2024-2025 eğitim öğretim yılının ilk zili 9 Eylül’de çalacak. Öğrenciler heyecanlı fakat bir kısmını bu yıl karmaşık bir süreç bekliyor. Zira Millî Eğitim Bakanlığı (MEB), çok tartışılsa da eleştirilere, taleplere kulak tıkadığı yeni müfredatını, namıdiğer “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni, bu yıl okul öncesi, ilkokul 1, ortaokul 5 ve lise 9. sınıflarda uygulayarak kademeli bir geçişi başlatacak. MEB, yeni müfredatın nihai hedefini, “yetkin ve erdemli insanlar yetiştirmek” olarak açıklarken modelin, insanı “ruh ve bedenden oluşan bir varlık olarak göz önüne alan bütüncül bir eğitim anlayışı benimsediğini” vurguluyor. Tabii yine bir yerlerde şu meşhur “fıtrat”ı işin içine sokmayı ihmal etmeden: “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli, çok yönlü bir varoluşu gerçekleştirme çabasıdır. Bu model; insanın fıtri özelliklerini koruma ve geliştirmeyi, karakterini olgunlaştırmayı, şahsiyet bütünlüğünü oluşturmayı merkeze alarak insanın kendi yeteneklerini ve potansiyelini gerçekleştirmeyi ve toplum ile insan arasında akılcı ve ahlaki bir uyum oluşturmayı hedefler.”
Bilimsel gerçeklerden ya da bugünün dünyasından ziyade, “öteki dünya”yı akıllara getiren ruh vurgulu müfredatta hemen her derste “değerler”den bahsedilirken namuslu, -yıllardır “namus cinayeti” adı altında kadınların öldürüldüğü bir ülkede bazı kelimelerin nasıl da kanlı olduğunu unutmuş değiliz- aklıselim ve kalbiselim bireyler yetiştirilmesinden söz ediliyor.
Bu süslü sözcüklerin ardındaki somut verilere gelirsek; evrimin izlerinin tamamen silindiği, integral konusunun çıkarıldığı, kuantumun öğretilmemesi için öğretmenlere talimat verildiği, “millî ve dinî değerlere sahip çıkmak” adı altında bilimden uzak isimlerin düşüncelerinin öğrencilere aşılanacağı bir eğitim yılına hoş geldiniz! Üstelik yeni müfredatta eskisine nazaran %35 oranında “sadeleştirme” yapıldığı belirtilse de “ayıklananın” bilim, felsefe ve sanat dersleri olduğu görülüyor. Ayrıca MEB’in diğer icraatı da Öğretmen Akademileri’yle bu müfredatı itirazsız uygulayacak ve iktidara biat edecek öğretmenler yetiştirmek.
20 milyona yakın öğrenci ve aileleriyle öğretmenlerini de dâhil edersek 60 milyonu -tabii ülke geleceğine şekil verecek nesillerin yetiştirildiğini de düşününce tüm ülkeyiilgilendiren bir kararı; öğretmenlere, akademisyenlere, işin uzmanlarına danışmadan hayata geçiren MEB’in bu uygulamasına karşı KESK, Alevi Bektaşi Federasyonu, TMMOB, Veli-Der gibi birçok STK ve muhalefet partisinin kurduğu Müfredatı Geri Çekin Platformu, Danıştay’da dava açtı. Biz bu haberi hazırlarken henüz sonuç bekleniyordu ancak şu çok açık ki tartışmalar, eğitim yılının başlamasıyla göreceğimiz yeni müfredata göre hazırlanan ders kitaplarıyla daha da hararetlenecek. Peki, eğitimciler ne istiyor, talepleri ne, yeni eğitim yılında bizi neler bekliyor? Yanıtları, MEB’in aksine konunun uzmanlarından biz aldık, kim bilir belki bu sefer dinleyen bir “yetkili” çıkar umuduyla…
"Müfredat AKP’nin ‘makbul vatandaş’ inşası için son bir rötuş"
PROF. DR. FERHAT KENTEL, AKADEMİSYEN, YAZAR
Bu sefer biraz farklı ilerleyip size tek tek müfredatta nelerin değiştiğini, nelerin öğretileceğinin ya da öğretilmeyeceğinin bilgilerini vermeden, sondan başlayacağım. Bu müfredat sonrasında bizi nasıl bir nesil bekliyor, nasıl bir toplumsal dönüşüm hedefleniyor yani tehlike ne kadar büyük, onu iyi anlayalım diyerek sözü ilk olarak sosyoloji profesörü, yazar Prof. Dr. Ferhat Kentel’e vereceğim. ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimi sonrasında Ankara Üniversitesi’nde yüksek lisans ve Paris Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’de sosyoloji doktorasını yapan Kentel; Marmara, İstanbul Bilgi ve İstanbul Şehir üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Milletin Bölünmez Bütünlüğü: Demokratikleşme Sürecinde Parçalayan Milliyetçilik(ler); Ehlileşmemek, Düzleşmemek, Direnmek ve Yeni Bir Dil Yeni Bir Toplum gibi kitapları olan Kentel’e göre bu müfredat bitmeyen “ideal (makbul) vatandaş” inşa etme çabalarının tezahürü, AKP’nin toplumdaki muhafazakâr kesimlerin sırtını sıvazladığı, kendi otoriter yapısının devamını sağlayacağı son bir rötuş. Kentel çözümü ise bütün travmalara, cemaatleşmelere, kamplaşmalara karşı “birlikte yaşama”nın dilini yükseltmek için “sözü ele geçirmek”te görüyor.

