülya Koçyiğit ile Fenerbahçe (ikinci) kaptanı Selim Soydan ertesi gün uçağa atlayıp Roma’ya giderler. Onları Ses ve Hayat dergilerinin Avrupa muhabiri Suavi Sonar karşılar. Birkaç poz çektikten sonra yanlarına gelir, konuşurlar. Yeni evli çift yalnız kalmak istediklerini söyleyip Suavi Sonar’dan kendilerini rahat bırakmasını rica eder. Sonar derhâl anlayış gösterir ve genç çifte mutluluklar dileyip yanlarından ayrılır. Bugünün dünyasında mümkün olmayan bir şey…1
ALİ SUAVİ İMZASI
Mezar taşına göre 1913 doğumludur Ali Suavi. İlk, orta ve liseyi Adana’da okur. Bu dönemde beş yaz boyunca bir dişçiye çıraklık eder, protez kalfası olarak çalışır. Ayağı yere sağlam bastığı anda Adana’dan kopup İstanbul’a gelir, Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazılır. Grafik eğitimi alır. Dönemin şair ve yazarlarının kitap kapaklarını yapar. İpek Film’de çalışırken Nâzım Hikmet’le tanışır, yakın arkadaş olurlar. Nâzım’ın kitaplarının kapaklarında 1932’den itibaren görünmeye başlar “A nokta Süavi” imzası.
Birlikte Resimli Herşey adında bir dergi çıkarırlar. Orhan Selim mahlasıyla Akşam ve Tan gazeteleri için köşe yazan Nâzım, genç arkadaşından sık sık övgüyle bahseder gazete sütunlarında.
Ali Suavi 1935’ten itibaren İnhisarlar (Tekel) İdaresi’ne ressam olarak girer. Sadece ürünleri, örneğin sigara paketlerini, şarap şişelerini tasarlamakla kalmaz, kurumun efsaneleşmiş logosunu da o çizer. Çizdiği kitap kapakları Nâzım Hikmet’le sınırlı değildir. Sabahattin Ali, Reşat Enis Aygen, Ragıp Şevki Yeşim, İsmet Hüsnü Barutçu, Niyazi Remzi, Refik Topkan, Ahmet Muhtar Kumral, Taha Toros ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın eserlerine imzasını koyar. Ahmet Halit Kitabevi’nin önce Şarktan-Garptan Seçme Eserler serisine, sonra gençlik ve divan edebiyatı serilerine kapaklar çizer.
Pek çoğumuz Kulüp Rakısı etiketi dendiğinde son dönemden aşina olduğumuz meşhur çizimi hatırlar ve bunun İhap Hulusi Görey’in eseri olduğunu sanırız. Oysa mevzu hiç de öyle değildir. Evet, orijinal etiketi İhap Hulusi Görey tasarlar. Üstelik bunu kendi fotoğrafından yola çıkarak çizer ancak 1944-1945 aralığında olduğunu tahmin ettiğim bir tarihte Kulüp’ün elbisesi değiştirilir. Alt kısımda “T.C. İnhisarlar İdaresi” yazmasından yola çıkarak bu yeni çizimin 11 Nisan 1945 öncesi yani İnhisar adı değiştirilip Tekel dönemi başlamadan önce hazırlandığını varsayabiliriz. Bu değişiklik yapılırken de İhap Hulusi’nin orijinal kompozisyonundan yararlanılmakla beraber görseldeki tiplerin tamamen başkalaştığını görürüz. Bu yeni etiketi hazırlayan kadrolu memur olarak Tekel’de ressamlık yapan Ali Suavi’den başkası değildir.
MODA UZMANI
Ali Suavi’nin Tekel ressamlığı 1947’de biter. Sadece bu da değil, grafik sanatçısı olarak yaşadığı hayatı olduğu gibi geride bırakır. O tarihten itibaren Ali Suavi değil, Suavi Sonar olarak anılacak, bu isimle terziliğe yelken açacaktır. “Ressam dekoratör” sıfatıyla bastırdığı yeni kartvizitinde açtığı “kadın terzihanesi”nin adresi de yer alır: Beyoğlu İstiklal Caddesi 191-4.
1952’den itibaren dergilere moda yazıları yazmaya başlar. Önce Yusuf Ziya Ortaç’a ait Aydabir dergisinde, sonra Şevket Rado’nun Resimli Hayat’ında görürüz imzasını. 1956’dan itibaren ülkemizde dergicilik tarihinin köşe taşı Hayat çıkacaktır. Daha ilk sayıdan itibaren çift sayfa moda dosyası hazırlanır. O sayfalar da Suavi Sonar’a emanet edilir. Geçen yıllarla birlikte Sonar moda yazarlığından önce foto muhabirliğine sonra da bağımsız fotoğrafçılığa terfi eder.
