İstanbul, dünyanın en güzel şehirlerinden biri, belki de en güzeli. Dünyadaki en eski şehirlerden biri olan İstanbul aynı zamanda bir imparatorluklar başkenti. Roma İmparatorluğu ardından Bizans İmparatorluğu sonrasında Latin İmparatorluğu görkemli kent İstanbul’u başkent olarak konumlandırmış. Bölgeye yeniden hâkim olan Bizans İmparatorluğu İstanbul’a geçmişte olduğu gibi yeniden başkentlik tacını giydirmiş. Sonrası malum… İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed büyük değişimlerin de temelini atmış olur. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, İstanbul yepyeni bir kaderi yaşamaya başlayacaktır. 1453 yılından Cumhuriyet’in doğuşuna, ta 1922 yılına kadar hayatını başkent olarak sürdürecektir.
Şehirde farklı iş kolları gelişmiş, ilerlemiş, farklı ihtiyaçlara göre yeniden şekillenmiş. Geçenlerde İstanbul Ticaret Odası’nın bir araştırmasını okuduğumda çok ilginç bulgularla karşılaştım. Araştırmanın sonuçlarına göre Türkiye’de üretilen her 100 liralık millî gelirin 30 lirası İstanbul’da oluşuyor, her 100 dolarlık dış ticaretin 49 dolarını İstanbullu firmalar yapıyor, her 100 sigortalı çalışanın 24’ü İstanbul’da istihdam ediliyor. İTO, araştırmasında 2022’de İstanbul’un Türkiye ekonomisindeki payını yüzdelik oranlar hâlinde incelemiş. Ortaya çıkan rakamlar gerçekten son derece çarpıcı. İstanbul’un tek başına 68 şehrin toplamından daha fazla millî gelir ürettiğini biliyor muydunuz? İstanbul ekonomisi, bugüne kadar belli olan verilerle, toplam vergi gelirlerinin yüzde 48,2’sini, toplam dış ticaretin yüzde 48,7’sini üretmiş durumda. Muazzam bir performanstan bahsediyoruz. Yani tek başına bir ülke gibi âdeta.
Yabancılara konut satışlarının %40’a yakını İstanbul’da gerçekleşmiş dersem sanırım şaşırmazsınız. Yine yabancı sermayeli şirketlerin %62’sinin adresi de İstanbul olmuş. İstanbul’la ilgili araştırmadan not aldığım çok çarpıcı birkaç rakam daha vereyim size. Türkiye 100 kişi olsaydı, 19 kişi İstanbul’da yaşıyor olurmuş. Bunun üzerine bir de Türkiye’ye gelen 100 yabancı turistten 35’inin İstanbul’u tercih ettiğini düşünün. Kalabalığın, karmaşanın, trafiğin nedenini bir nebze de olsa kavrama şansımız olabilir belki.
Üretkenliğe bakın ki her 100 dolarlık dış ticaretin 49 dolarını İstanbullu firmalar yapıyor. İş dünyasının ödediği 100 liralık vergi gelirinin 48 lirası da İstanbul’da tahsil ediliyor. Türkiye’deki her 100 kurumlar vergisi mükellefinin 38’i İstanbul’da bulunuyorsa ‘devletin hazinesini bu şehir dolduruyor’ demek herhâlde abartılı bir ifade olmaz. Her 100 sigortalı çalışanın 24’ü İstanbul’da istihdam edildiğine göre işgücü piyasası içinde de en gözde şehir burası.
İstanbul’u tanımlayan en güzel ifadelerden biri de girişimci dostu bir şehir olması. Daha önce denenmemiş, çarpıcı bir fikir bulduysan o fikrin gelişmesi için yeteri kadar enerjin ve tabii sabrın varsa İstanbul başarının anahtarlarını içinde barındıran yer. Hani Frank Sinatra şarkısında der ya “Eğer New York’ta tutunmayı başarırsan dünyanın her yerinde başarabilirsin” diye, ben de diyorum ki İstanbul’un sunduğu fırsatları gözlemlemeyi başarırsan dünyanın her yerinde keyif çatarsın. 100 liralık banka kredisinin 40’ı İstanbul’da kullanılmışsa bu şehir girişimciler için sıçrama tahtası demektir.
