Türkiye’nin yetiştirdiği yüz akı sanatçılar arasında önemli bir isim olan Aramis Kalay bir “fotoğraf markası” olarak biliniyor. Kalay, Paris’te bulunan Bibliotheque National’e (Fransa Ulusal Kitaplığı Fotoğraf Koleksiyonu) fotoğrafları seçilen ikinci Türkiyeli sanatçı. Birincisiyse fotoğrafın duayeni Ara Güler’dir. Bugüne kadar 16 kişisel sergi açan Kalay, doğma büyüme İstanbullu. 1953 yılında Nişanca’da dünyaya geliyor. 1955’te henüz iki yaşındayken ailesi Üsküdar İcadiye’ye taşınıyor. Çok sık sorulan “Hemşerim memleket neresi?” sorusuna her zaman “İcadiyeliyim” diye cevap veriyor. İcadiye Üsküdar’ın seçkin bir mahallesi. Rengârenk bir semt. Aramis gibi Ermeniler var, Rumlar, Yahudiler ve Müslümanlar bir arada, huzur içinde yaşamanın tadını çıkarıyorlar. En çok da çocuklar… O günlerden Aramis Kalay’ın aklında kalanların başında farklı dinlerin kutsal günlerinde çocukların mahallede yaşadıkları geliyor:
“En çok hatırladığım komşuluk ilişkileri… Müthiş bir komşuluk vardı. Diyelim herhangi birimiz acıktık. Bir çocuk ‘Anne acıktım’ dedi mi artık o anne sokakta hangi çocuk varsa onların hepsine ekmeğe Sana yağını sürer ve dağıtırdı. Bazen üstüne bal, reçel sürer bazen de toz şeker dökerdi. Bir de bugün için çok absürt gelecek, dinî bayramlarımızda biz Ermenice şarkılar falan söyleyerek gece sokakta gezerdik, evlerden bize bahşiş verirdi komşular. Paskalya diyelim. Biz gece çıkarız elimizde bir fener, ‘Melkon Kaspar yev bağdasar avedis avedis’ diye şarkılar söyler, Hazreti İsa’nın dirilişini müjdelerdik. Mahalleli de bize bahşiş verirdi. Ramazan ve Kurban bayramlarında da biz Türk arkadaşlarımızla komşulara el öpmeye gider bahşiş alırdık. Sadece bayramlarımız değil acılarımız da ortaktı, paylaşılırdı. Diyelim ki bir evden cenaze çıktı; hiçbir evde radyo açılmazdı. Bütün mahalle yas tutardı, cenaze evine her gün biri yemek götürürdü. Mahalleli o evden çıkmazdı!”
ÜSKÜDAR BİR MASALDI
Aramis Kalay’ın büyüdüğü Üsküdar, günümüz dünyasından bakınca bir “masal ülkesi” olarak görülebilir ama o yıllarda bu barışçıl ortam yaşanabiliyordu. Okul sorunu da yoktu! Sadece Üsküdar’da Aramis ve arkadaşlarının gidebileceği 4 Ermeni okulu bulunuyordu:
“Nersesyan Yermonyan okulu bizim Bağlarbaşı’ndaydı. Okula yürüyerek giderdik. Sonra nüfus azlığından kapandı. Ben o okulu bitirdim. Okulun bir ana sınıfı vardı. Önce iki yıl oraya gidiyorduk. İlkokul 3. sınıftan itibaren Fransızca öğretiliyordu. O yıllarda bu yabancı dil eğitiminden çok sıkılıyordum. Çocuklar bahçede top oynarken ben öğretmenler odasında Fransızca ödevimi yapmak zorunda kalırdım. Bugün Fransızca konuşan biriysem o okul sayesindedir. Yıllar sonra liseyi dışarıdan bitirip üniversite sınavlarına girdim, hiç çalışmadan Marmara Üniversitesi Fransız Dili Edebiyatı Bölümü’nü kazandım!”
Aramis’i futbol oynadığı yıllardaki gibi röportaj yaparken de yakalamak kolay değil. İlkokulu anlatırken tek adımda üniversiteye sıçrıyor. Oysa daha sırada ortaokul var. Lise var. Ama onu okul sıralarında da zapt etmek bir hayli zor:
“Ortaokul için Kadıköy’e geldik. Aramyan Uncuyan. Yani iki hayırseverin soyadı… Birinin soyadı Aramyan birinin soyadı Uncuyan. Zaten başka seçenek yoktu, ortaokul bir tek orada vardı. Bütün Üsküdar’daki çocuklar da oraya giderdi yani. Otobüs saatimize uyduğu için. Ben kötü öğrenciydim ama iyi futbolcuydum. Bunun tersi de doğrudur. İyi futbolcu olduğum için kötü öğrenciydim! Bir de sinemadan ve futboldan artakalan zamanlarda okula gidermişiz. Şimdi yıllar sonra bunu daha iyi görüyorum. Çocukluk işte… Bizim de pek hatamız yok aslında, sinemalar da çoktu o yıllarda. Kadıköy’de Reks, Süreyya, Opera, Efes, Feza, As, Kafkas, Ocak ve Kadıköy sinemaları vardı. İlk matine olan 11.00 yüzde elli indirimliydi. Ama şöyle bir şey de vardı. Çalışırsam yapabiliyordum. Hatta bir sene dokuz kırık getirmiştim. İkinci dönem direkt geçmiştim, hiç kırık mırık yok. Öyle bir asılmıştım yani!”
