“Affan Dede’ye para saydım, Sattı bana çocukluğumu Artık ne yaşım var, ne adım; Bilmiyorum kim olduğumu.”
İstanbul’da öyle sokaklar var ki içinde bir kuytuda bir yatır, bir hazire saklıyor. Kimi zaman apartman boşluklarında, kimi zaman otopark bahçelerinde, kimi zaman yol üstünde. Bazılarının üstünde kısa bir bilgiden başka şey yok, bazıları belki yüz yıl önceki kitabeleriyle duruyor.
Sokak aralarında aniden karşımıza çıkan bu isimler, şehrin görünmez kimlikleri gibi. Asırlar öncesinden bugüne hikâyeleriyle ve zaman zaman umut veren varlıklarıyla onlar, İstanbul’un bir başka yüzü. Üstelik, izlerini sürmeye başladığınızda kimi Galatasaray Lisesi’nin, kimi Fenerbahçe Stadyumu’nun tarihine götürüyor, kiminde İstanbul oyuncaklarının kökenini öğreniyorsunuz, kiminde bu şehrin hayvanlarla olan yakın ilişkisini. İstanbul’un baba ve dedeleri, kentin manevi sahipleri kısacası.
Hiç beklemediğimiz yerlerde karşımıza çıkanlardan birine örnek, yukarıda dizelerine yer verdiğimiz Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirine konu olmuş Affan Dede. Reşad Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde andığı Affan Dede, 1900’lerin başlarında İstanbul’un Selimiye semtinde oturan ve oyuncaklarıyla tanınan, Üsküdar Mevlevihanesi’ne intisaplı bir Mevlevi dervişi. Çocukların gitmek için can attığı dükkânın tek kusuru ancak iki kişiyi alacak kadar geniş olması. Koçu, Affan Dede’nin bu dükkânda attığı her adımın kaynana zırıltılarına çarpmasıyla sonuçlandığını naklediyor. Karacaahmet Mezarlığı’na bakan bu dükkân, aynı zamanda şimdilerde maziye karışan İstanbul oyuncaklarının da bulunduğu bir mekân.
İsimlerin yanına “baba ya da dede” kelimesinin bu kadar sıklıkla karşımıza çıkmasının tasavvufta bir karşılığı var. İslam Ansiklopedisi, baba maddesinde, bu kavramı “Bazı mutasavvıflara, tarikat şeyhleriyle halifelerine veya meczuplara verilen bir unvan” diyerek açıklarken dede kavramı için de şu tanıma yer vermiş: “Anadolu’da kurulan bazı tarikatlarda belli bir mertebeye ulaşan dervişlere verilen unvan.”
Deyimlere de girmiş pek çok ünlü dede var, mesela Barış Manço’nun şarkısına da konu olan “Dıral Dedenin Düdüğü:”
“Aç gözünü daha vakit erken gör şeytanın gör dediğini Bir kulak ver de dinle sağır sultanın duyduğunu Sen öyle deve kuşu gibi şaşkın şaşkın bakınırsan Bir gün elbet duyarsın Dıral Dede’nin düdüğünü”
MEKTEBİ SULTÂNÎ’NİN MİMARI
Galatarasay Lisesi’nin hemen yanındaki sokaktan inip Boğazkesen istikametinde ilerlerseniz hemen yan sokaklardan birinde ufacık bir türbenin olduğunu bilmelisiniz. Sokak, adını türbenin sahibi Gül Baba’dan alıyor. Her ne kadar makamı bir sokak arasındaysa da meraklıları Gül Baba’nın İstanbul tarihindeki rolünü biliyor. Bir gün Sultan Bayezid Galata taraflarında avlanırken hava bozunca o dönem orada inziva hayatı yaşayan Gül Baba’nın evine misafir olmuş. Gül Baba içinde gül yetiştirdiği araziyi göstererek padişaha burada bir okul olması arzusunu nakletmiş. İkinci Bayezid, araziyi okula vakfederek bu isteği yerine getirmiş. İşte o arazi, bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yer. Galatasaray’ın sarı kırmızı amblemi de renklerini Gül Baba’nın güllerinden alıyor. Cemâleddin Server Revnakoğlu şu notu düşmüş hakkında:
“Evvelce bostancı ocağı mektebi olan Galatasaray Sultanisi’ni bu zatın işaret ve teklifi üzerine Beyazıt-ı Veli kurmuştur. Boğazkesen Yokuşu üzerinde Bostaniçi Cami şerîfi karşısında türbe ve çeşmesi vardır. Kendisi Kâdiriyye’dendi.”