Biz Türkler yastık altını severiz. Kara gün için tasarruf yapmayı ihmal etmeyiz. Biriktirdiğimiz her 100 liralık mevduatın 41 lirası bankaların İstanbul şubelerinde bulunuyorsa vardır bir hikmeti. Her 100 şirketten 41’i İstanbul’da kurulduysa şehrin ekonomisinin devasa büyüklüğünü anlamak çok kolaylaşıyor.
İstanbul öyle bir diyar ki 85 milyar dolarla Türkiye’nin ihracatının yaklaşık %50’sini gerçekleştiriyor. 121 milyar dolarla yine ithalatın yarısı İstanbul’da. İstanbul’u tek başına yine bir ülke gibi düşünürsek, dünyada en çok ihracat yapan ilk 40 ülke arasında olduğunu görürüz. İthalatta da dünyanın en büyük ilk 40 ithalatçısından biri. Gayrisafi yurt içi hasılada da İstanbul Türkiye’nin ağırlık merkezi. 2017 yılından itibaren bu şehir 250 milyar bandını da geçti ve 266 milyar dolar gayrisafi yurt içi hasılayla, ülkemiz GSYH’sinin yüzde 30’dan fazlasını karşılıyor. Bu değerle tam 151 ülkeyi geride bırakıyoruz.
TÜİK’in açıkladığı son verilere de baktım. İl düzeyinde cari fiyatlarla GSYH hesaplamalarına göre 2021 yılında İstanbul’un 2 trilyon 202 milyar 156 milyon TL ile en yüksek GSYH’ye ulaştığı ve toplam GSYH’den %30,4 pay aldığı anlaşılıyor. Yine nefes kesici bir başarı öyküsü.
Peki bu başarıya nasıl ulaştı İstanbul? Geçmişe uzanıp hikâyenin aşamalarına bakmakta fayda var. Geçmişin izlerini doğru analiz etmeden bugünü anlamamız ve geleceği doğru vizyonla kurgulamamız mümkün değil.
Türk iktisat tarihi çalışırken dikkatimi çeken en önemli şey her dönemin farklı kriterlere göre farklı sınıflandırmalara ayrılması. Karşılaştırma yaparken her zaman aynı değerlerle ya da benzer sandığımız kriterlerle bir kıyaslama her zaman mümkün olmayabiliyor. İstanbul eksenli bakıldığında, Cumhuriyetimizin kuruluşundan II. Dünya Savaşı sonuna kadar olan dönemi kıyaslamaya çalışayım.
Dönemler arasındaki geçişler, şartlar ve kriterler o kadar keskin değişimler gösteriyor ki stabil giden hemen hemen hiçbir şey olmayınca sağlıklı karşılaştırma için çok dikkatli inceleme yapmak gerekiyor. Şimdi odak noktamızı 20. yüzyılın ilk yarısı olarak belirleyelim. Bu tarihlerde hem iki dünya savaşı sırasında hem de iki savaş arası dönemde İstanbul için hayatın hiç kolay geçmediğini tahmin etmek zor değil.

Hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkmak üzere 16 Mayıs 1919 tarihinde vapurla İstanbul’dan ayrıldıktan sonra tarihin akışı değişiyor. Çoğumuzun belki de pek bilmediği şey, 1 Temmuz 1927 tarihine kadar yani sekiz yılı aşkın bir süre ulu önderin çok sevdiği İstanbul’a hiç gelmemiş olması. Bu sekiz yıllık dönemin ilk yıllarında Millî Mücadele nedeniyle belki de seyahat imkânı olmadı veya olduysa bile güvenlik nedeniyle ertelenmiş olabilir. Bana kalırsa Cumhuriyet’in ilanından sonra da yaklaşık dört yıl boyunca Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in İstanbul’a gelmemiş olması, olanaksızlıklarla açıklanabilecek bir şey değil. Hatta bu dönemde, 12 Eylül 1924 günü, Mudanya-Trabzon seyahati sırasında Boğaz’dan transit geçerken bile İstanbul’da durmamış olması, birçok kaynakta İstanbul’un cezalandırılması şeklinde yorumlanmış.
