Tam şu an nasıl bir ruh hâli içindesiniz?
Kelimenin tam anlamıyla bedensel ve zihinsel yorgunluğu bir arada yaşadığım bir andayım. Şehirler arası bir yolculuk yaptım, evin anahtarını unuttuğum için çilingir peşinde koştum. Ucu ucuna yetişerek, yüzlerini dahi görmediğim bin kadar hekime internetten bir sunum yaptım. Yayın sırasında epey teknik aksaklık yaşadım.
Sizce en karakteristik özelliğiniz ne?
Çok meraklı olmam ve buna bağlı olarak çok fazla soru sormam. Çoğu kişi soru sorulmasını saldırgan bir tavır, cevaplamayı ise yorucu, usandırıcı buluyor.
Peki, en büyük korkunuz?
Hafızamı kaybetmek. Başka bir deyişle, çok emek vererek öğrendiklerimi unutmak.
Bugüne dek yaptığınız en büyük delilik ne oldu?
Çocukken evde “Şu elektrik prizinin önündeki iki deliğe U şekline getirilmiş bir tel yerleştirsem ne olur?” derdine düşmem ve bunu çıplak elle tuttuğum bir tel ile yapmam.
Peki, en büyük pişmanlığınız?
Anneannemi kaybetmeden önce onunla daha fazla konuşamamış olmak.
Hangi yeteneğe sahip olmak isterdiniz?
Yatağa yattığım anda uyuyabilmek isterdim. Kendimi bildim bileli uyku ile aramda bir sevgi- nefret ilişkisi var.
Favori kurmaca kahramanınız kim?
Çocukken en sevdiğim çizgi roman kahramanlarından “Mandrake”.
Sizi en çok üzen veya rahatsız eden özelliğiniz ne?
Sürekli bir şey düşünme, bir şeye odaklanma halindeyim. O esnada ne yazık ki istemsiz olarak kaşlarımı çatıyorum. Dolayısıyla mizacımın tam aksine sert, aksi, saldırgan; hatta kimilerine göre ukala bir izlenim bırakıyorum.
Başkalarında sizi en çok rahatsız eden özellik ne?
Beni kandırmaya çalışanların küçük hesapları ve acemi, beceriksiz yöntemleri beni çok rahatsız ediyor.
Bir mottonuz; hayat sloganınız var mı?
“Keep walking” (Yürümeye devam et).
İstanbul’da hangi semtte yaşıyorsunuz?
Annem babam çalıştığı için uzun süre anneannemle birlikte Küçükçekmece, Cennet Mahallesi ve Aksaray, Sofular Mahallesi’nde yaşadım. Ama aslen Yeşilköylü sayılırım. 13- 14 senedir de Nişantaşı’nda oturuyoruz.
Peki, semte dair en sevdiğiniz şey ne ve neden?
Nişantaşı’na taşınmak eşimin işinden ötürü aldığımız bir karardı. İlk ziyaretimde içimden “Bir insan böyle bir semtte neden yaşar?” diye geçirmiştim. Kaldırım yok, ağaç yok, bitişik nizam apartmanlar, karınca misali insan kalabalığı, tra k, gürültü... Şimdiyse Nişantaşı’ndan taşınmak zorunda kalırsam gerçekten üzülürüm. Mahalle dokusunun varlığını hâlâ sürdürmesi, aklınıza gelen her şeyin yürüme mesafesinde olması, şehrin ritmini kalbinde yaşayarak hissetmek benim için her anlamda besleyici.

Sizce nasıl İstanbullu olunur, İstanbullu olmak ne demek?