Gül Baba, sıklıkla Kanuni Sultan Süleyman döneminde Macaristan seferlerine katılan Bektaşi dervişi Gül Baba’yla karıştırılıyor. Bu konudaki karışıklığı Galatasaray Lisesi’nin eski müdürlerinden Fethi İsfendiyaroğlu aydınlatmış:
“İkinci Gül Baba, İkinci Bayezid ile görüşen ve bahse konu olan, Galatasaray Mektebi’nin kuruluşunda mühim rolü olan zattır. Üçüncü Gül Baba da Macaristan’da, Budin şehrinde gömülüdür. Türbesi Tuna Nehri kıyılarına yakındır. Bu türbenin Kanuni Sultan Süleyman devrine ait olduğu zannediliyor.”
Ziyad Ebüzziya, 1930 tarihinde türbeyi ziyaret ederek şu notu düşmüş:
“Gül Baba’nın mezarı üstü açık bir türbe bahçesinde, kubbe biçimi demir süslemeli, demir parmaklıklar içinde korunuyordu. Ecdada karşı gösterdiğimiz kayıtsızlık ve umursamazlık neticesi, devletin de Galatasaray camiasının da ilgisizliğinden yararlanan uğursuzlar, bu parmaklıkları söküp çalmışlar ve mezarı cascavlak bırakmışlardır. Galatasaray’ın bu muhterem manevi kurucusunun ve ecdadının mezar taşı, Galatasaray’ın çeşit çeşit kuruluşları ve zenginlerinin değil de Tomtom Mahallesi’nin fakir halkının himmeti sayesinde, çalınıp emsali gibi mermer mozaikçilerine satılmaktan kurtulabilmiştir. Yine aynı Tomtom Mahallesi’nin fakir, fakat gönlü zengin halkı, Gül Baba’nın türbesinin, hacet penceresinin demir parmaklıklarını yapma renkli güllerle süslemektedirler. Gül Baba Galatasaray Eğitim Vakfı’nın bir gün, kendisini de hatırlamasını beklemektedir.”
Ziyad Ebüzziya’nın 1930’larda yaptığı tasvir, maalesef aynıyla vaki.
FENERBAHÇE’NİN MANEVİ KORUYUCUSU
Nasıl Galatasaray Lisesi’nin manevi koruyucusu Gül Baba’ysa, Fenerbahçe Spor Kulübü’nün manevi koruyucusunun da Yusuf Fahir Baba olduğuna inanılıyor. Yusuf Nizameddin Baba ismiyle de bilinen Yusuf Fahir Ataer için Cemâleddin Server Revnakoğlu şu cümleleri kaleme almış:
“Baba erenlerin hoşa gidecek tatlı bir mübalağa ve yakıştırma neşesiyle naklettiği hatıra ve malûmatı hayli geniştir. Bu bakımdan her telden kolayca çalar ve dinletir, tetkik ve mütalaası da pek ciddidir. Sultanın bir büyük fazileti de şudur: Sorulan bir şeyi hemen söyler, bildiğinin zerresini saklamaz ve kimseden kıskanmaz, tarikatlara ait hususlarda bile hangisi olursa olsun sır diye bir şeyin saklı tutulmasını asla istemez ki işin hakikat tarafı da budur, hele ilmin ve insanlığın huzurunda.”