KAPALIÇARŞI KUYUMCUSU
Aramis Kalay’ın ortaokuldaki bu müthiş finalinden sonra peşinden süper bir lise öğrenciliği gelemiyor! O, ustalık seviyesine erişmek üzere olan kuyumcular arasına giriyor. Benim yakından tanıyıp dost olduğum birçok Ermeni arkadaşım gibi Aramis de hayata “altın bilezikle” adım atıyor (Babıali’nin en ünlü foto muhabirleri arasında yer alan Garbis Özatay aynı zamanda usta bir kuyumcudur. Müzisyen Hayko Küçükkeçeciyan gündüzleri buzdolabı ve çamaşır makinalarını fabrikadan çıktıkları hâle getirir, geceleriyse akordeonuyla İstanbul tavernalarını âdeta uçurur.). Aramis de daha ilkokul yıllarından itibaren Kapalıçarşı’da kuyumcu çırağı olarak çalışma hayatına başlıyor. Ortaokulu bitirince de kuyumculuk, okula galip geliyor:
“Ortaokul bitince liseye değil Kapalıçarşı’ya gittim. Zaten ilkokuldan itibaren artan bir meslek kıdemim vardı. Kapalıçarşı’nın Tavuk Pazarı Kapısı’nda Çongar Han’daydı iş yerim. Ustam Agop Bora’ydı. Haftalığım da 15 liraydı. Bu haftalıkla mahallede sükse yapıyordum. Çok iyi para kazandığımı söylüyordu etraftakiler.
Kapalıçarşı’nın ışığı günün her saatinde ayrı güzeldir. Benim çalıştığım saatlerde güneşin hareketine göre insanların gölgeleri düşerdi yollara, duvarlara… Bu hareketler çok ilgimi çekerdi. Ustam bazen ‘Dışarıya bakma, işine bak!’ diye beni uyarırdı. O zamanlar fotoğraf makinem falan yoktu. Ama hanın pencerelerini vizör gibi görüyordum. Fotoğraf beni çağırıyormuş diye düşündüm sonraki yıllarda!”
FOTOĞRAFA ALAYLI GİRİŞ
Söz buraya varınca artık bir röportajcı için “sazı eline alma” vaktidir. Aramis o kadar tatlı anlatıyor ki bıraksam fotoğrafa sıra gelmeyecek. Onun için “Hadi bakalım, fotoğrafa giriş yapalım artık” dedim. Kuyumcu ustası nasıl dünyaca tanınır bir fotoğraf ustası hâline geldi? İlk makineni nasıl aldın? İlk fotoğrafı nerede çektin? Seni fotoğrafa yönlendiren bir rol modelin var mıydı? Ve bunun gibi bir dolu soru kafamda birikmişti. Gerçekten de onu az tanıyıp çok seven bir dostu olarak da bunları merak ediyordum. Sözünü kesmeden dinleyecektim. Aramis Kalay her zamanki gibi kendisini hiç “cilalamadan” anlatmaya başlıyor:
“Rol model amcamın oğlunda bir makine vardı. O çekiyordu ben de uzaktan izliyordum. Eve her gün Hürriyet gazetesi giriyordu. Benim bütün merakım fotoğrafları kim çekmiş onlara bakmak. Yani fotoğrafın kenarındaki imzaya dikkat ederdim ve hayal kurardım. Bir gün bir gazetede bir dergide fotoğrafın altında Aramis Kalay yazacak mı? Sonra ortaokula geçtiğim zaman bana verilen harçlıkları biriktirip plastik, böyle 6 x 6 formatında çeken çok ucuz bir makine aldım. Başladım fotoğraf çekmeye onunla. Tabii hepsi siyah beyaz fotoğraflar… Çektiğim karelerin içinde bir arkadaşım olsun istiyorum. Neden? Çünkü film çok pahalı… Bir arkadaşım olursa filmi banyo ettirip bastırırım, ona satarım yeni bir film alırım. Bu çok işe yaradı. Hâlen hepsi söyler sen olmasaydın bizim gençlik ve çocukluk fotoğrafımız olmayacaktı diye. Sürekli bir yerlere gidiyoruz, ben de her yerde fotoğraf çekiyordum. Merakım böyle başladı. Aksoy Foto vardı. Kemal Aksoy rahmetli o merakımı bildiği için bazen karanlık odada bir şeyler gösterirdi bana. Nasıl çekeceğime dair kısa bilgiler verirdi. İşte güneşi arkana al bilmem ne yap. ‘Makine sürekli olarak kılıfının içinde dursun’ derdi.”