Bu müfredat, 22 yıllık AKP Hükûmeti’nin yaratmaya çalıştığı vatandaş profili için nasıl bir role sahip?
İnsanlar bir devletin altında, bir toprak parçasının üzerinde yaşıyor diye, otomatik olarak o devlete bağlılık içselleşmiyor. Irkçı retoriklerin tersine, doğuştan Türk, Suudi Arap ya da Fransız olunmuyor. Evet, doğduğumuzda bir memleketin kâğıt üzerinde “vatandaşı” oluyoruz ama “bağlılık” özel olarak çalışılması gereken bir “iş”… Biraz din gibi… Müslüman bir aileye doğduğunuz için Müslüman olmuyorsunuz; “günaha girmemek” için namaz kılmanız, oruç tutmanız vs. lazım… Seküler milliyetçiliğin bir ürünü olarak ulus-devlet altında yaşamak da sürekli “inanılması” gereken bir aidiyetle hemhâl olmak demek. Başta okul ve eğitim olmak üzere, bütün sosyalizasyon araçlarıyla ulus-devlet her gün vatandaşlarının sadakatini sağlamak zorunda. Ancak toplumların beklentileri değişiyor, yeni aktörler, yeni talepler yükseliyor. Ulus-devlet, bunlara da uyum sağlamak zorunda. Belki biraz köşeli bir ifade ama şimdiki toplumda muhafazakârlık, bireycilik, zengin olmak gibi birtakım eğilimler yükseldiyse devletin yapacağı buna uyum sağlamaktır. Bunu yaparken ona “yeni rejim”, “yeni vatandaş” gibi soslar katabilir tabii… Ama en nihayetinde AKP’nin ele geçirmiş gibi göründüğü devlet altında bu müfredat esas olarak devletine bağlı vatandaş yetiştirmeyi amaçlıyor.
MEB’in müfredatla ilgili ortak metninde, maarif modelinin “çok yönlü bir varoluşu gerçekleştirme çabası” olduğu belirtiliyor; fıtri özellik, şahsiyet bütünlüğü, akılcı ve ahlaki uyumla birlikte. Kelimeler “çekici” ama bir müfredatın bunları yapabilmesi mümkün mü?
Öncelikle bu cümleler sadece bir “söylem” ya da “retorik…” Sözünü ettiğim “sırt sıvazlama” işinin bir parçası… Tanımlanmamış ama bir tür “büyülü” anlam yüklenmiş bir kelime olarak “fıtrat”ı muhafazakâr kesimlerde sık duyabiliyoruz. “Fıtrat”, insanın “tabiatı” diye tanımlanabilecek bir kavram ama köken olarak “yaradılış” anlamı da içeriyor ve bu anlamıyla bir “kimlik” ya da “aidiyet” sağlıyor. Ancak çok ayrıntıya girmeden yapıyor bunu, en azından şimdilik bu kimliğin “İslamcı” vurgusunu dile getirmemiş oluyor. Yani bu metinde kullanılması daha ziyade “mesaj kaygısı” taşıyor. Öte yandan metnin samimi olmadığını açık eden meselelerin başında da bu geliyor. Eğitime gelen bir çocuğun ya da gencin “bütünlüğü”, o ana kadar doğal, kültürel ve toplumsal düzeylerde biriktirdiği bütün zenginliklerdir. Yani anne-baba ve çevresiyle olan sevgi ilişkisi, ana dili, her türlü inancı, coğrafyası, kültürü ve kendi içindeki çoğulluğu onun “bütünlüğü”dür. Eğer “bütünlük” diyorsanız, bunlara saygı duymalısınız. Ancak raporun geneline sinen ideolojiden, devlete ve onun bir tür muhafazakâr versiyonuna sadakatten başka bir anlam çıkarmak mümkün görünmüyor.
