Türkan Şoray’ın sonsuz senfonisi

31 Ağustos 2024 - 14:15

Türkan Şoray’la uzun bir yol arkadaşlığım oldu… Gazetecilik yıllarımda başlayan dostluğumuz sonraki yıllarda iş arkadaşlığına dönüştü. Hâlen, evinin merdivenlerinden inerken gördüğüm o edasından etkilenirim. Yetmişli yaşlarda olmasına karşın evin önünden geçen treni gördüğünde sevinçle el çırpmasına şaşırırım… Arabanın içindeyken kalabalık bir metrobüse rastladığımızda kendini görünmez hâle getirişinden etkilenirim… Bir simitçi çocuğun hikâyesini merak edişine, yolda su satan birine yetişemediğinde duyduğu öfkesine şaşırır dururum… 

Yıllar önceydi. Eyüp’te bir yazlık sinemanın açılışına davet edildiğimizde yaşadıklarım film karesi gibidir. 7 yaşındayken oradaki evlerden birinin damından hayatında ilk kez gördüğü o sinema perdesini henüz unutmamışken o sinemanın yeniden açılışını yapması; bin kişilik o yazlık sinemanın bir Türkan Şoray filmiyle açılması ve onun onur konuğu olması çok etkileyiciydi. 

Çok yakın zamanda Atatürk Kültür Merkezi’nde, 35 kişilik bir senfoni orkestrasıyla Türkan Şoray’ın unutulmaz film müziklerinin sahneye taşındığı “Türkan Şoray’ın Sonsuz Senfonisi” konserinde yaşadığım o etkileyici anlar da hep aklımda kalacak. Sahnede göründüğü an bin kişinin dakikalarca ayakta onu alkışlaması bir sanatçının başına gelebilecek en güzel şeydi. Ne güzel yazmıştı sevgili dostum Mete Özgencil ve ne güzel yorumlamıştı Nükhet Duru: 

“Esmer salkım gibi, lütuf gibi, isyan gibi, öksüz gibi gözler 
Sanki durur durur dargın dalı gözler 
Bin bir laf bir bakışa nasıl sığmış öyle 
Sessiz yanarken siz biz tüteriz 
An gelir dağılır o yüz, an gelir avunur hemen 
Yaz gelir bize gülseniz o gözleriniz bir de siz 
Dağ gibi yapa yalnızız dağlanıp da yaş almışız 
Yaz gelir bize gelseniz o gözleriniz ve siz 
Asi ürkek 
Türkan Şoray” 

Bu güzelim şiirin üstüne söz söylemek olmaz artık… İyisi mi ilk aklıma gelen soruları sorayım…

TÜRKAN ŞORAY

Güzel bir şarkı sözü vardır, “Gençliğimi geri verseler, bu kez en çok kendimi severim” diye. Size sormak isterim, gençliğinizi geri verseler, neleri yaparsınız, neleri yapmazsınız? Siz de en çok kendinizi mi seversiniz? 

Evet, “Gençliğimi geri verseler, bu kez en çok kendimi severim” güzel söz. Kendimizi sevmeyi öğrenemiyor, bilemiyoruz aslında. Çocukluğumuzda, gençliğimizde, hep başkalarını seviyoruz, başkalarının gözüne girmeye, onların dediğini yapmaya, onların kalbini kırmamaya, incitmemeye zorunlu hissediyoruz kendimizi. O yıllarda, kendimizi tanımadan, arzularımızı, isteklerimizi, eğriyi, doğruyu bilmeden, bize dayatılanı yaşıyoruz. Giyimden kuşama, dinlediğimiz şarkılara, okuyacağımız kitaba, hatta tutacağımız takıma kadar, hep önümüze konan fiks bir menü oluyor. Ona mecbur hissediyoruz kendimizi. O zamanlar, o menüden seçmemiz gerekiyor yaşamla ilgili ayrıntıları. Dünyanın gidişatını, devrimci ruhumuzu, olmak istediğimiz yeri, mekânı, kişileri bir kenara koyuyoruz. Tüm bunları bir kenara koymayıp dikbaşlı olanlar da oluyor elbette. Ve geriye dönüp o yıllardaki kendimize bakınca sevgiye, şefkate, özgüvene ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlıyoruz.