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ekonomi politikası tercihlerine baktığımızda, bu teoriyi destekleyen farklı örnekler karşımıza çıkıyor. Takvimler 1 Temmuz 1927 tarihini gösterdiğinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal yıllar sonra İstanbul’a döner. 1 Temmuz 1927 tarihi aynı zamanda birinci emisyon banknotların 500 TL ve 1.000 TL’lik kupürlerin de tedavüle çıktığı gün. Bu emisyon meselesini biraz açayım ki okurlarımız kafa karışıklığına uğrayıp bu makaleyi terk etmesin. Ne de olsa İstanbul için yazmak bir ayrıcalık. Mutlaka devamını isterim. Efendim şöyle izah edeyim: Birinci emisyon, üzerinde hem Fransızca hem de Arap alfabesiyle yazılmış, Türkçe metinlerin basılı olduğu son emisyondur. Banknotların ön yüzünde Mustafa Kemal Atatürk portresi yer alır. Buraya kadar her şey normal.
Burada şaşırtıcı olan, Türkiye’nin birinci emisyon banknotları üzerinde İstanbul’a ilişkin hiçbir ibarenin bulunmaması. İstanbul’un ülke ekonomisindeki ağırlığı da siyasi, tarihî, coğrafi nitelikleri de öyle göz ardı edilebilecek seviyede değil ki önemsenmesin. Gel gör ki ilk emisyon banknotlarda, bazı coğrafi gravürler birkaç kez tekrar edilmesine rağmen İstanbul’a ilişkin hiçbir ize rastlamıyoruz. Demek ki yeni hükûmet İstanbul’un karşısına yeni bir güç merkezi şehir koymak istedi. Bu da Cumhuriyet’in başkenti Ankara’dan başkası olamazdı.
Bir kentin ekonomik gücünü en iyi neyle ölçeriz? Tabii ki nüfus gelişimiyle. Türkiye’nin 1927 yılında yapılan ilk genel nüfus sayımına göre İstanbul’un nüfusu 699.769, Ankara’nınki 74.000 kişi olarak kayıtlara geçmiş. 1935 nüfus sayımında İstanbul’un nüfusu 739.171’e çıkarken Ankara’nın merkez nüfusu 123.000’e yükselmiş. Yani sekiz yıl içinde Ankara’nın nüfusu %66 oranında yükselirken İstanbul’un nüfusu sadece %5 artmış. Cumhuriyet kurulduğu sırada İstanbul on kat büyükken yaklaşık on beş yıl içinde bu oran yarı yarıya düşmüş.
Unutulmaması gerekir ki İstanbul, 1927 genel nüfus sayımına göre nüfusu 100.000’in üstünde olan iki şehirden biri. Ülke nüfusunun büyük kısmı köylerde yaşıyor. İstanbul bu dönemde ülkedeki en büyük şehir ama Cumhuriyet sonrası en büyük nüfus ve ekonomik güç kaybını da yine İstanbul yaşıyor. İstanbul’un 1907 yılındaki nüfusuna ancak 1950’lerde tekrar ulaşabilmesi ve 1927’ye kadar nüfusunun azalmış olması, ekonomisinin bu dönemdeki canlılığı hakkında fikir veriyor.
