"Bir gece kente dönerken otomobilde İsveç’in en güzel ve en güçlü kadın oyuncularından Greta Garbo da vardı. Söz İstanbul’dan açıldı. İstanbul’un o benzersiz doğal güzelliklerini anlatıyordum. Stiller gibi doğadan fazlasıyla yararlanmasını bilen ve en büyük ressamların tabloları düzeyinde filmler yaratabilen bir yönetmene İstanbul’un neler esinlettirebileceğini dile getiriyordum. Sonra otomobil buzlar üstünde kayarken hepimiz bir süre suskun kaldık. Birden, sanki bir şimşek çakmış gibi, Stiller, ‘Muhsin... Belki bir gün gelirim’ dedi..."
Soğuk bir kış günü edilen bu sohbet Gösta Berlings Saga (Gösta Berling Efsanesi) adlı filmin karlar altındaki setinden Stockholm’e doğru yol alan bir otomobilde yaşanıyordu. Sohbet edenlerse filmin yönetmeni Mauritz Stiller ve Türk dostu Ertuğrul Muhsin’den başkası değildi. Muhsin, İstanbul’da altı film çektiği Kemal Film şirketiyle devam edemeyeceğini anlayınca 1924 yılı Ocak ayı başında, hayranı olduğu İsveçli oyun yazarı August Strindberg’in 75. doğum yıldönümü anma etkinliğini de fırsat bilerek Stockholm’e gitmişti. Mauritz Stiller’le bir tesadüf eseri tanışmış ve kısa zamanda dost olmuştu. Her gün karlar altında çekilen filmin setine gidiyor, Stiller’in sinema bilgisinden, görgüsünden faydalanmaya çalışıyordu. Filmin başrol oyuncusu Greta Gustafsson (Garbo) adında henüz 19 yaşında bir genç kızdı. Tezgahtarlık yaparken bir reklam filminde oynamış, bir deneme filmi çevirmişti. Bu çekim sırasında karşısına İsveç sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Mauritz Stiller’in çıkmasıyla şans yüzüne gülmüştü.
1924 yılı Mart ayında Stockholm sinemalarında gösterime çıkan Gösta Berling Efsanesi seyirciden büyük ilgi gördü. Bu ilgi kısa zamanda Avrupa’nın birçok şehrinde de duyuldu. Çünkü Stiller, ünü İsveç sınırlarını aşmış bir yönetmendi. Bundan faydalanmak isteyen Alman film şirketi Tiranon AG, filmin tüm orta Avrupa, Balkanlar, Türkiye ve Mısır işletmesini İsveçli Svensk Film’den satın aldı. Film için Nisan ayında Berlin’de bir gala düzenledi. Bu galaya Stiller, aralarındaki yirmi iki yaşa rağmen artık sevgili olduğu oyuncusu Greta Gustafsson’la birlikte katıldı.
BİR İSTANBUL HİKÂYESİ
Bu arada Vladimir Semitjov adlı bir Beyaz Rus tarafından yazılan fakat bir Stockholm gazetesinde dört gün boyunca isimsiz bir şekilde tefrika edilen “En historia från Konstantinopel” (Bir İstanbul Hikâyesi) adlı hikâye, senaryo yazarı Ragnar Hyltén-Cavallius’un dikkatini çekmiş ve Stiller’e kadar ulaşmıştı. Stiller, Bolşevik Devrimi’nden kaçarak İstanbul’a sığınan Beyaz Rus göçmenlerin dramını anlatan hikâyeyi beğenmişti. Hikâyenin ana kahramanı Beyaz Rus genç ve güzel bir kadındı. Bu kadın, esir tüccarının eline düşüyor ve bir paşa haremine cariye olarak satılıyordu. Bu haremdeki çeşitli maceralardan sonra da özgürlüğüne kavuşuyor ve Avrupa’ya gidiyordu. Stiller, Berlin’e gelmeden önce bu hikâyenin film haklarını satın aldı. Filmin galasından sonra yapılan toplantıda, bu hikâyeden film yapılması konusunda Stiller ve Tiranon AG arasında bir ön anlaşma imzalandı. Stiller, altı ay boyunca senaryonun hazırlanması ve oyuncu kadrosunun oluşturulmasıyla uğraştı. Beyaz Rus kadını Greta Gustafsson oynayacaktı. Filmde ayrıca Einar Hanson ve şirketin isteği üzerine ünlü Alman oyuncu Conrad Veidt de rol alacaktı. Nihayet, 1924 yılı Ekim ayında