Bugün “Suavi Sonar kimdir?” diye sorarsanız, genelgeçer kaynaklarda şunu okursunuz: Dünya çapında bir fotoğrafçıdır. Zenginlerin, meşhurların, muktedirlerin fotoğrafını çekmiş, onlarca farklı dergiye kapak yapmış, bir dönem bütün Avrupa’ya nam salmış mühim bir sanatçıdır. İdi Amin’den Şah Rıza Pehlevi’ye, Salvador Dali’den Elizabeth Taylor’a, Muhammed Ali’den Sophia Loren’e kadar kimler kimler geçmemiş ki objektifinin önünden.
Peki Suavi Sonar nasıl böyle ünlü bir fotoğrafçı olabilmişti? Akademi’de aldığı grafik eğitiminin üzerine Mısır’a giden Suavi orada özellikle portre fotoğrafçılığı üzerine çalışır. İskenderiye’de üç yıl kalır, ünlü Ermeni fotoğrafçı Aram Alban’a çıraklık eder. Yurda döndükten sonra ressamlık ve fotoğrafçılık onun içinde yaşayan iki ayrı sanat olmak yerine, birbirine dolanan çifte köklü tek bir sarmaşık hâlini alır. Grafik çizerken de fotoğraf çekerken de yaptığı şey aslında görüntüyle yazı yazmaktır. Kadın terziliği yıllarında kullandığı kartvizitin üzerinde “ressam dekoratör” yazması da kullandığı bu tekniğin başka bir dışa vurumudur.
21 Aralık 1959’da İran Şahı Rıza Pehlevi’nin üçüncü karısı Farah Diba’yla nikâh törenine foto muhabiri olarak kabul edilir. Orada yarattığı yakınlaşma sayesinde müdavim olur, tekrar tekrar girip çıkar İran Sarayı’na. Düğünden bir ay sonra yine Tahran’dadır. Melike Farah’ı çekmekle yetinmez, birlikte kamera karşısına geçip poz bile verir.
1960 yılında Roma’ya yerleşir. Stüdyosunun adresi bile meşhur olur: Via Fezzan 29, Roma. Uzun yıllar Roma’da yaşadığı için onu İtalyan asıllı sananlar olacaktır.
Artık sadece moda yazarı değil aynı zamanda hem fotoğrafçı hem de muhabir olarak çalışmakta; Roma’dan, hatta bütün Avrupa başkentlerinden “bildirmekte”dir. Hayat ve (akabinde çıkan) Ses dergilerinin muhabiri olarak onlarca kapağa, yüzlerce habere imza atar.
Cannes’da plaj, Berlin’de sinema, Venedik’te festival, San Remo’da yarışma, Edinburgh’da kutlama derken Avrupa kazan Suavi kepçe, gezer durur. İşi büyütmüş, bağımsız fotoğrafçı olarak takılmakta; dünya basınına servis vermektedir. Bunte, Quick, Stern, Cine, Epoca gibi dergilerden sipariş yağar. Rolleiflex firmasıyla anlaşma yaparak onların reklam fotoğraflarını çekmeye başlar.
Alain Delon, Ursula Andress, Brigitte Bardot ve daha niceleriyle dost olur. Onları stüdyosuna davet edip yakınlaşır, sohbeti ilerletir, özel dünyaları hakkında bilgiler edinir. Sonra? Sonra işte o gördüğünüz pozları çeker. Artık çektiği ünlüler kadar ünlü olmuş bir yıldızdır Suavi Sonar. Onlar kadar şık giyinir, onlar gibi yaşar, işini de büyük bir asaletle yapar.
MAGAZİNDEN SİYASETE
Yukarıda saydığım isimler dışında bir macerası var ki hem hazin hem de magazin gazeteciliğinin tarihi açısından düşündürücü. Elizabeth Taylor’a şaşırtıcı derecede benzeyen genç kızın adı Yvonne Brooks’tur. 1964 yılında Roma’nın meşhur caddesi Via Veneto’da tanışırlar. Suavi Sonar hemen samimiyeti ilerleterek güzel İngiliz’den röportaj randevusu koparır. Ertesi gün yatak odasında biraz da erotik pozlarla görüntüler Brooks’u. Tekrar randevulaşırlar. Bu kez dış mekânda, renkli kapak pozları çekilecektir. Ne var ki o randevu gerçekleşmez. Yvonne Brooks ani bir şekilde Londra’ya dönmüş, orada yerleştiği Hyde Park Hilton’un 1117 numaralı odasında 40 tane uyku hapı yutarak intihar etmiştir.