Kuruluş dönemi kalkınma ve sanayileşme çabalarının en ilginç özelliği bence İstanbul’un ikinci planda kalması. Erken dönemde planlanan 11 büyük sanayi işletmesinin büyük kısmı İstanbul dışında. Bunun tek istisnası Paşabahçe Cam Fabrikası. Bir de mevcut Bakırköy Mensucat Fabrikası. O dönem yatırımların İstanbul dışına yapılmasının bir açıklaması, ülkeyi topyekûn kalkındırmak hedefi olabilir.

Osmanlı döneminde imtiyazlı faaliyet gösteren şirketlerin çoğu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da ekonominin bel kemiğini oluşturduğu için varlığını sürdürmeye devam etmiş. Mesela İstanbul-Seydiköy Gaz ve Elektrik Şirketi Belçika sermayeli, İzmir Telefon Şirketi İsveç, İzmir Elektrik ve Tramvay Şirketi Belçika, Zingal Ormancılık Şirketi Belçika, Güney Anadolu Manganez Madencilik Şirketi Alman sermayeli. Yabancı sermaye İstanbul için birbiriyle yarışıyor. Hatta bazı yabancı şirketlerin hiçbir imtiyaz almadan yatırım yapmaları çok etkileyici bir durum. Bu tür yatırımların en önemli örneklerinden bazıları, İstanbul’da Nestle’nin çikolata fabrikası, HMV ve Columbia’nın plak, bazı kimya fabrikaları sayılabilir. Bu dönemde İstanbul’un kamunun gözdesi olduğu söylenemez. Bunu şehirdeki kamu yatırımlarının azlığından anlayabiliyoruz. Hatta İstanbul’daki inşaat şirketlerinin çoğu kamulaştırılmış. Bunların hangi şirketler olduğunu okuyunca şaşıracaksınız: 1937 tarihinde satın alınan Kadıköy Su Şirketi, 1938’de satın alınan İstanbul Elektrik Şirketi, 1939’da satın alınan İstanbul Tramvay Şirketi ve 1939’da satın alınan Tünel Şirketi örnek verilebilir.
İzmir İktisat Kongresi Türk ekonomi tarihinin en önemli kilometre taşlarından biridir. Bu kongrede ülkenin ekonomik ve ticari yol haritasının temel hatları ortaya çıkmıştır. Bu temeller belirlenirken İstanbul’un potansiyeli vurgulanmış, hatta yabancı sermayeye olumlu bakış için görüş bildirilmiştir. Görülür ki 1930’lara kadar kurulan şirketlerde Türk ekonomisinde İstanbul’un ağırlığı fazla olduğu gibi yabancı sermaye varlığı da İstanbul’un gücünü pekiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkar. Öğrendiğim önemli bir bilgiyi paylaşayım sizlerle. 1920-1930 yılları arasında Türkiye’de 201 anonim şirket kurulmuş. Bu şirketlerin 119’unun kuruluş yeri İstanbul. Yani 10 yılda kurulan şirketlerin %60’ının tercihi İstanbul’dan yana olmuş. Şehirde kurulan şirketlerin %57’sinin –bu da toplamın yüzde %20’sine tekabül ediyor– kurucu, hissedar veya yönetim kurulu incelendiğinde yabancı olduğu görülür. Şirket sermayelerine bakıldığında bu oranlar daha da yükseliyor.
1929 BUHRANI VE İSTANBUL EKONOMİSİ
Ekonominin temel dinamiklerini darmadağın eden en kritik yıllara götürmek istiyorum sizi. Büyük Buhran öncesinde 1927 ve 1928 yılları. Bütün ülkeyi kuşatan kuraklık nedeniyle tarım üretimi çok büyük ölçüde gerilemiş, öte taraftan ürün fiyatlarının çok düşmesi sıkıntıların iyice derinleşmesine neden olmuş. O tarihlerde ticareti temel hatlarıyla çok büyük ölçüde tarımsal üretim ve tarımsal ürün ihracatına dayanan Türkiye’nin ödemeler dengesi üretim düşünce doğal olarak hızla bozulmuş. Ekonomi yönetimi olağanüstü koşullarda olağanüstü kararlar almak zorunda kalmış.