Aynı zamanda Mesnevîhân da olan Yusuf Fahir Baba’nın Fenerbahçe’nin manevi koruyucusu olduğuna ilişkin kanıyı Murat Bardakçı anlatıyor:
“Bağlarbaşı’ndaki Fransız okuluna devam ettiği senelerde Fenerbahçe’deki çayırda oynanan futbola merak sarmıştı. İsmi önceleri ‘Black Stockings’ yani ‘Siyah Çoraplar’, daha sonra da ‘Fenerbahçe’ olan ve o yıllarda henüz kulüp kimliği taşımayan toplulukta futbol oynamaya başlamış, Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınıp Çanakkale Cephesi’ndeki bir mitralyöz bölüğüne gönderilince futbola mecburen veda etmiş ama tanıyanların anlattıklarına göre hep Fenerli kalmıştı. Zaten, eskiden tekke olan evi de Fenerbahçe Stadı’nın hemen yanı başında idi... Geniş bir bahçesi ve bahçesinde ‘hâmûşân’ı, yani mezarlığı olan tekke-ev 1950’lerin ortalarında artık oturulamaz hâle gelince yıktırılıp yerine dört katlı bir apartman yaptırıldı. Yusuf Fahir Baba, apartmanın üst katında yaşıyordu. Şükrü Saracoğlu Stadı sonraki senelerde genişletildiği sırada tekkenin geniş bahçesinin bir bölümü de alınıp stadyuma dahil edildi!
Meselenin önemli tarafı işte burada yani stadın çok küçük de olsa bir bölümünün kendisi de eski bir futbolcu olan bu renkli şeyhin mekânı olmasında…”
KÖPEKLERİN BABASI
İstanbul’un bugüne ulaşan en renkli karakterlerinden biri de “Ebu’l-Kilab” (Köpeklerin Babası) ismiyle de bilinen Köpekçi Hasan Baba. Fatih Cami’nin Karadeniz Kapısı’nda yaşayan ve orada her zaman yanında altı yedi köpekle gezdiği için Köpekçi Hasan Baba diye tanınan bu zatın nevi şahsına münhasır hikâyeleri var. Her sabah köpekleri beslermiş; bir keresinde bir köpeğin ağzındaki lokmayı diğer bir köpek kapmış, Köpekçi Hasan Baba hemen köpeğin kulaklarını çekerek “Yolsuzsun, üç gün huzuruma çıkmayacaksın” demiş. Olaya şahit olan çarşı esnafı “Bakalım hakikaten üç gün gelmeyecek mi?” diyerek o köpeğe işaret koymuş. Cezalı köpek hakikaten üç gün ağacın dibinde yatmış, dördüncü gün o da Hasan Baba’nın huzuruna çıkarak nasibini almış.
Hasan Baba’nın bir diğer hikâyesi de kasap kâğıdıyla Sultan Abdülhamid’e yazdığı istida. Edirnekapı’da kilisede zangoçluk yapan bir genç, her sabah namazında “Sabah oldu kalkmaz mısın, sen Allah’tan korkmaz mısın” diye bağırırmış. Halkın çok sevdiği bu gencin kilisesi Fatih Yangını’nda yanmış. Kilisenin imarı için verilen istidalara cevap alınamayınca Hristiyan cemaati sorunun halledilmesi için Köpekçi Baba’ya gelmiş. Kasaptan iki koyun isteyen Köpekçi Baba, onları dağıttıktan sonra kasap kâğıdına şöyle yazmış: “Padişahım, kızdırırsın Îsâ’yı Mûsâ’yı, yapdırmazsan kilisâyı.” Bu istida sayesinde izin çıkmış, kilise tamir olmuş.
TELLER, TUZLAR VE EKMEKLER ARASINDA
Baba ve dede ismiyle anılan zatların kimileri artık bir halk anlatısına dönüşse de kimi gerçek hayattan izler taşıyor. Oruç Baba örneğin.
Asıl ismi Şeyh Mustafâ Zekâyî Efendi olan Oruç Baba, bir Şâbanîyye şeyhi. 1812 yılında vefat etmiş, Pazartekke’de medfun. Herhangi bir kaynağa dayanmasa da Şeyh Mustafâ Zekâyî Efendi’nin Ramazan ayının ilk iftarında orucunu Hızır Aleyhisselam ile bir yudum sirke ve bir zeytin tanesi yiyerek açtığına inanılıyor. Bu yüzden, her sene Ramazan ayının ilk iftarında, kabri ziyaretçi akınına uğruyor.