Bir İstanbul Hikâyesi adlı filmin çekimine dair kesin sözleşme Mauritz Stiller ile Trianon AG arasında imzalandı. Stiller, filmin çekimine başlamadan önce oyuncuların İstanbul’a gidip bir süre kalmalarının doğru olacağı fikrindeydi. Bu fikrini şirkete kabul ettirmesi zor olmadı. İstanbul’a trenle gidilecekti. İstanbul’daki İsveç Konsolosluğu’na da durum bildirilmiş, Türk dostları Ertuğrul Muhsin’e mektup yazılarak şehrin en iyi otellerinden birinde kendilerine dört kişilik yer ayırtılması rica edilmişti. Stiller, yanına senaryo yazarı Ragnar Hyltén-Cavallius, oyuncuları Greta Gustafsson ve Einar Hanson ile görüntü yönetmeni Julius Jaenzon’u alarak İstanbul’a doğru yola çıktı. Orient Ekspresi İstanbul’a 30 Kasım 1924 günü akşam üzeri güneş Çekmece sırtlarında batmak üzereyken girdi. Vagonların camlarına vuran kırmızılı, morlu, pembeli ışıklar Greta’nın gözlerini kamaştırmıştı.
Tren Sirkeci Garı’na vardığında İsveç ve Alman konsolosluklarının yetkililerinden bir grup onları karşılamaya gelmişti. Karşılamaya gelenler arasında Ertuğrul Muhsin de vardı. Muhsin, onlar için Tepebaşı’nda Pera Palas ve Londra otellerinde yer ayırtmıştı. O devirde Pera Palas, İstanbul’un en büyük oteliydi ve dışarıdan gelen yabancı ziyaretçilerin uğrak yeri hâlindeydi. Şark stili döşenmiş büyük mermer salonları daha ilk bakışta insanı büyülüyordu. Greta da Pera Palas’ı pek beğendi. Ona otelin en lüks odası ayrılmıştı. O gece İsveç Konsolosluğu yetkilileri, onların şerefine muhteşem bir ziyafet verdiler. Türk ve İsveç yemekleriyle donatılmış sofrada Greta’nın en fazla ilgisini çeken yemek zeytinyağlı biber dolması oldu. Filmin çekimine hemen başlanmayacaktı. Stiller bundan faydalanıp Greta’yla, İstanbul’da şahane bir tatil geçirmeyi tasarlamıştı. Sabahları erkenden otelin kapısı önüne lüks bir taksi yanaşıyor, Greta ile Stiller arabaya kurulup İstanbul’un görülmeye değer yerlerini geziyorlardı. Greta, Boğaziçi’ne hayran olmuştu. Akşamları, Bebek Koyu'ndan karşı kıyıları seyretmek pek hoşuna gidiyordu. Küçüksu, Kandilli, Çengelköy sırtlarındaki binaların camlarına, batan güneşin kızıllığı vurduğu zaman İsveçli yıldız romantik hayallere dalıyordu. Boğaz’da balığa çıkan gondol stili balıkçı kayıklarına da bayılmıştı. Bebek’in ilerisindeki dalyanda şarkılar söyleyerek ağ çeken balıkçıları seyretmeye doyamıyordu.
Stiller, Greta’yı İstanbul’un en büyük mağazalarının bulunduğu Beyoğlu’na da birkaç kere götürdü. Fakat Greta burasını pek Avrupai bulmuştu. Birkaç gün sonra Kapalıçarşı’ya gittikleri zaman ise genç yıldızın canı çarşıdan dışarı çıkmak istemedi. Eski Türk kıyafetleri çok hoşuna gitmişti. Hemen g.züne ilk çarpan dükkânlardan birine girip birkaç elbise satın aldı. Otele dönmek için sabırsızlanıyordu. Yeni elbiseleriyle aynanın karşısında kendini seyrettikten sonra yemek salonuna bu kılıkta inmeye karar verdi. Stiller, onun bu kıyafetle tam bir Şarklı prensese benzediğini söylediğinde Greta çok mutlu oldu. Havalar soğumuştu ve Greta’nın bir paltosu yoktu. Stiller, oyuncusunun hasta olmasını asla istemiyordu. Ertesi sabah erkenden onu da alıp Pera Caddesi’ndeki kürkçülerden birine gitti ve ona en pahalı cinsten bir gri vizon manto ısmarladı. Greta’ya kalsa astraganı tercih edecekti. Ama Stiller, gri renk kürkün ona daha çok yakışacağını söyleyince o da karara uymak zorunda kaldı.