1929 Buhranı’nın yarattığı koşullar, muhtemelen II. Dünya Savaşı sonuna kadar devam ettiğinden ekonomi yönetimi korumacı ve devletçi politikaları hemen uygulamaya başlamış. Buhran öylesine büyük yaralar açmış ki ekonominin toparlanması ancak uzun zaman sonra mümkün olabilmiş. Buhranın daha yaraları tam olarak sarılamadan gelen II. Dünya Savaşı işleri daha da zorlaştırmış. Bu zor zamanlarda büsbütün biriken ekonomik sorunların çözülmesi tahmin edileceği gibi pratikte pek mümkün değil. Mümkün olmadığı gibi sorunların üzerine yenilerinin eklenmesine savaş koşullarında engel olunamıyor. Yani savaşın sona erdiği yıllara kadar İstanbul’un durumunun ve Ankara’ya karşı geri planda bekleyişinin çok değişmediğini söyleyebiliriz.

II. Dünya Savaşı’nı derinden hisseden yer, İstanbul’du. Neredeyse bütün temel ihtiyaç malzemelerine kısıtlama gelmişti. Un, yağ gibi birçok gıda maddesinde karne uygulaması İstanbul’da başlatıldı. Büyükşehirlerde derinden hissedilen bu kısıtlamalar Anadolu’da kayda değer bir sıkıntı yaratmıyordu. Kendi geçimini sağlayabilen küçük yerleşim yerlerindeki köylü halk karne uygulamasından habersizdi.
Kısıtlama uygulamaları köyler için geçerli değilken İstanbul’da hamamlarda su israfı olduğu gerekçesiyle “en fazla 1 saat” sınırı bile getirilmişti. Şehir iliklerine kadar ekonomik krizi yaşıyordu. Üzerine bir de maaşların ödenememesi ya da geç ödenmesi gibi sorunlar eklenince kriz iyiden iyiye derinleşti.
1930’lu yıllar İstanbul’un tarihinde hiç görmediği kadar büyük sıkıntıları dalga dalga getiriyordu. Lozan Antlaşması hükümleri gereği gümrük vergilerinin artırılması gibi bir çare mümkün değildi. Halbuki devletin ana gelir kaynağı bu vergiler olabilir, ekonomik krizin ağır etkileri bir nebze de olsa bertaraf edilebilirdi. 1929 yılına kadar devlet gümrük vergilerinde tek kuruş artışa gidemedi. Bu yıldan sonra konjonktür daha da ağır koşulları beraberinde getirdi, Büyük Buhran’ın ekonomi üzerinde yarattığı baskı nedeniyle dış ticarette kambiyo kontrolleri ön plana çıkmaya başladı. Yani 1930’lu yıllar İstanbul’un gücünü kaybettiği yıllar olarak tarihe geçiyordu.
II. Dünya Savaşı sırasında gelen Varlık Vergisi uygulaması toplumsal travmayı daha da derinleştiriyor ve şehrin güç kaybını iyiden iyiye hızlandırıyordu. Varlık Vergisi uygulaması yüzünden sadece mülkiyet ve para el değiştirmedi, aynı zamanda ticarette kurumsallaşan “İstanbul tecrübesi” de yerle yeksan oluyordu. Üzerine bir de itibar kaybını eklerseniz, şehrin perişan hâli gözümüzde biraz daha net canlanabilir. Ülke güçten düştükçe, yoksulluk İstanbul’da bile dalga dalga yayıldıkça popülist politikalar da kaçınılmaz olarak devreye girmeye başlayacaktı. Tarihe adını “6-7 Eylül Olayları” diye yazdıran, sermaye düşmanlığı diye tarif edebileceğimiz siyasi tepkiler de İstanbul ekonomisi için büyük yıkımları büsbütün pekiştiriyordu. İstanbul ekonomisini elinde tutan azınlıklar için doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, çalıştığı, ticaret yaptığı, zanaat ürettiği İstanbul’a veda zamanı yaklaşıyordu. Tarihimizin en acı dönemlerinden biri bu bahsettiğim, yoksulluk, ayrılık, keder, gözyaşı dönemi. Savaşın ve buhranın yarattığı dramatik, vahim tablo bu.