KONUŞAN FOTOĞRAFLAR
Her fotoğrafçıya “Profesyonel alana nasıl geçtin?” diye sorulur ama okuduğunuz gibi Aramis daha yolun başında hafif tertip profesyonel olmuş bile. Bu elbette yoksunluktan gelen bir profesyonellik. Film pahalı, herkeste de makine yok ama herkesin fotoğraf çektirme arzusu var. O zaman ver parayı al fotoğrafı. Aramis’in vizör gözü giderek gelişiyor. Haber değeri taşıyan, konuşan fotoğraflar çekiyor. O kadar ki onun çektikleri Milliyet’te Hasan Pulur’un “Olaylar ve İnsanlar” köşesinde yer bulabiliyor. Bu kadarla da kalmıyor Hasan Pulur ağabeyimiz, Aramis’in çektiği sandalye üzerine koydukları basketbol potasına karşı maç yapan çocuklar üzerine bütün sütunu dolduran bir yazı kaleme alıyor. Aramis artık büyük gazetelerin sayfalarında yer bulmaya başlayan imza sahibi bir deklanşör oluyor. Sonra Üsküdar’da yan yana bulunan iki balıkçı... Dükkânlardan birinin adı “Bizim Balıkçı” diğerininkiyse “Sizin Balıkçı”dır. 1970’lerin sonlarına doğru sağ-sol ayrımının boyutları bu kareyle daha da net ortaya çıkıyor. Sadece Milliyet ile sınırlı kalmıyor, Hürriyet’e, Güneş’e de fotoğraflar veriyor. Ay sonlarında da gidip telif ücretlerini alıyor. Haftada üç dört fotoğrafı yayınlanan bir fotoğrafçı hâline geliyor.
Haftada üç dört fotoğraf ile karın doyar mı? Aramis Kalay fotoğraf çekme işinden hoşnut ama öte yanda kazanması gereken bir hayat var. O yüzden Kapalıçarşı’yı tamamen terk etmesi mümkün değil:
“Gömlek işinde çalışıyordum. Sevdiğim bir iş değildi. Toptan gömlek üretip satıyorduk. 1975 ila 1987 yılları arasında bu işte devam ettim. Her gün ‘Benim burada ne işim var?’ diye kendime soruyordum. Çünkü fotoğrafla çok yoğun uğraşıyordum. Sanatsal fotoğraflar yapmaya başlamıştım. Birtakım ödüller alıyorduk işte, başlangıçta katılıyordum fotoğraf yarışmalarına falan. İş beni rahatsız ediyordu. Hatta ilk sergi için Paris’e giderken…”
İLK SERGİ PARİS’TE
Burada dayanamayıp sözünü kesiyorum Aramis’in. İlk kişisel sergi yurt dışında, üstelik dünyanın sanat merkezi olarak kabul edilen Paris’te! Aramis Kalay bu koskoca olayı, bir gömlekçi diyaloğuna kurban edip gidecek. En baştan anlatmasını istiyorum, tane tane… O da anlatıyor:
“Benim ilk kişisel sergim olan ‘Gölgeler’ 1987 Eylül’ünde Paris Byzance Galeri’de açıldı. 29 fotoğrafım üç hafta süreyle sergilendi. Benimle röportajlar yapıldı. Gazetelerde haberlerim, sergimle ilgili değerlendirme yazıları falan yayımlandı. O sergi nedeniyle Paris’e gidiyordum. İşte o sırada patrona ‘Ben döndüğümde artık seninle çalışmayacağım’ dedim. Bana ortaklık teklif etti. Tabii ki kabul etmedim. Neyse, Fransa’dan o sergiden sonra döndüm. Patron ‘Seni Güneş gazetesinden arayıp duruyorlar’ dedi. Giderken Güneş gazetesi ‘Çalışan İnsan’ konulu bir fotoğraf yarışması düzenlemişti. Oraya da bir iki fotoğraf vermiştim. Meğer benim fotoğraf birinci olmuş. Ödül töreni yapacaklar. Beni arıyorlar tabii sabit telefonla… Gittim o törene, kimler yoktu ki?