Annem ve babam Anadolu’nun iki ayrı şehrinde; mütevazı, dar gelirli ailelerde doğup büyümüş. Erzurum’da üniversitede okurken tanışıp evlenme kararı almışlar. Mezuniyet sonrası İstanbul’a göç etmişler ve bizi bu şehirde binbir zorlukla büyütmüşler. İşte o Anadolu insanları bana ve kardeşime oturmayı, kalkmayı, okumayı, yazmayı, yemek yemeyi, sıraya girmeyi, giyinmeyi, kuşanmayı; kısacası dünya standardında “düzgün bir insan” olmayı öğretti. Onlar İstanbul‘la “mücadele etmek”, onu “yenmek”, ona büyüklük taslamak için değil; İstanbullu olmak için gelen bir kuşağa aitti. Bundan her zaman gurur ve mutluluk duydum. Öte yandan çok dinli, dilli ve milletli bir semtte büyüdüğüm için İstanbul’un kadim, renkli ve zengin kültürüyle yoğrulma fırsatı buldum. Farklılıkların ne denli besleyici olduğunu öğrendim. İstanbullu olmanın tanımı çoktur ama kendi ölçülerimde İstanbullu olma hikâyem budur.
Şehrin yürümeyi en sevdiğiniz muhiti neresi?
Yeşilköy’ün çocukluğumda doldurularak yapılan sahilinde yürümeyi çok severim. Okul sonrasında eve dönmeden denize girdiğimiz koylar, sigara içtiğim yıllarda paketimi sakladığım kayalıklar, kız arkadaşımla ilk öpüştüğüm bank, futbol oynadığımız park, bisikletle akrobasi yaptığım rampa, ışığında kitap okuduğum lambalar...
Yemek yemeyi en sevdiğiniz mekân?
Yemek meselesini önemserim. Karnımı doyurmak için değil; keyif almak için yerim. Keyif alarak bir şey yiyemeyecek gibiysem de öğün atlarım. Genellikle de dışarıda yerim. “Fine-dining” olarak Sunset (Ulus) ve Da Mario’yu (Etiler) severim. Çok sevdiğim Japon mutfağı için İnari (Kuruçeşme) ve İtsumi (Levent) ve Miyabi (Levent), İoki (Kandilli) favori mekânlarım. Çin mutfağında Dragon (Taksim). Geleneksel tatlar içinse Hünkar (Nişantaşı), Hamdi (Eminönü) ve Nato (Karaköy). Bu listeyi çok uzatabilirim ama burada kesiyorum!
İstanbul’da kaçıp gittiğiniz gizli bir mabediniz var mı, biraz ipucu?
Küçük bir scooter motosikletim var. Onunla plansız bir şekilde şehrin çeperlerinde dolaşmayı; özellikle Karadeniz sahiline doğru yollara vurup, sakinliklere park edip yeşillikleri seyretmeyi çok seviyorum. Bazen şehrin göbeğinde de ilginç keşi erim oluyor. Boğazın sırtlarındaki ara sokaklarda çok ilginç mahalleler, mekânlar buluyorum. İstanbul’daki en büyük hasretim çocukluğumda her köşede rastladığım banklar. Meydanlar, parklar kalmadı ama bank için hâlâ fazlasıyla yerimiz var. Bu şehrin insanına oturup şehri seyretmek, anörlük yapmak için fırsatlar sunmak gerek.
Sizin için İstanbul’un en vazgeçilmez tarafı nedir?
24 saat yaşaması sanıyorum. Mesleğim gereği 38 ülke ve çok daha fazla şehir gezdim. 24 saat canlı olmakla övünenler dahil olmak üzere günün herhangi bir saatinde, neredeyse her şeyi yapabileceğiniz ve her hizmete ulaşabileceğiniz başka bir şehre rastlamadım.
Peki, ya İstanbul’u en iyi anlatan şarkı?
Bence İstanbul’u en çok seven kişi Nâzım Hikmet Ran olmuş. Bu sebeple Cem Karaca’nın şahsıyla daha da anlam kazanan “Ceviz Ağacı”nın bendeki yeri ayrıdır. Karaca Türkiye’ye döndükten sonra Gülhane Parkı’nda verdiği efsane konserde en ön sıradaydım. Sislerin arasından o şarkıyı söyleyerek çıktığı günü dün gibi hatırlıyorum. Bütün renkleri ve neşesine rağmen İstanbul’un şarkılarda hep buruk ve hüzünlü anılmış olması da üstüne düşünülesi bir detay olsa gerek.