İstanbul’da havalar gerçekten birdenbire soğuyuvermişti. Artık eskisi gibi sık sık Boğaz ve Ada sefaları yapamıyorlardı. Greta, sabahları ekseriyetle otelden çıkmıyor, vaktini kitap okuyarak İsveç’e annesine mektup yazarak geçiriyordu. İstanbul iyiydi, hoştu ama yıldızın da işsizlikten canı sıkılmaya başlamıştı. Bu arada Stiller de endişelenmeye başlamıştı. Trianon’a yazdığı mektupların hiçbiri dilediği şekilde cevaplandırılmamıştı. Üstelik cebindeki para da azalıyordu. Kış iyice bastırırsa ilkbahardan önce filme başlayamayacaklarını düşünüyor, soğuk terler döküyordu. Bu arada film için İstanbul’da kurulacak yeni bir stüdyo-plato için tonlarca ağırlıkta aydınlatma malzemesi siparişi verilmiş, malzemeyi getirecek olan Alman teknisyen Karge, bilinmeyen bir nedenle Türk-Bulgar sınır kapısındaki gümrükte gözaltına alınmış ve tüm malzemelere el konulmuştu. Üstelik bu haber Stiller’e çok geç ulaşmıştı. Ekip, Karge’nin kaybolduğunu düşünüyor ve konsolosluk aracılığıyla arama kararı çıkartmayı düşünüyordu. Stiller, derhal konsolosluğu devreye soktu. Gerekli izinlerin çıkması on sekiz gün sürdü. Ekip için önemli bir zaman kaybıydı bu.
Noel yaklaşırken Stiller, Rose Noire Kabaresi’nde muhteşem bir eğlence tertipledi. Maksadı sadece Greta’yı eğlendirmek değildi. Partinin dedikodularının gazetelere aksetmesini sağlayarak heyecan yaratmak istiyordu. İstediği oldu da. Parti için bin beş yüz lira harcanmıştı ama Almanya’daki ortaklarından gene ses seda çıkmadı. Greta’yla İstanbul’da baş başa unutulmaz günler geçiriyorlardı. Belki de bunları ileride hayatının en mutlu günleri olarak hatırlayacaktı… Noel’den kısa bir süre sonra Stiller’in endişeleri daha da artmaya başladı. Filmcilerden haber çıkmıyordu. İstanbul’da bir iş bulmalarına imkân yoktu. Çünkü Türk sinemasının yegâne şirketi Kemal Film, film üretimini durdurmuştu. Stiller, Almanya ve İsveç’te tanıdığı yapımcıların birkaçına mektup yazarak onlara İstanbul’da film çevirmelerini önerdi. Fakat o devirde İstanbul gibi bir şehirde film yapmak kimseye cazip gelmemişti. Nihayet Greta’yla diğerlerini İstanbul’da bırakıp birkaç günlüğüne Berlin’e gitmeye karar verdi. Trianon ile hesaplaşacaktı.
Greta, Stiller’e kendisini de götürmesi için yalvardı ama kabul ettiremedi. Stiller, birkaç gün sonra döneceğini, boşuna yol masrafı yapmamaları gerektiğini söyleyerek Berlin’e doğru hareket eden trene bindi. On beş gün sonra Stiller’in yerine yönetmenden bir mektup geldi. Greta’ya otel masraflarını ödeyip ilk trenle Berlin’e gelmelerini yazmıştı. Adres olarak da Berlin’in kenar mahallelerindeki otellerden birinin adresini vermişti. Greta, otel idaresinden hesabı istetti. Yanındaki para bunu ödemeye yetmeyince de Stiller’in ona hediye ettiği kürk dâhil nesi var nesi yoksa sattırdı.
