İçinde bulunduğumuz yıl, hâlihazırda Cumhuriyet dönemi Türk sinemasının da 100. yılı... 100 yıl önce Mehmet Kemalettin (Kemal Seden) ve kardeşi Mehmet Şakir (Şakir Seden) tarafından Sirkeci’deki Ali Efendi Sineması’nın üst katında yer alan küçük bir odada faaliyete geçirilen film yapım şirketi Kemal Film yeni Cumhuriyet’in sinema sanatı alanındaki ilk müteşebbis adımı olmuştu...
Takvimler 1922 yılını gösterdiğinde Mehmet Kemalettin, yerli film yapımıyla ilgili kararını vermişti ama bu işle ilgili hiç bilgisi yoktu. Herhangi bir filmin ne çekimini görmüştü ne de prodüksiyon işinin nasıl yönetildiğini biliyordu. Film işi yapanlardan sürekli bir kişinin adını duyuyordu: Muhsin Ertuğrul... Peki kimdi bu Muhsin Ertuğrul?
Muhsin Ertuğrul, öncelikle bir tiyatro adamıydı. Oyuncu, sahneye koyucu ve tiyatro grupları kurarak Osmanlı İstanbul’unda sanat faaliyetleri yürüten bir girişimciydi. 1916’dan itibaren sık sık Almanya Berlin’e gidip geliyordu. Orada sinemayla ilgileniyordu. 1919’da Nabi Zeki Ekemen ile Stambul Film Gmbh adıyla bir yapım şirketi kurarak senaryosunu Maurice Level’in L’Angoisse romanından uyarladığı ve başrolünü oynadığı Samson adlı filmle ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştirmişti. Yönetmenliği 1920’de Das Fest der Schwarzen Tulpe (Kara Lale Bayramı) ve Die Teufelsanbetern (Şeytana Tapanlar) adlı filmlerle sürdüren Ertuğrul Muhsin, 1922 yılı ramazan ayına denk gelen Mayıs ayında Almanya’dan İstanbul’a döndü. Amacı bir film şirketi kurmak, Berlin’de öğrendiği ve çok sevdiği sinemayı İstanbul’da da yapabilmekti. Aklında Paul Autier ve Paul Cloquemin’in Gardiens de Phare adlı dramatik oyunundan bir film yapmak fikri vardı. İki kişi üzerine kurulu hikâyesiyle sinemaya aktarılması kolay görünmekteydi. Kısa zamanda bu oyundan bir senaryo çıkardı ve Kız Kulesinde Facia adıyla filmi çekmeye başladı. Fakat yaşadığı maddi sıkıntı, filmi tamamlamasına izin vermediğinden bu girişimi yarım kaldı. Mehmet Kemalettin ve kardeşi, Muhsin Ertuğrul’un yarım kalan film denemesinden haberdar olmuşlardı. Onunla ilgili çevrelerinden aldıkları haberler çok olumluydu ayrıca film işinden anlıyor olması iki kardeş için yeterliydi.
Mehmet Kemalettin, Muhsin Ertuğrul’la yapmış olduğu anlaşma gereği, bir stüdyo kurmak zorundaydı. İçinde her türlü çekim olanağının bulunduğu, teknik araç ve gereçlerle donatılmış, rahatlıkla dekor kurulabilecek kadar geniş ve yüksek tavanlı, artistlerin ve tüm set çalışanlarının her türlü konforunun sağlanabildiği bir film platosu... Yapımcı kısa zamanda böyle bir yer buldu. Oğlu Osman Fahir Seden’in verdiği bilgiye göre dostlarından birinden Eyüp’te, Defterdar İskelesi yakınındaki Feshane-i Amire bina kompleksi içindeki prefabrik olarak inşa edilmiş olan dokuma fabrikasının boş olduğunu öğrendi. Hemen çalışmalar başladı. Bina kiralandı ve 10 bin lira harcanarak yönetmenin istediği gibi bir plato kuruldu.