O zamanlar yaşamak isteyip de yaşayamadığım şeyler de oldu. Uzaktan bakışmalı flörtler, el ele tutuşmalar, o yıllardaki temiz ve saf duygularla yaşanan aşklar, o güzel duygular, mektup beklemeler, bir deniz kenarında hoşlandığın gençle çay ve kahve içmeler… Bu duyguları yaşama isteğini çok hissettim. Bütün gün sette aşk dolu sahneleri çekiyorsun, yorgun argın eve dönerken belki sicim gibi yağmur ya da lapa lapa kar yağıyor… İki sevgili sarılmış ya da el ele tutuşmuş, parkta oturuyor ya da yürüyor… Onları böyle gördüğümde, dakikalarca durup onları izlemek isterdim. Ben hiç yaşamadım bu güzelim duyguyu. İçim cız ederdi. Kalbim kırılırdı. O parkta oturan kızın yerinde olmayı çok isterdim. Ama bilirdim ki bu benim için sadece gerçekleşmesi mümkün olmayan bir anlık hayalimdi. Bunu bilirdim ve omzumdaki bu yükümle iç geçirir, geri dönerdim. Ben asla o parkta ya da deniz kenarında oturan, o kız olamadım. Belki de hayatta içimde en çok kalan şey bu oldu. O ilk gençlik aşkı… O ilk heyecan…

Gençliğinizde “kötülük kavramı” sizin için ne demekti? “Kötülük nedir bilmezdim” diyebilir misiniz? 

Kötülük kavramı… İlk gençlik yıllarımda kötülüğü ve kötü niyeti hiç bilmiyordum. Art niyetin ne olduğunu bilmemek, tanımamak, çevremdeki herkesi iyi sanmak, dünyada kötülüğü bilmediğim için yalana yanlışa inanmak, o yıllardaki en büyük zaafımdı diye düşünüyorum. Geçmişe ve anılara yolculuk yaptığımda, yalanları gerçek zannedip onun acısını ve elbette zaman zaman sevincini yaşadığım geliyor aklıma; yalnızca gülümsüyorum. Bazen gençliğime, saflığıma, iyi niyetime, suistimal edilişime çok sinirleniyorum. Şimdiki aklımla o günlere gidip o karşımdaki kişiyi doğduğuna pişman etmek istiyorum gibi geliyor, sonra sakinleşiyorum. Ama içimdeki o öfke hiç bitmiyor. Keşke, o zamanlar dünyayı bu hâliyle, gerçek yüzüyle tanıyabilseydim. Dünyada, kötülüklerle beslenen kötü insanların olduğunu o zaman bilmek isterdim. Ya da keşke uyarsaydı birileri.

Ya şimdi kötülük desem size? 

Geçti o günler. Yaşam bana o kadar çok şey öğretti ki kötülüğü, kötü niyeti bin kilometre uzaktan tanırım ve buna elimden geldiğince izin vermem. Onca yaşanmışlığın ve 200’den fazla filmin ardından bu konuda müthiş bir önsezi geliştirdim diyebilirim. Kendime, yakınlarıma ve görebildiğim her türlü kötülüğe çelik gibi dururum diye düşünüyorum… İnsanlar niye kötülük yapmak isterler ki?

TÜRKAN ŞORAY VE CİHAN ÜNAL’IN BAŞROLLERİNDE YER ALDIĞI, ATIF YILMAZ’IN YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI MİNE (1982) FİLMİNDEN BİR SAHNE

Peki ya başkaldırmak hakkında ne düşünüyorsunuz? En unutulmaz filmlerinizden Mine’deki “Mine” karakteri gibi? 