Somut bilimsel gerçeklere dayanması gereken fen derslerinde bile sürekli bir ruh, erdem, kalbiselim, ahlak gibi söylemler var. Müfredattaki kavramları, dili nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Makbul vatandaş” inşası, insanları zaten birtakım değerlere inandırmakla mümkün olur. Yoksa “fen” dediğimiz “bilim” derslerinin Filipinler’de, Rusya’da ya da Uruguay’da temelde farklı olması gerekmez. Belki ülkenize göre en fazla Amazon’daki bitki örtüsünü, Moğolistan’daki stepleri incelemeye daha çok ünite ya da sosyoloji derslerinde yerel kültürlere, iç içe geçen dinselliklere, sınıfların yapısına, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, önyargılara daha fazla yer ayırırsınız ve bunu bilimsel ahlak çerçevesinde yaparsanız, ürettiğiniz bilgi dünyanın her yerinde kullanılır ama bütün derslere müfredatta yer alan ve daha ziyade “kimlik” mesajı veren bu tür “değerleri” yapıştırmaya soyunursanız, derdinizin ilimbilim değil, tipik bir endoktrinasyon olduğunu açık edersiniz.

Müfredatın her yerine sinen “Kimin ‘değerler’i, kim için öğretilmiş ‘değerler’?” sorusunu getiriyor...
Bu değerlerin içini kim ve nasıl dolduracak? Bu tamamen güç ilişkisine dayalı bir mesele... Her toplumda ağırlıklı olan değerler vardır ve bunlar toplumsal hareketlerin, aktörlerin verdiği yöne göre zamanla değişir. Zamanımızın AKP merkezli devletinin yapmaya çalıştığı gibi öncesindeki Kemalist devlet geleneği de bize çeşitli değerler vazediyordu. Zaman değişti, devlet içindeki güçler dengesi değişti; eskiden “çağdaşlık”, “Batılılık” vb. değerler söz konusuyken şimdikiler “fıtrat”, “din” gibi “değerleri” öne çıkarıyor. Ama her halükârda devlete sadakatten, milliyetçilikten, “millî değerler”den vazgeçilmiyor. Bu da devletin ve ulus-devletin “makbul vatandaş” takıntısının güçlü şekilde devam ettiğine dair epey bilgi veriyor.
Dediğiniz gibi “millî” ve “dinî” vurgusu tüm derslerde varken bir yandan da başkasının hakkına saygılı, adil nesiller yetiştirmekten bahsediliyor. Bu mümkün mü?
“Başkalarının haklarına saygı duyan, adil nesiller” gibi bir terminoloji, daha ziyade metindeki kimlik vurgusunu dengelemek ve muhaliflere cevap yetiştirmek için serpiştirilmiş “demokratik” jargon niteliği taşıyor. Muhtemelen raporu hazırlayan “bilim insanları”nın bazılarının, “Bunlar da olsa iyi olur” dediği ve “Nasıl olsa işin esası bizim elimizde” diyen son okumacıların vardıkları bir ortalama. Ama nihayetinde ideolojik bir metin söz konusu ve mesele tabii ki “adil nesiller” vs. yetiştirmek değil; düzene uyum sağlayacak, itiraz etmeyecek, hatta parti-devlet fikrine bağlılıkları militanca olacak nesiller yetiştirmenin teknolojisi hazırlanmaya çalışılıyor.
PISA 2022’ye göre, Türkiye’de neredeyse her 5 öğrenciden biri matematik, fen ve okumada en temel becerilere bile sahip değil. Okuduğunu anlamıyor, yorumlayamıyor. Üstelik her 5 öğrenciden biri okula aç gidiyor ve bu, başarıyı da etkiliyor. Yoksulluk ve eşitsizlik giderek derinleşirken eğitim hâlâ “kurtarıcı” olabilir mi?