Oruç Baba’nın aksine kim olduğu konusunda kesin bir bilgiye sahip olunmayan bir diğer isim Tuz Baba. İstanbul’un fethi sırasında orduda baş gösteren tuz sıkıntısını havanda toprak dövüp tuza dönüştürerek çözdüğüne inanılan Tuz Baba, Fatih Sultan Mehmed’in tuzcubaşısı olarak da biliniyor. Fetih sonrası sarayda çok uzun süre kalmayan Tuz Baba, o zamanlar yerleşimin olmadığı Beşiktaş’ta inzivaya çekilmiş. Bugün makamı ziyarete uğruyor, gelenler yanlarında tuz getiriyor.
Bakırköy’de bulunan Zuhurat Baba hakkında da pek az bilgi var. Onun da yine fetih sırasında, susuzluk çeken Osmanlı ordusunun aniden belirerek su ihtiyacını karşıladığına inanılıyor.
Telli Baba ise hemen her İstanbullunun bildiği bir Kadirî şeyhi. Boğazın dört manevi koruyucusundan biri olduğuna inanılıyor. Rumelifener’ine nazır mekânı, her daim evlenmek isteyen, evliliğinde sorun yaşayan insanların uğrak noktası. Gelenler yanlarında tel bıraktığı için zamanla Telli Baba olarak da anılmaya başlanmış.
Haziresi Yenikapı Mevlevîhanesi’nde bulunan Aşçı Dede’nin kabrine uğrayanlar, bolluk berekete niyetlenerek bir Fatiha okuyor. Mevlevi ulularından Aşçı Dede için “Kepçesi ile bir fakirin eline vurmuş, adamcağız birkaç gün içinde zengin olmuş” rivayeti var.
Merdivenköy’de Şahkulu Sultan Dergâhı’nda Şahkulu Türbesi’nin sol tarafında duvar dibinde yatan Çoban Musa Baba’nın ayak taşında koyun resmi ve çobanın değneği bulunuyor, Revnakoğlu burası için “Pek takdire değer benzersiz bir sanat eseridir” diyor.
Kayıpların bulunması için edilen dualarda ismi anılan Edhem Dede, Edirnekapı Cami’nde yatıyor. “İbrahim Edhem Dede / Gömleği keten dede / Falancamı kaybettim / Onu bana bul dede” diye bir tekerlemesi var.
Bektaşi büyüklerinden Karyağdı Baba’nın türbesi ise Eyüp Sultan’da. Yaz ortasında kar yağdırdığı düşünülen “Karyağdıran” ya da “Karlı Baba” olarak da anılıyor.
İflah olmaz yaramaz çocuklar için son çare olarak düşünülen Koyun Baba, Hırka-i Şerif’te, yolun kenarında. Bir zamanlar, arabaya koşulamayan azgın atlar da buraya getirilir, hazire çevresinde dolaştırılırmış.
Karacaahmet Türbesi’nin arkasından gelen İnadiye Caddesi’nin sonunda ve Nuhkuyusu Caddesi’nin başında yer alan Sütlü Dede’nin bir ismi de Sütçü Baba. Rivayete göre öksüz kalan ve ağlayan Karaca Ahmed’e erkek olduğu hâlde süt emzirmiş. Ziyaretçileri arasında en çok sütü kesilmiş kadınlar bulunuyor; kabri başında dua ediyorlar.
Ekseriyetle halvette olduğundan uyuduğu düşünülen Uyku Dede’nin makamı Kocamustafapaşa’da. Adı Şeyh Ahmed Efendi, Hazret-i Sünbül Sinan’ın halifesinin halifesi olarak da biliniyor. Uyku uyuyamayan çocuklar ziyaretine getiriliyor.
İstanbul’un “Baba ve Dedeleri”nin ilk akla gelenlerini yazsak da bu liste çok uzun. Yüzlerce isim var. Mesela, İstiklal Caddesi’ni Galata Kulesi’ne bağlayan yokuşa ismini veren Galip Dede’yi unutabilir miyiz? Bir semte ismini veren Nişancı Baba’yı? “Kimsenin etini yemem” diyerek dedikodudan uzak duran Etyemez Baba’yı? Yazının başında andığımız üzere, İstanbul’un sokaklarında ansızın karşılaşabileceğiniz isimler onlar. Her birinin değil sayfalar, kitaplar tutacak hikâyeleri de başka yazıların konusu elbet.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Fethi İsfendiyaroğlu, Galatasaray Tarihi, c. 1, İstanbul, 1952.