İstanbul’a binbir ümitle gelen filmciler, başları eğik, Berlin’e döndüler. İçlerinde duruma en fazla üzülen Greta’ydı. Meslek hayatının artık tamamen sona erdiğini düşünüyordu. Berlin’de Stiller ile son bir defa daha konuşacak ve eşyasını toplayıp İsveç’e annesinin yanına dönecekti. Stockholm tiyatrolarında ufak tefek roller bularak hayatını kazanabileceğinden emindi. Berlin’de Stiller, durumu birkaç cümleyle özetledi. Onlarla beraber İstanbul’da film çevirmeyi kararlaştıran film şirketi iflas etmiş, yöneticisi sırra kadem basmıştı. Bu durumda Greta ile Stiller’in Berlin’de bir süre kalıp başka bir şirketle anlaşma imkânı araştırmaktan başka çareleri yoktu. Ama tabii İstanbul’da film çevirme işi suya düşmüştü.
Peki, sonra neler oldu? Mauritz Stiller, meslektaşı Victor Sjöström aracılığıyla Hollywood’dan Metro-Goldwyn-Mayer şirketiyle bağlantı kurdu. Oyuncuları Greta Gustafsson ve Einar Hanson ile birlikte Amerika’ya gitti. Greta Gustafsson, Greta Garbo adıyla büyük bir şöhret kazandı. Stiller, Hollywood’da kalamayarak İsveç’e döndü ve 1928’de hayatını kaybetti. Umut vaat eden aktör adaylarından biri olan Einar Hanson ise 1927’de Kaliforniya’da geçirdiği bir trafik kazası sonucu Hollywood’da hiçbir iz bırakmadan son nefesini verdi. Greta Garbo ise gerek oyunculuğuyla gerek gizemli özel yaşamıyla dünya sinema tarihinin efsanevi isimlerinden biri. Onun sinema kariyerinin ilk yılında altı hafta süreyle İstanbul’da kalması kaderin bir cilvesi olsa gerek. Yazımızı gazeteci Naci Sadullah’ın Muhsin Ertuğrul ile Yedigün dergisi için yaptığı söyleşiden bir bölümle noktalayalım...
"... Bir gün onlarla beraber yaptığımız bir gezintiden dönüyorduk. Yeniköy’den geçerken, Greta, Boğazın çok sevdiği manzarasını biraz seyretmek için otomobili durdurttu. Meğer biçarenin başına gelecek varmış. Tam otomobilden indik ve iki adım attık, yanı başımızda genç bir balıkçı peydah oldu. Ve birden, Greta’nın üzerine atıldı: ‘Ah anam! Kurban olayım!’ diye yanaklarını kıskaçladı. Zavallı kızın yanakları, kayıkçının iri parmakları arasında mosmor kesilivermişti. Ben müthiş bir hırsla kendimden geçmiştim. Balıkçı ile kavga etmek için atıldım. Stiller de Greta da önümü kestiler. İkisi de katılasıya gülüyorlardı. Nihayet, Greta: ‘Çocuk musunuz’ dedi. ‘Cahil insanların insiyaki hatalarına kızılır mı? Canı yanan benim ve gülüyorum. Size ne oluyor. Yoksa kıskandınız mı?’ Bu sevimli soğukkanlılık, ihtimal büyük mahcubiyetimi avutmak için gösterilen bir nezaketti. Fakat kıymetli artistte öyle kandırıcı ve inandırıcı bir eda vardı ki sunilik ve calilik (yapmacıklık) sezemedim. Ve onlarla beraber gülmeye mecbur oldum. Yeniköylü balıkçıyı bir daha görmek ve ona yanaklarını kıskaçladığı kadının kim olduğunu söylemek isterdim. Acaba, onun, bütün dünyanın hayran olduğu ve hiç kimsenin parmağının ucunu bile süremediği bir mahluk olduğunu öğrenseydi ne yapacak, ne diyecekti?"
KAYNAKÇA
Bergin, Azize (19 Kasım 1966): “Kuzeyli Sfenks Greta Garbo”, Ses dergisi, Sayı: 47.
Muhsin Ertuğrul (2007): Benden Sonra Tufan Olmasın, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Naci Sadullah (4 Nisan 1934): “Ertuğrul Muhsin Ne Anlatıyor?”, Yedigün, Sayı: 56.
Patrick Vonderau (2019): A Tale from Constantinople: The History of a Film that Never Was (Bir İstanbul Hikâyesi: Çekilmemiş Bir Filmin Tarihçesi), (Höör: Brutus .stlings Bokforlag Symposion)