Bir yandan teknik hazırlıklar hızla devam ederken diğer yandan çekilecek film için konu aranmaya başlanır. Sunulanları ince eleyip sık dokurlar. Çünkü yapımcıların da yönetmenin de Türkiye’de çekecekleri ilk film olacaktır. Yapımcı, işgal altındaki İstanbul’u çok etkileyen ve gazeteleri günlerce meşgul eden bir cinayet olayını filme almayı önerir. Şişli’de yaşayan Mediha adında, zengin erkeklerle birlikte olan dilber bir kadının, yine sevgililerinden biri tarafından öldürülmesi gişe garantili bir film olabilirdi. Taraflar bu konuda hemfikir kalınca hazırlıklara başlanır. Yapımcı, senaryo yazım işini tamamen yönetmenin eline bırakır. Olayla ilgili gazete haberleri ve mahkeme tutanaklarından notlar çıkarılır. Muhsin Ertuğrul ve yardımcısı Küçük Kemal’le birlikte olayı hiç abartmadan anlatan bir senaryo hazırlar. “İstanbul’da Bir Facia-i Aşk ya da Şişli Güzeli Mediha Hanımın Facia-i Katli” adı verilen senaryonun erkek başrol oyuncuları için Muhsin Ertuğrul, tiyatrodan yakın arkadaşları Vahram Papazyan ve Dr. Emin Beliğ’in ismini önerir. Kadın başrol ise ortak tanıdıkların önerisiyle Romanya uyruklu Odesa göçmeni Anna Mariewitz adlı genç ve güzel bir kadına verilir. Mehmet Şakir’in verdiği bilgiye göre Anna Mariewitz, bu filmden sonra bir İngiliz yüzbaşısıyla evlenerek İstanbul’dan ayrılmış... Filmin geri kalan oyuncu kadrosu ise Aznif Mınakyan, Siranuş Aleksanyan, Onnik Binemeciyan, Liane Console, Roza Felekyan, Matmazel Roza, Matmazel Blanche, Behzat Haki, Dr. Neşet, Vasfi Rıza, Kevork Avedyan, Dertad Nişanyan, Madam Panayota ve Baba Saffet’ten oluşur. Vahram Papazyan, 1957’de Jamanak gazetesinde yayımlanan ve bu yazıyla birlikte ilk kez gün ışığına çıkardığım anılarında o günleri şöyle anlatır:
"Muhsin, bu hayallerini gerçekleştirmeden önce Sirkeci taraflarında küçük bir sinema salonunun sahibi ve Türkiye’de bir sinema filmi çekmek için bütün maddi imkânları seferber etmeye hazır olan Kemal Bey isimli biriyle tanışmıştı. Film çekimleri için Eyüp taraflarında Haliç kıyısında kapalı bir yer kiralanmış, burası için Almanya’dan gerekli teknik malzeme alınmış, stüdyoda çalışacak ekip kurulmuştu. Ve gelecekte Türk sinemasının repertuvarının temelini oluşturacak birkaç senaryo hazırlamışlardı. Muhsin, bu ilk filmin çekimlerinde benim de rol almamı istedi. Senaryolar arasından en uygununu seçmesinde yardımcı olacak ve oynamak istediğim rolü ben seçecektim. Her şeyden önce İstanbul’daki Ermeni Dram Tiyatrosu benim yokluğumda uzun zaman önce şöhretini kaybettiği için teklife hayır diyemedim (…)"
Muhsin Ertuğrul, Türkiye’de yönetmenliğini yapacağı ilk filmin görüntülerini Berlin’de tanıdığı ve daha sonraki sinema kariyeri boyunca sık sık çalışacağı, Ahmet Cezmi’ye emanet eder. Muhsin Ertuğrul, filmin ilk çekim gününü şöyle anlatır:
“(…) Güneş durumu, karşı yakadaki Yeni Cami çevresini iyi aydınlatması açısından öğleden önceleri daha uygundu. Fakat meyhane taraçasını ev balkonu görünümüne sokmak için uğraşmak epey sürdü. Güneş gittikçe ters yönden yansımaya başladı. Bir masada oturan iki arkadaşı, Dr. Emin Beliğ ve Vahram Papazyan oynuyorlardı. Güneş İstanbul üstüne yatmaya başlayınca, önde oturanların yüzleri karararak siluet olmaya başlayacaktı. Bundan korktuğum için acele ediyordum. Ama ilk günün yardımcısız hazırlığı başa düşmüştü. Hepsine yetişmeye de zaman yetmiyordu. Cezmi, eline ilk aldığı bu yeni makinenin, çekimin ilk gününde girdisini çıktısını henüz öğrenememişti. Ne yapacağında kararsızdı. 