Hasan Pulur, İsa Çelik, Ara Güler, Orhan Duru, Tufan Türenç, Yekta Okur hepsi oradaydı. Yekta Bey ‘Bizimle çalışır mısın?’ diye sorunca hemen kabul ettim. Ben zaten öyle bir şey arıyorum. Sonra Güneş’ten de teklif alınca biz de sanat yapıyoruz ya ben de zannettim ki sanat servisinin fotoğrafçısı olacağım. Neredeee… İstihbarat servisinde foto muhabiri oldum. Başbakan Turgut Özal’ın, Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in peşinden koş babam koş!”
Sonradan onun klasik bir haberci olmadığı basın yayın camiasında anlaşılabiliyor da dergilerin, yayınevlerinin fotoğraf yönetmeni gibi liyakatine uygun makamları ona açıyorlar.
Aramis Kalay’ın koşusu bugün de sürüyor. Ama onun koştuğu yönü ancak deklanşörüne bastıktan sonra görebilmek mümkün olabiliyor. Her röportajın son sözü konuğundur. Bunu hatırlattığımda, Aramis Kalay sadece mesleğini değil hayatını da açıklıyor:
“Işığın peşinde koşuyorum işte!”
“BAŞIMIN BELASI ARAMİS!”
Ara Güler sadece Türkiye’de değil dünyada da fotoğraf denildiğinde akla gelen isimlerin başında yer alır. İster Ara Güler’in takipçisi olsunlar ister farklı bir kulvara yönelsinler bütün fotoğrafçılar ona saygı duyar. Aramis Kalay da öyle. Ara Güler ile yapılan bütün röportajları not alarak okuyan Aramis hep onunla baş başa kalarak bir söyleşi yapmanın hayalini kurar. O gün sonunda gelir. Başında Ömer Madra’nın bulunduğu Mimarlık dergisi “profil” konuğu olarak Ara Güler’i seçer. Peki, kim konuşacak Ara Usta’yla? Bu görev Aramis Kalay’a verilir. Röportaj günü Aramis çantasında sorularıyla Galatasaray’daki ofisine gidip sabahtan akşama kadar konuşur. Ara Güler’e aklındaki bütün soruları sorar, cevaplarını da alır. Fotoğraf camiası bu röportajla bir süre çalkalanır. Hakkında sayısız yazı yayımlanır. Ara Güler’i tanıyanlar bilir, lafını esirgemez, içinden geçenleri sansürsüz-frensiz söyler. O röportajda da farklı davranmaz ama dergi yayımlandıktan sonra gelen tepkilerden de “hoşnut” olmaz. Onda da hafif bir izi kalır. Aramis ile her karşılaştığında onu şöyle takdim eder:
“Bu adam var ya, benimle bir röportaj yaptı, canıma okudu!”
Aramis’e böyle övgüler (!) düzdüğü bir kokteylde Ara Güler’in muhatabının Fransız Büyükelçisi olması da ilave hoşluk olarak anılarda yerini alır.
O zaman Ara Güler’in ne dediğini de Aramis anlatsın artık:
“Reklam fotoğrafçıları için ‘Reklam fotoğrafı; fotoğrafın virüsüdür, mikrobudur!’ gibi bir şey demişti.”
Eh bu da yenilir yutulur gibi değilmiş. Bundan sonra Ara Güler kitaplarını imzalarken Kalay’ı ayrı bir yere koyar:
“Başımın belası Aramis Kalay’a!”
OKUL YARASI!
Aramis Kalay’ın okuduğu Bağlarbaşı Nersesyan Yermonyan İlkokulu’nun nüfusu, azalan gayrimüslimlerin sessizce yaşadıkları bir drama da tanıklık ediyor. Okul öğrenci azlığından 2000 yılında kapanıyor. Bir süre dizi-film setlerine kiralık olarak veriliyor. Ermenice-Türkçe yayımlanan Agos gazetesinde 2015 yılında çıkan habere göre okul Üsküdar Belediyesi’ne kiralanıyor.
Kalay ilerleyen yıllarda usta bir fotoğrafçı olduğunda Ermeni okulları üzerine çalışma yapıyor. Hâliyle kendi okuluna da gidiyor. O sırada görüp yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Biraz önce okulumu anlatırken ‘Acı hatırası var’ dediğim şey şöyle oldu. Benim bir projem vardı. Epeyce çalıştım o proje üzerine… Bunu da kayıtlara geçsin diye söyleyeyim. Terk edilen, artık kimsenin yaşamadığı okullarla ilgili proje yapmak istiyordum. Fotoğraflarını çekip belge olsun diye... İki üç gün orada çalıştım. Çok kötü her şey böyle… (Hatta Agos’ta da dört fotoğraftan oluşan eski hâlini gösteren bir çerçeve içinde fotoğrafım var. Orada şu anda.) Hâlen ablam aynı yerde okulun arka sokağında oturuyor. Benim okulun kapısında ‘Ensar Vakfı Kız Öğrenci Yurdu’ yazıyor kocaman bir tabela üzerinde…”