II. Dünya Savaşı koşulları Cumhuriyet hükûmetlerinin devletçi politikalardan milim şaşmasını engelliyordu. Savaşın ardından bu katı devletçilik anlayışı biraz daha yumuşamaya mahkûmdu çünkü rekabet koşulları özel gerilimlerin de devletin yükünü hafifletmesi ihtiyacını zorunlu kılıyordu. Kaldı ki ülkeler savaştan sonra yepyeni ticari ve ekonomik uygulamaları birer birer hayata geçirmeye başlamıştı. Genç Cumhuriyet dünyanın gidişatının tersinde bir gelecek kurgulayamazdı. Ortaya karma ekonomi adını verebileceğimiz yepyeni bir model çıkmaya başladı. Yani ekonomide devletin tam hâkimiyeti politikası yavaş yavaş yumuşuyordu. Bir bakıma bu durum kaçınılmaz olarak da görülebilir. İstanbul’un yıldızı yeniden parlıyordu. II. Dünya savaşı sonrası 1947 yılında kurulan İstanbul Tüccar Derneği, 1922’de kurulan Millî Türk Ticaret Birliği’nin devamı niteliğindedir. İstanbul ekonomisini millîleştirmek ikisinin de amacıdır. Katı devletçi politikalara karşı duran bir anlayışı da 1940’lı yıllardaki hızlı değişen konjonktürle açıklayabiliriz. Sebep ne olursa olsun kesin olan şu ki ekonomi politikaları temelden değişiyor, yepyeni bir iktisadi anlayış doğuyordu. Bu anlayışın temel yapı taşlarından biri de İstanbul’da 1948’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’dir. Kongrede alınan kararlardan birinde özel girişimin temel alınması gereği vurgulanır. Bu şu açıdan önemlidir: Yeni anlayışa göre devlet ekonomide rehber rolü oynayacak ve sosyal adaletin sağlanması için görev yapacaktır. Devletçilik sona eriyor ve özel teşebbüsün önüne konulan engeller birer birer kalkıyordu. Savaş, ekonomik buhran ve baskı koşullarında tasarlanan ekonomik model biçim değiştirmeye, İstanbul yeniden merkez olmaya aday bir konuma yükselmeye başlamıştı.
İstanbul ekonomisi Osmanlı zamanında savaşlar nedeniyle çok fazla gerilemişti ve şimdi bu kan kaybını telafi etme zamanıydı. Ankara’nın yanında İstanbul’un gelişmesi bir hiçti. Hatta geri bile gittiği söylenebilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul nüfusunun sürekli azaldığını biliyoruz. Ekonomik hayatın canlılığını ölçen değerlerden biri de vergi ödemesidir. İstanbul o zamanlarda vergi gelirleri konusunda parlak bir performans sergilemekten uzaktı. Örneğin vergilendirme konusunda 1958’de Türkiye rekoru Bursa’ya aitti, İstanbul’a değil.
SONUÇ
İstanbul imparatorluk başkentiydi ve böyle görkemli bir tarihe sahip şehrin payitaht unvanını kaybetmesi kendi başına halk için de travmatik bir durum doğal olarak. Bu yetmezmiş gibi her geçen gün nüfusunun azalması ve homojenliğin artması İstanbul için iktisadi güç kaybı anlamındaydı. 1453 yılında Sultan Mehmed şehri fethettiğinde büyük bir nüfus hareketi başlattığını hatırlamalıyız. Örneğin, Aksaray’dan nakledilen nüfus, Van ve Bitlis’ten gelen bir grup Ermeni ile 15. yüzyılın sonunda İspanya ve Portekiz’den göç eden Yahudiler nüfusu patlatmış, İstanbul’un canlılığını artırmıştı. Benzer biçimde 20. yüzyılın ilk yarısında azınlıkların şehri terk etmesi de İstanbul’un ekonomik canlılığını yitirmesine neden oldu. Nüfus azaldıkça ekonomi de çeşitliliğinden çok şey kaybetti.