1963 yılında Londra’da patlayan bir skandal dönemin muhafazakâr başbakanı Harold Macmillan’ın istifasıyla sonuçlanmıştı. Kabinenin savaş bakanı John Profumo, aynı zamanda Sovyet askerî ataşesiyle ilişkisi olan Christine Keeler adlı 19 yaşında bir kızla evlilik dışı aşk yaşamaktadır ne de olsa. Keeler benzeri genç güzelleri güçlü siyasetçilerle tanıştıran aktör ise dönemin partileriyle meşhur doktoru Stephen Ward’dır. İşte Suavi Sonar’ın Roma’da yakalayıp fotoğrafladığı Yvonne Brooks da Dr. Ward’ın “piyasaya sürdüğü” genç kızlardan biridir aslında. Dolayısıyla Brooks’un intiharı belki de bir intihar dahi değildir. Olay magazin sayfalarında kalmaz, çözülemeyen siyaset entrikaları listesine eklenir. Ses dergisi 25 Nisan 1964 tarihli sayısında konuya tam bir sayfa ayıracaktır.
SERGİLERLE YAŞIYORUM
Bu arada artık efsaneleşmeye başlayan fotoğrafçımızın bir ayağı da daima Türkiye’dedir. İlk sergisini 26 Ocak 1963’te İstanbul’daki Gen- Ar galerisinde açar. Daha ilk geceden ünlüler ve sosyete doldurur salonu. Gün geçer, devran döner, Suavi Sonar’ın işleri bozulur. Televizyonun dünya çapında yükselişi sonrasında yazılı basının getirdiği kazançlar onu Roma’da yaşatmaya yetmez olur. 1986’da 73 yaşında dönüp geldiğinde Türkiye de çok değişmiştir. “Medya” adında acayip bir şey peyda olmuştur. Peş peşe özel radyo ve televizyon kanalları kurulmuştur. Suavi Sonar için fotoğraf çekerek geçinme devri yavaş yavaş nihayete erer. Son çare olarak yine sergilere yönelir. 11 Nisan 1986’da Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde “meşhurların fotoğrafçısı” üst başlığını verdiği sergisini açar. Ertesi yıl bu kez fotoğraf ve grafik eserlerinden oluşan karma bir sergi dener. Kalabalık davetli grubunun katıldığı açılışta kurdeleyi iş adamı Asil Nadir’in eşi Ayşegül Nadir’e kestirir. 1989 Kasım ayında bir kez daha sergiler eserlerini. Açılışı Türkan Şoray yapacaktır.
Maalesef ki bu eski usul direniş hamleleri cılız kalır. Suavi Sonar tarzı fotoğrafçılığın devri artık geçmiş, demode olmuştur. Medya denen canavar çok daha saldırgandır, acımasızdır. Kan ve gözyaşı ister, skandallarla beslenir.
1991 başlarında Beyoğlu’nda, meşhur Rejans Lokantası’nda tanıştım onunla. Ara Güler’in arkadaşıydı ve birlikte gelmişlerdi. İkisinin birlikte ve tek tek fotoğraflarını çektim. 78 yaşındaydı. Yorgundu. Sessizdi. Tam olarak kim olduğunu, nasıl mühim bir fotoğrafçı olduğunu kavrayamadığımdan gereken ilgiyi gösteremedim kendisine. Hâlâ hayıflanırım. Geriye tek bir pozu kaldı arşivimde.
1993 Kasım’ında Türk basını ona son bir hoşluk yaptı. Necmi Tanyolaç başkanlığındaki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Suavi Sonar’a “Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü”nü verdi. Böylece basın şeref kartı sahibi oldu. Maalesef, henüz bu ödülün senesi dolmadan, 28 Eylül 1994 tarihinde vefat etti, Zincirlikuyu’ya gömüldü. Ölümünün ardından altmış küsur yıllık kıymetli arşivi ailesi tarafından sahafa satıldı. Koca hazine parça parça dağıldı, büyük ölçüde kaybolup gitti.
İçimi en çok ne sızlatıyor biliyor musunuz? 1993’te, ölümüne çok yakın bir dönemde Tarık Dursun K.’ya söylediği şu sözler:
“ (...) ve bu genç kuşak adımı bile bilmiyor, beni tanımıyor, olur mu böyle şey?”