Herhâlde imkânsız… Söylediğim gibi eğitimi insanı özgürleştiren, düşünmeye, araştırmaya yönlendiren bir içerik ve yöntemle planlamazsanız, yani sadece milliyetçi hamasetle, sadık kullar yaratmaya çalışırsanız, kendinden başka herkesi düşman belleyen, sürekli travmalarla boğuşan bir kitle yaratırsınız. Tabii ki PISA’dan da doğru dürüst sonuç alamazsınız. Çünkü ezbere dayalı, doktriner bir öğrenme mantığıyla olaylar arasında ilişki kurabilecek analitik düşünceyi geliştiremezsiniz. Ayrıca eğitim, sınırları kapalı ve insanları bir plan çerçevesinde istediğiniz gibi inşa etmenizi sağlayan sihirli değnek ya da özerk çalışan bir makina değil. İnsanlar yoksullukla boğuşuyorsa, çocuklar okula aç gidiyorsa, dünyanın en iyi eğitimini de verseniz, sonuç alamazsınız. Ya da şiddet dilinin hâkim olduğu siyaset atmosferinde barış dolu bir eğitim yapamazsınız, uğraşsanız bile o çocuklar “barışçı”, “adil”, “kalbiselim” vs. olmaz. Yani bu hâliyle eğitim, bırakın kurtarıcı olmayı, tersine toplumda düşmanlıkların üretildiği totaliter makinanın parçası olmaktan öte gidemez.
12 yıl bu müfredatla okuyup mezun olan bir çocuğun dönüşümüne dair neler söyleyebilirsiniz?
Böyle totaliter anlayışla tasarlanmış bir “maarif modeli” önümüze geldiğinde, “Çok şükür ki eğitim sadece bir parça!” diyoruz. Toplumsal hayat çok daha farklı yerlerde kuruluyor ve insanlar tam da o söz konusu “bütünsellikleri”yle toplumsal hayatın en berbat yönlerine karşı da direnebiliyor. Yine de unutmayalım, eğitimi kötü olan bir ülkede başka alanlardaki varoluş hâlleri de örseleniyor. Bizim 12 yıllık eğitimimizden geçen çocuklar da eğer bu yüzden başka alanlarda güçlenmezlerse, çok umutlu bir gelecek inşa edemeyecek. Muhtemelen yurt dışına göç etmek için çabalayacaklar. Öte yandan eğitimi iyi bir toplumda, diğer alanlardaki hayat mücadelesi çok daha anlamlı, zengin, ahlaklı olabiliyor.
Eşit, bilimsel ve demokratik bir eğitim anlayışının yerleşmesi için ne yapılmalı?
Şimdiki parti-devlet zihniyetinden, siyasal kültür atmosferinden beklemek pek mümkün değil ama toplumsal aktörlerin bıkmadan, usanmadan dile getirmeleri gereken şeyler var. Bütün travmalara, cemaatleşmelere, kutuplaştırmalara, kamplaşmalara karşı “birlikte yaşama”nın dilini yükseltmek, bu konuda “sözü ele geçirmek” gerekiyor. Hayatın her alanına -tabii ki eğitime de- yansımasını isteyeceğimiz bir zihinsel değişim talebi olmalı bu… Hamaset dili, “çevremizi kuşatan düşmanlar”dan bahsetmek yerine; sadece -adı ulus ya da din olsun- “cemaatimize özgü değerler”in dışında başkalarının da değerleri olduğunu ve onlarla “ortak değerler”imizin bulunduğunu anlatmamız ve benimsememiz lazım. Sadece bu topraklarda değil bu gezegende de başkalarıyla -siyahlar, beyazlar, hayvanlar, bitkiler, akarsular vb.- birlikte yaşadığımızın farkına varacağımız bir eğitim hayalini sürekli seslendirmeliyiz. Sonrasında hangi dersler verilecek, dersler nasıl yapılacak, öğretmenler nasıl yetiştirilecek, okul binaları nasıl olacak gibi sorular eşliğinde yeni bir eğitim reformuna girişebiliriz belki!