Cumhuriyet’in erken dönemlerinde İstanbul’un ekonomik gücünü gayrimüslümlerin elinde tuttuğunu biliyoruz. Bu İstanbul’a gayrimillî bir görüntü vermekten uzaksa da algısı her zaman toplum içinde böyle oldu. Sonuç olarak sebep ne olursa olsun İstanbul’un, iktisadi potansiyelinin yeterince değerlendirilmemesi sonucunu doğurduğu kesindir. Kaçınılmaz olarak yaşanan bocalama döneminin ardından İstanbul, ekonomik ağırlığını ne mutlu ki yeniden kazandı. Günümüzde ülke ekonomisinin yaklaşık yarısını tek başına oluşturan bir şehir İstanbul. 20. yüzyılın başlarında imparatorluk başkenti, 21. yüzyılda global ekonominin merkezlerinden biri olmaya aday.
İstanbul Türkiye ekonomisinin kalbi konumunda. Dünyadaki ekonomik hareketliliğin kavşak noktası. Türkiye’nin ihracatında açık ara farkla zirvede. Uluslararası bir ticaret merkezi. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nden (TİM) aldığım verilere göre İstanbullu şirketlerin dış satımı 7 milyar 576 milyon dolara yükselmiş. İstanbul’u, 1,3 milyar dolarla Kocaeli, 1,2 milyar dolarla Bursa izliyor. Aradaki farka bakar mısınız? Dahası, dünyanın 207 noktasına ürünlerini ulaştıran İstanbullu şirketlerin Türkiye’nin ihracatındaki payı bugün yüzde 40’ı geçiyor. Detaya baktığımızda İstanbul’un ihracatını sanayi sektörünün sırtladığını görüyoruz. İstanbul’dan geçen yıl en fazla dış satım yapan ilk 8 sektör sanayi grubu bünyesinde yer alıyor. Bu yılın ilk ayında 1,5 milyar dolarla kimyevi maddeler ve mamulleri başı çekti. Bu sektörü 1,2 milyar dolarla hazır giyim ve konfeksiyon takip etmiş. Boşuna demiyoruz ülke gibi şehir diye. İhracata da baktım. İstanbullu şirketler geçen yıl en fazla ihracatı 680 milyon dolarla Almanya’ya yaptı. Almanya’yı 422 milyon dolarla ABD, 395 milyon dolarla Rusya Federasyonu, 360 milyon dolarla Birleşik Krallık, 335 milyon dolarla İspanya takip etti.
TÜRKİYE’NİN EN YÜKSEK GELİRİ DE İSTANBUL’DA
Gayrisafi yurt içi hasıladan en yüksek payı yüzde 31 ile İstanbul alıyor.
GSYH’yi oluşturan faaliyetler incelendiğinde geçen yıl cari fiyatlarla GSYH’den en yüksek payı alan İstanbul, tarım sektörü ve diğer hizmet faaliyetleri hariç, tüm faaliyetlerde de ilk sırada yer aldı. Bilgi ve iletişim faaliyetleri toplamı içinde İstanbul’un aldığı pay %65,6, finans ve sigorta faaliyetleri toplamından aldığı pay %60,6, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri toplamından aldığı pay %45,7, hizmetler sektörü toplamından aldığı pay %41,9, inşaat sektörü toplamından aldığı pay %32,2 olarak gerçekleşti.
İstanbul, 2022 yılında hizmetler sektörü toplamından %42 pay almış. Bugün İstanbul yüzde 4 gibi bir rakamla 2022 Türkiye GSYH büyümesine en fazla katkı (%12) yapan il olarak gücünü bir kez daha ispat etti.