Soruna cevap vereceğim ama öncesinde Mine filmiyle ilgili ayrı bir parantez açmak istiyorum. Necati Cumalı’nın aynı adlı tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan Mine, bir kadının toplumsal baskıdan, sevgisiz bir eşten kurtulma ve özgürleşme çabasıdır. İnsan olduğunu ve kendine ait bir dünyası olduğunu anlatır Mine. Bu film gerçek bir kadın hikâyesidir. Ben bu filmle, kendi koyduğum kuralları bir çırpıda yıktım. Sevişme sahnesi olmasına itiraz etmedim. Yalnızca kurguyu çok önemsedim. Kadın vücudunun bir meta olarak kullanılmasına yaşamım boyunca karşı çıktığım için bu konu benim için çok önemliydi. Cihan’la yatağın içindeki sahnelerin çekimi, Atıf Yılmaz’ın gözlerini kaçıracak delikler araması… Nasıl da gergindik… Ama işte bu çekimler yalnızca Mine’nin değil, Türkan’ın da değişiminin gerçekleştiği günlerdi. Orada yatağa giren yalnızca Mine değildi, aynı zamanda Türkan’dı. Beynin, yüreğin, alışkanlıkların, kuralların müthiş bir çatışması olduğu zamanlardı.
Mine bana yol gösterdi sanki. Evet, nihayet o gün geldi ve altın kafesteki kuş uçmaya karar verdi. En sevdiğim karakterlerden biri olan Mine, nasıl başkaldırıp, sevdiği adamın elinden tutup, cesurca arkasına bakmadan yürüyorsa işte aynen öyle oldu. Mine, esir olmayı değil mutluluğu seçti ve bunun için mücadele etti. Oradaki Mine benmişim aslında, özel yaşantıma da bu anlamda çok güzel bir denk geliş oldu. Oradaki Mine’nin cesaretini gösterdim ben. Türkan ile Mine yer değiştirdi, iç içe geçti. Aşkı seçtim. Kimseye ihanet etmedim, yalnızca kendime ihanet etmekten vazgeçtim. Yanımda, elimi güçlüce kavrayan, korkmayan, âşık olan bir adam vardı. Mine gibi çıkıp gittim o evden. Mine’deki gibi beni kınayanlar oldu elbette, yalandan bir ihanet öyküsü yaratıp yargıladılar beni. Oysa Türkan, belki de ilk defa kendi iç sesine kulak verdi.

TÜRKAN ŞORAY

Kız çocuklarına karşı bir zaafınız var. Onlara burs vermek istiyorsunuz, onların başarılarını takip ediyorsunuz, yıllarca UNICEF’in “İyi Niyet Elçiliği”ni yaptınız… 

Evet, kız çocuklarının eğitimi gerçekten çok önemli ve çok kıymet veriyorum bu konuya. Kız çocukları okuyup meslek sahibi oldukları ve bir kişilik, bir kimlik kazandıkları zaman, erkeğe karşı o da birebir eşitlik sağlıyor. Bunun, hakkı olduğunu biliyor. Eğer isterse âşık oluyor, eğer isterse evleniyor. Ama iş hayatındaki fırsat eşitliği konusunda hâlâ mücadele devam ediyor. O yüzden kız çocuklarının mücadelesi asla bitmemeli. Çok okumalarını, eğitim almalarını sağlamak zorundayız. Aydınlık, daha demokrat, yaşanır bir ülke için buna ihtiyacımız var. Kızlar okudukça güzelleşecek dünyamız. Okumak, okutmak lazım… Her kız çocuğunun, annesinin bir adım önünde olduğunu bilmek, bu konuda çabalamak bana çok değerli geliyor. Çünkü kadın gücüne çok inanıyorum. Gelinine kızı gibi bakan, kocasından gördüğü zulmü gelininin görmesini engelleyen kadınlar olduğunda daha aydınlık bir gelecek bizi bekliyor olacak. Okuyan, okutan annelere, bilge öğretmenlere ihtiyacımız var.

Kendi eğitiminiz konusunda neler söylemek istersiniz? Oyunculuk yerine başka bir mesleğinizin olmasını ister miydiniz? 