"Kuantum fiziği, evrim olmadan eğitim de bilim de olmaz"
PROF. DR. MEHMET ALİ ALPAR, AKADEMİSYEN, BİLİM AKADEMİSİ KURUCU BAŞKANI
Önde gelen bilim insanlarının 2011’de kurduğu Bilim Akademisi, Türkiye’de bilimsel liyakat, özgürlük ve dürüstlük ilkelerini tanıtmak ve gözetmek için çalışıyor. Dolayısıyla öğrencilere bilimin öğretilmesini, eğitimde bilimsel gerçekler üzerine tartışmaların yapılabilmesini ayrıca önemsiyorlar. Hâliyle Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli ve yaratacağı “yeni nesil” de ilgi alanları arasında. Bilim Akademisi Kurucu Başkanı ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Alpar’a göre yeni müfredat gerçek bilgi vermeyi değil, öğrencileri dinî değerler etrafında şekillendirmeyi amaçlıyor. Müfredatta bu kadar sık değişiklik yapılmasının, eğitimle ilgili bir ilke, program olmadığını gösterdiğini söyleyen Prof. Dr. Alpar, bu son adımı ise dolambaçlı yolların bırakılıp akla dayanan bir eğitim sistemine -dolayısıyla laikliğe- karşı, değerlere dayalı eğitimi getirme atağı olarak görüyor.
Yeni müfredatla ilgili en önemli sorun ne?
Eğitimin bu dünyada yaşamak için gerekli dünya bilgilerini vermek, bilgi ve becerilerin nasıl edinileceğini göstermek yerine “değerler” üzerine inşa edilmesi. Değerlerden bilgi ve beceri çıkmaz. Tersine, nelerin insanın ve toplumun iyiliğine yarayacağı, dünya ve toplum bilgilerinden anlaşılabilir.
Peki, fen derslerindeki değişiklikler neler? Bunlar nasıl sıkıntılara yol açacak?
Mesela, ortaöğretim fizik dersinde Newton yasaları anlatılmadan, en karmaşık uygulamalar olan akışkanlar anlatılıyor. Daha da önemlisi, eski müfredattaki giriş düzeyinde kuantum fiziği tamamen çıkarılmış ve öğretmenlere, “Kuantum fiziği konularına girilmeyecektir” uyarısı yapılıyor. Deney ve gözlemlerden başlayarak mantık içinde gelişen bir konu sıralaması yok. Teknolojinin önemi vurgulanıyor, listeler hâlinde fizik dersinin amaçları sıralanıyor, “Çocuk şunu kavrayacaktır, bunu soracaktır” gibi boş hedef listeleri var. Bunlar boş çünkü müfredatta kanıt ve mantık sıralaması yok, nereden çıktığını bilmeden, neyi nasıl anlayacak çocuklar? Çok önemle üzerinde durulan atomlar, yarı iletkenler gibi konuları, modern teknolojinin tamamını kuantum fiziğine değinmeden nasıl anlayacaklar? Mühendislik uygulamaları, temelindeki bilimi anlamadan da bir ölçüde sürdürülebilir. Ama teknolojide yaratıcı yenilik yapabilmek için temelini anlayan araştırmacılara ihtiyaç var. Ayrıca toplumun bilimsel yani akılcı düşünceyi, bilginin kanıtlardan geldiği fikrini ilk ve ortaöğretimde edinmesi lazım. Bu kazanım, bilgileri hatırlamaktan çok çok daha önemli.
Müfredatla ilgili önemli eleştirilerden biri de evrimin eğitimden tamamen çıkarılmış olması. Evrimden bahsedilmeden bilimin öğretilmesi mümkün mü?
Evrim, modern biyolojinin anahtarıdır, canlıları ve biyolojinin uygulaması sağlık bilimlerini anlamak için şarttır. Araştırmacılar moleküler biyolojiyi, dolayısıyla evrim ve kalıtım yasalarını, bunların gen ve moleküler bazda işleyişini iyi anlamak zorunda. Toplumun geneli de bu fikirlere aşina olursa önemli gelişmelere daha iyi ayak uydurabilir. Pandemi bunun için önemli bir örnek, COVID virüsünün eski aşılara daha dirençli yeni çeşitleri türedi. Bu tam anlamıyla gözümüzün önünde süren evrim demek.
Peki, çocuklara evrim eğitimi ne zaman, nasıl öğretilmeli?