26 lira gibi büyük sermaye yatırımı yapan Şakir ve müşterilerini ürküttüğümüz meyhaneci Todori, hemen başlayıp akşamcıların gelmesine kadar taraçanın boşaltılması için başımızda bekliyorlardı. Böyle bir durumda ne olursa olsun çekmeye başlamak gerekiyordu. Objektifin gücü ve ışıklandırma zamanı hiç denemeden, ortadaki koşulların baskısı altında, ilk sahneyi filme almak üzere kolu çevirdi Cezmi! (…) İlk gün bu koşullar altında ne yaptığını ne yapacağını şaşıran zavallı Cezmi, sonuca güvenmeksizin, 120 metrelik film kaseti çekti. Gün ilerlemişti, güneş Yeni Cami arkasına doğru eğilmeye başlamıştı. Akşamcıların meyhaneye dadanma saatleriydi. Todori Efendi’nin taraçaya her çıkışı, bizim elimizi, eteğimizi birbirine dolaştırmaya yetiyordu. (…)"
Muhsin Ertuğrul, ilk günkü çekimlerden sonra yorgun argın Ali Efendi Sineması’nın bodrumunda çiçeği burnunda yapımcılar Mehmet Kemalettin ve kardeşiyle bir araya gelir. Ahmet Cezmi, çektiği filmleri laboratuvar sorumlusu Hüseyin’e teslim eder. Herkes laboratuvardan gelecek haberi merakla beklemektedir. Muhsin Ertuğrul hâllerini “heyecandan neredeyse dokuz doğuracaktık” diye anlatır… Bir süre sonra Hüseyin panikle odadan çıkar. Negatifler gereğinden fazla aydınlatılmıştır. Bu nedenle de tüm negatiflerde yoğun bir kontrast oluşmuştur. Birbirlerinin yüzüne bakarken Muhsin Ertuğrul, olaya el atar. Hüseyin’i karşısına alarak bu türden durumlarda karanlık negatifin kontrastını açmanın teknik yöntemleri olduğunu anlatır. Negatiflerdeki görüntünün normale döndüğünü söylemesi, tüm bekleyenlere bir “oh” çektirir. Türlü acemiliklere rağmen filminin ilk günkü çekimleri hasarsız atlatılır. Fakat bu durum çekimlerin sonuna kadar böyle devam etmez. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar İstanbul’u kendi aralarında paylaşmışlardır. Durum böyle olunca İstanbul’da film çekmek güçtür. Her yerde film çekilmesine izin verilmez. Ayrıca bağnaz topluluklar film çekimlerini engellemeye çalışır. Hatta bu engelleme linçe dönüşür. Vahram Papazyan, o günkü Harbiye Nezareti (bugünkü Beyazıt Meydanı) önünde yaşananları anılarında şöyle anlatır:
“(…) Ekipte oyuncu olarak Odesa’dan göç etmiş iki Yahudi kadın vardı. Geri kalanın çoğunluğu Ermeni aktrislerdi. Bunların bir kısmı Mınakyan Kumpanyası’ndan, geri kalanı Osmanlı Dram Tiyatrosu’nun çalışanlarıydı. Filmin konusu, Türk aile hayatı ve bir ailenin dağılması üzerineydi. Ailenin içinden bir rol oynamak istedim. Mınakyan’ın gelini Aznif Hanım, annemi oynuyordu, Odesa göçmeni Yahudi kadınlardan biri de eşim rolündeydi. Çekimlerin neredeyse ortasına gelmiştik. Bir gün, İstanbul’un merkezindeki askerî karargâhın önünde günün en yoğun saatlerinde bir sahne çekmek zorunda kaldık. (…) Bir süre sonra yüzleri uğursuz bazı insanlar tarafından etrafımızın sarılmaya başladığını fark ettik. Sucu, yük hamalları, arabacılar, tablacılar, havai fişek satıcısı, yoğurtçu, izinli çıkmış askerler ve birkaç tane de molla... Zaten onların kışkırtmasıyla toplanmışlardı. Mollalar için güpegündüz bir Türk hanımının sokakta, filmini çekmek kabul edilemezdi. (…) Aniden mollalardan biri Muhsin’e yaklaştı ve hararetli bir biçimde, ağzından tükürükler saçarak Peygamber’in namahrem hakkındaki emrini ayaklar altına alarak, bir Türk kadınını filme alma cüretini nereden bulduklarını ve bunun neden kâfirler tarafından yapıldığını sordu. (…) Arkasından da elindeki şemsiyeyi Muhsin’in kafasına indirdi. Şemsiye kırıldı. Kalabalık bir anda kükredi