Hayattaki en büyük eksikliğim, istediğim eğitimi alamamış olmam. Uzun süren bir öğrenciliğimin olmasını, en azından üniversiteyi okumayı çok isterdim. O okulun bir kokusu var ya hani. O sınıflardaki sıralarda oturmak ve o kokuyu içime daha uzun çekmek isterdim. Tebeşir kokusu mu, tahta kokusu mu, çocukların kalp atışları mı, eğitim seferberliğindeki öğretmenlerimiz mi onu güzel yapan, bilmem. Hayatımdaki en mutlu anlar, okulda olduğum anlardı. Teneffüs ziliyle bahçede oyun oynamak, koşturmak, nefes nefese kalmak, arkadaşlarımla sohbet etmek… Ne kadar güzeldi… Kan ter içinde kalmak bile… Ortaokul yıllarında öğretmenin sözlüye kaldırması, bildiğin yerden sorular sorduğunda bülbüller gibi şakımak, bilmediğin yerden geldiğinde mahcup olmak, başını önüne eğmek, dudaklarını ısırmak… Okul forması bile gözümde tüter zaman zaman… O kolalı beyaz keten yaka, siyah forma, sıkı sıkı toplanan saçlarımız, kurdelelerimiz, bazen ceplerde olan mendillerimiz…
“Oyunculuk yerine başka bir mesleğin olsun ister miydin?” diye sordun ya hani… Öğretmen olmak isterdim. Allah’tan, oyuncu olarak bunun tadını çıkarttığım bir iki filmim oldu. Ama yine de öğretmen olmak hep çok kıymetli gelir bana. “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür…” Çok sevdiğimiz satırları vardır ya hani Ahmet Kutsi Tecer’in… Benim filmimde de şarkısı söyleniyordu. O kadar severdim ki öğretmen rolünde olmayı. Kendimi o çocuklarla beraber, onların gerçek öğretmeni gibi hissederdim. Hepsiyle bir gönül bağı kurardım. Set bittiğinde gerçekten öğrencilerimden ayrılmış gibi hissederdim. Hayatta iz bırakan öğretmenlerimden biri gibi olmayı isterdim. Özellikle ilköğretimdeki öğretmenler çok etkili gelir bana. Daha çok küçük yaşlarda, öyle belirleyici olur ki öğretmenlerimiz. Yaşam boyu ya gülümseyerek minnetle anımsarız ya da öfkeyle “Küçücük çocuğa yapılır mı bu?” diye. Şu an bile sevgiyle, saygıyla, minnetle anımsadığım öğretmenlerim var. Gözümün önünde gülümseyen yüzleri… İyi ki hayatımdaydılar. İyi ki bu güzel insanlar hayatımıza girdiler…

Türkan Şoray
Selvi Boylum Al Yazmalım
Vesikalı Yarim
Mine
Yeşilçam
Yeşilçam'da Kadın
Sinema
Sayı 019

BENZER

İstanbullulara 80 yıl hizmet eden tarihî Galata Köprüsü, 1992’de köprüyü harap eden yangın çıkmasa belki bir 80 yıl daha hizmet verecekti. Bu köprünün, gündelik yaşamımızdaki değişimde Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir köprü kurduğu söylenebilir.
Tarihî yapıları ve mezarlıklarıyla şehrin kadim semtlerinden biri olarak anılmayı sürdüren Hasköy, tarihsel süreçte tıpkı hemen karşısında yer alan Balat gibi Yahudi kimliğiyle özdeşleşmiştir.
Dünyanın en kadim şehirlerinden İstanbul’a aşkla bağlanan bir araştırma tutkununun notları, bu şehrin yaşadığı değişimlerden kültürel hazinesine kadar pek çok şeyi gün yüzüne çıkardı. İstanbul’un kaybolan tarihini yazmak için bütün ömrünü onu sokak sokak gezmeye ve araştırmaya vakfeden Cemâleddin Server Revnakoğlu’nun azmi bugün kültürün unutulmuş pek farklı yanıyla bizi yeniden tanıştırıyor.