Çocuklar ortaokul çağında, hayvanlar arasındaki benzerlikleri görüp bunun sebebini sorabilir, tıpkı modern bilim öncesindeki Antik Çağ, Orta Çağ İslâm ve Avrupa âlimlerinin yaptığı gibi. Yine bu yaşlarda Mendel’in genetik yasaları, mesela göz ve saç rengi gibi özelliklerin anne-babadan çocuğa geçme ihtimalleri öğretilebilir. Gen ve genlerde mutasyon, yararlı mutasyonların nüfus içinde ağırlık kazanması ve evrim de. Lisede öğrencilere tam olarak Evrim Teorisi anlatılmalı.
BİR GRUBUN DEĞERLERİ BİLGİ KAYNAĞI DİYE SUNULUYOR
Müfredatın genel tanıtım metninde olduğu gibi çoğu ders içeriğinde de içi doldurulmayan, soyut kalmış bazı “değerler”den bahsedilirken millî ve dinî değerlere sahip çıkma adı altında bilimden uzak isimlerin düşüncelerine yer veriliyor. Bu müfredat sonucunda ortaya çıkacak yeni nesille ilgili neler söylenebilir?
Önce bilimin ne olduğunu iyi anlamak gerekir. Bilim, dünya ve toplum bilgilerini gözlem ve deneylerden başlayarak edinmek demek. Modern, deneysel metoda dayanan bilimin gelişmesinden önceki filozof ve âlimler, doğa ve toplum üzerine sınırlı gözlemlerden yola çıkarak yorumlar yapmıştır. Eski çağların filozof ve din âlimlerinin deneysel yöntemle bilgiye ulaşan bilim insanlarıyla aynı düzeyde ele alınması yanlış ve yanıltıcı. Çünkü bu âlimlerin tahminlerinin sadece bazılarının doğru olduğu, birçoğunun doğru olmadığı 500 yıldır biliniyor. Şimdiki Türkiye Yüzyılı Maarif Müfredatı’yla yetişen nesiller, cahil veya resmî bilgiyle doğru bilgi arasında kalmış sorunlu insanlar olacaklar. Böyle eğitimin sonunda toplumların ne durumda olacağını görmek için Türkiye dışındaki İslam ülkelerine bakmak yeterli. Bu ülkelerin insanları nasıl ülkelerinden kaçıyorlarsa Türkiye’den zaten başlayan yetişmiş insan göçü de büsbütün hızlanacak.

Somut bilimsel gerçeklere dayanması gereken fen derslerinde bile sürekli bir ruh, kalp, erdem, ahlak söylemi bulunuyor. Bu, öğrencilerde nasıl bir algı yaratacak?
Bu terimler bir çırpıda, bir arada tanımsız ve temelsiz bir değerler yumağı olarak sunuluyor. Erdem ve ahlak eğitimde yeri olan, ama felsefi bir yaklaşımla, akılcı olarak tartışılması gereken konular. Dünyanın bütün dinlerinde insanların ve toplumun iyiliğini gözeten benzer değerler olduğuna göre erdem ve ahlakın sadece Sünni İslam’a özgü değerler olduğu apaçık yanlış. Dinî inançlara, imana saygı göstermek başka bir şey, maarif bakanının arkasındaki bir grubun değerlerini toplumun tamamı için bilgi kaynağı yerine koymak bambaşka bir şey. Bilim açısından “ruh” denilince zihin, bilinç ve duyguların tümü kastedilir. Zihnin ve ruhsal durumların incelenmesi psikoloji konusudur. Ruh durumlarının beyindeki karşılığı da çağdaş nörobilimin uğraşıdır. Terimlerin karmakarışık şekilde “değerler” bağlamında kullanılması ancak hangisinin bilgi olduğunun, nelerin henüz bilinmediğinin üstünün örtülmesi ve verilen buyruklar, iman unsurlarının kabulünü teşvik eden bir kafa karışıklığına ve cehalete katkı yapar.
“NEREDEN BİLİYORUM?” SORUSUNA YER YOK
Öte yandan müfredatta fen dersleri için ezberden kaçınılması, deneylerle eğitim yapılması gerektiği yazıyor. Ancak 2023 MEB verilerine göre mevcut laboratuvar sayısı sadece 52 bin 954. 40 kişilik sınıfların olduğu bir eğitim sisteminde, bu söylemlerin hayatta karşılığı olacak mı sizce? Biyoloji, fizik, kimya gibi bilimsel derslerin gerçekten öğretileceği iyi bir müfredatın olmazsa olmazı nedir?