sanki. Oyuncular dehşet içinde çığlık atmaya başladılar. Herkes bizi getiren otobüse sığındı. Kalabalık ellerine geçirdikleri taşlarla otobüsün camlarını paramparça etti. Gözü dönmüş kalabalık çekim makinesini de operatörü de ayaklarının altına aldı. Muhsin ve ben karşı koymaya, bir şekilde onların elinden kurtulmaya çalışıyorduk. (…) Zavallı Aznif Hanım kalabalığın arasında kalmış, ayaklar altında oradan oraya sürükleniyordu. Hepimiz ayaklar altındaydık. Tam o sırada meydanın kenarında bir bölük asker gördüm. Asker düzen içinde Harbiye Nezareti binasına doğru yürüyordu. Başlarında genç bir subay vardı. Ben de, azılı kalabalığın beni ve Muhsin’i fırlattığı bir pencerenin demir kafesine tutunarak askerlerden bizi kurtarmasını istedim. Askerler bize ulaşıncaya kadar, Aznif Hanım’ı kaldırım taşlarının üzerinde yarı ölü, Muhsin’i dövülmüş ve tanınmaz bir yüzle, beni kanlar içinde paramparça bırakan azılı saldırganlar, göz açıp kapayana dek fareler gibi çevredeki sokaklara kaçıştılar. (…)”
Filmin dış sahneleri İstanbul’un değişik semtlerinde çekilir. İnsan kalabalıklarının yoğun olduğu Sultanahmet semti ve meydanı, Ayasofya Camii önü, Beyazıt Meydanı, Karaköy, Sirkeci, Eminönü, Galata Köprüsü, Alibeyköy Çiftliği, Boğaz vapuru, Beşiktaş, Tarabya ve Yeniköy sahili gibi mekânlar kullanılır. İstanbul’da Bir Facia-i Aşk bu yapısıyla Türk sinema tarihinde kameranın sokağa çıktığı ve içinde aktüel İstanbul görüntülerin kullanıldığı bir ilk film olur. İç sahneler ise tamamen yeni kurulan platoda çekilir. Montajını Muhsin Ertuğrul’un yaptığı beş kısımdan oluşan ve hikâyesini ara yazılarla anlatan film, 20 Kasım 1922 günü Ali Efendi ve Kemal Bey sinemalarında vizyona çıkar. Gösterim sırasında Beyoğlu sinemalarında yapıldığı gibi piyano eşliğinde müzik yapılır. Film seyirciden büyük ilgi görür. Filmden birer kopya Fransa ve Amerika’ya gönderilir.
Muhsin Ertuğrul, filmin gördüğü ilgiyi şöyle anlatır:
“İstanbul’da Bir Facia-i Aşk filmi tamamlanarak Beyoğlu sinemalarında gösterilmeye ve seyirciden olağanüstü ilgi görmeye başlayınca yalnız Kemal ve Şakir kardeşlerin değil, bütün film piyasasının gözleri yerli film üstüne fal taşı gibi açıldı. İlk film, umulanın değil umulmayanın üstünde gelir ve başarı sağlamıştı. (…) Çekim sırasında yaşanan zorluklar ne olursa olsun, gişeye para akımı her şeyi unutturacak kadar çekiciydi. Kemal ve Şakir kardeşlerin bu sonuç karşısında iştahları açıldı. Hemen bir ikinci filme başlamamı istediler...”
100 yıl önce, bir filmin yapılabilmesi için gerekli teknik malzeme, teknik eleman, uygun çekim ortamı ve yeterli sermayeden uzak, acemice, her türlü saldırıyı ve dayak yemeyi göze alarak ama vazgeçmeyerek çekilen, bütün bunlara rağmen seyirciden büyük ilgi gören İstanbul’da Bir Facia-i Aşk filminin bugün bir kopyası maalesef yok. Nice benzerleri gibi bir gün bir yerlerden bir kopyasının çıkması temennisiyle yazımı bitirirken Vahram Papazyan’ın anılarını Ermenice’den çeviren Masis Akbaş ve Artun Gebenlioğlu’na teşekkür etmek isterim...
KAYNAKÇA
Sekmeç, Ali Can, Kemal Film ve Ertuğrul Muhsin Bey, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2023.
Sekmeç, Ali Can, “Osman Fahir Seden’le görüşme notları,” 15-16-17-18-19 Mayıs 1995.
Şener, Erman, “En Eski Sinemacılarımızdan Şakir Seden”, Hürriyet Gösteri dergisi, Sayı: 36, Kasım 1983.
Ertuğrul, Muhsin, Benden Sonra Tufan Olmasın, Remzi Kitabevi, İstanbul 2007.
Papazyan, Vahram, “Anılar”, Jamanak gazetesi, 29-30-31 Mart – 1 Nisan 1957.