Öğrencilere, doğru dürüst laboratuvar, kütüphane, spor, müzik ve sanat imkânları sunulmalı. Türkiye’nin buna yetecek kaynağı var ancak öteden beri yapılmadı. Okul binaları yapıldı ama eğitim imkânları rasyonel olarak planlanıp geliştirilmedi. Ama esas mesele, deney yapma imkânı olmasa da çocuklara doğa ve toplumla ilgili bilginin kökenlerini, kanıtlarını, hangi deney ve gözlemlerden geldiğini anlatmak. “Nereden biliyorum?” sorusunun cevabı, bilmek kadar önemli. Yaratıcı eğitim, laboratuvar olmadan da doğa ve basit gökyüzü gözlemleriyle birçok konuyu ve en önemlisi nasıl bilgi edinildiğini gösterebilir. Müfredat açıkça tam da buna ters yaklaşımda. “Nereden biliyorum?” sorusu yok, her şey değerlerden geliyor.
20 yılda 4 kere müfredat, 18 kere eğitim sisteminde bazı değişiklikler yapılmış. Dünden bugüne baktığınızda nasıl bir eğitim anlayışına varıldı sizce?
Bu kadar sık değişiklik eğitimle ilgili bir ilke, istikrar, program olmadığını gösteriyor. Sonunda gelinen noktaysa artık zikzakları bırakıp açıktan ve doğrudan bir atak: Akla dayanan bir eğitim sistemine, dolayısıyla laikliğe karşı, “değerlere” dayalı eğitimi getirme atağı. Çünkü laiklik inanç özgürlüğünden daha kapsamlı bir şeydir, dünya işlerini dinî veya ideolojik değerlere, buyruklara göre değil kanıtlanabilir dünya bilgisine göre yapmaktır. Zikzaklardan sonra bu direkt atağı gerçekleştiren bakan, başka politikalar izleyen bundan önceki dört bakanın müsteşarlığını yaparken 10 yıllık bir hazırlıkla bu müfredatı geliştirmiş.
BİYOLOJİ: 200 YIL ÖNCE ÇÖZÜMLENMİŞ EVRİMİ (EVRİM BİLİMİNİ) TAMAMEN SİLDİLER!*
• Bilimsellikten uzak bir yaklaşımla 200 yıl önce bilim alanında çözümlenmiş “evrim” bilimi müfredattan tamamen çıkarılmış. Aslında müfredatta her yerde evrimsel ilişki verilmesine rağmen (tabii ki mecburiyetten), evrimden bahsedilmemesi ciddi problem.
• Lise müfredatı akademik bilgiden uzaklaştırılıp “okuryazarlık” düzeyine indirgenmiş. Oysa fen bilimlerinde okuryazarlık düzeyi 4-5-6-7-8. sınıflarda veriliyordu. Bu, akademik bilgi alanında ciddi boşluk oluşturacak. (*Eğitim-Sen Raporu'ndan)

"Kanıtsız matematik dünyanın en absürt şeylerinden biri"
ALİ NESİN, MATEMATİKÇİ
Ali Nesin, Türkiye’nin ileri gelen matematikçilerinden. 2007’de Nesin Matematik Köyü’nü, 2015’te Nesin Sanat Köyü’nü, 2016’da Nesin Felsefe Köyü’nü kurdu, hâlâ da yöneticiliklerini yapıyor. 2018’de “matematiğe yönelik toplumsal farkındalığın artmasına katkıları ve matematiğin keşfi, eğitimi ve araştırması için olağanüstü bir yer” olarak tanımlanan Nesin Matematik Köyü dolayısıyla Uluslararası Matematikçiler Birliği’nce Fields Madalyası verildi ve “Matematik Biliminin Nobel”i olan Leelavati Ödülü’ne layık görüldü. Gençlere matematiği sevdirmek için Matematik Canavarı, Matematik ve Develerle Eşekler, Matematik ve Korku gibi 9 kitap yazdı. Fen liselerine yönelik 5, lisans ve yüksek lisans öğrencileri için yazdığı 4 kitabı bulunuyor. Ömrünü herkesi matematikle tanıştırmaya ve “gerçek matematiğin” ne olduğunu anlatmaya adayan Nesin’le “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli”ni konuştuk.
Öncelikle biraz temelden olacak ama matematik öğretisi ve bilgisi neden önemli?
Çünkü biz dünyayı, evreni, doğayı matematikle anlayıp yine matematikle anlatıyoruz. Matematik yaşamın idealize edilmiş biçimidir. Mesela, matematikte doğru ve yanlış eksiksiz olarak tanımlanmıştır ama hayatta neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamak çoğu zaman mümkün değil, hatta imkânsız. Doğru ve yanlışın çok belli olduğu bir alanda (matematikte yani) düşünemeyen, doğru ve yanlışın çok belirsiz olduğu hayatta hiç düşünemez.
Peki, Türkiye’de çocuklar neden matematik öğrenemiyor?
Sanki İngilizce, tarih öğreniyorlar mı? Matematik bilgisizliği daha çok ön planda çünkü eğitimde matematiğe daha çok önem veriliyor. Ayrıca matematik öğrenilmez, anlaşılır. Fransa’nın başkentinin Paris olmasının anlaşılacak yanı yok, sadece öğrenilir ama bir üçgenin iç açılarının toplamı ancak 180 derece olabilir ve neden öyle olduğu anlaşılır. Öğrenilir de ama öğrenilirse ezber olur. Anlaşılırsa matematik olur. Matematik eğitiminin zayıf olmasının daha çok nedeni var ama biri de işte bu “matematik öğretelim” çabası. Öğretmeyin, anlaşılmasını sağlayın. Tabii bu da kanıt olmadan olmaz. Kanıtsız matematik dünyanın en absürt şeylerinden biridir.
TÜRKİYE GİBİ BİR ÜLKEDE TEK MÜFREDAT BAŞARILI OLAMAZ
Bu anlamda yeni müfredatı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni müfredat umurumda bile değil. Müfredat ne olursa olsun eğitim sistemi düzelmez. Türkiye gibi heterojen ve yüksek nüfuslu bir ülkede tek bir müfredat başarılı olamaz. Coğrafyalar farklı, iklimler farklı, inançlar farklı, yaşam biçimleri farklı, sosyal bakımdan farklı, ihtiyaçlar farklı, ilgi alanları farklı, hayaller farklı, çocuklar farklı... Bakanlığın çeşitliliğe izin vermesi gerekiyor. Bir başka sorun da “müfredat” kavramını yorumlama biçimi. Müfredat sadece nelerin okutulacağını söylemiyor, nelerin okutulmayacağını da söylüyor. Bu çok yanlış. Sınıfın kapasitesi yüksekse neden müfredatın dışına çıkamasın ki öğretmen?

Yeni müfredatta, 9. sınıfta mantık dersinde sembolik mantığa yer verilmemiş. Bunun doğuracağı sonuçlar neler olur?
Yer verilse daha iyi olur tabii ama olmaması dünyanın sonu olmaz. Önemli olan gençlerin bir şeyi iyi, doğru ve derinlemesine anlamaları. Çünkü benim tecrübeme göre öğrenciler anlamayı, hatta anlamanın ne demek olduğunu bilmiyor. Soru çözmeyi anlamak sanıyorlar. Matematik soru çözmekten çok daha derin bir konu. Daha vahim bir sorun var: Öğrencinin bir şeyi anlaması için önce o şeyde anlaşılacak bir şey olduğunun bilincinde olması gerek. Gözlemlerime göre öğrenciler kara tahtada gördükleri simgelerin, şekillerin anlaşılacak bir şey olduğunun farkında değil. Birileri birtakım formüller bulmuş, hatta belki de uydurmuş; o formüller sağa sola uygulanıyor ama niye uygulanıyor, o formül nereden gelmiş, farkında değil.
Müfredatla ilgili en çok eleştirilen noktalardan biri de 12. sınıf konusu olan integralin kaldırılması. Neden önemli integralin öğretilmesi?
İntegral önemli bir konu tabii. Öğretilse ne güzel olur ama her lise öğrencisi öğrenmese de olur. Kapasitesi yeten öğrensin, yetmeyen başka şey öğrensin. Eğer kanıtsız anlatılacaksa ne öğretildiğinin hiçbir anlamı yok. Matematik, doğru cevabı bulma sanatı değil, doğru cevabın neden doğru olduğunu anlama sanatı. Ben bu müfredat tartışmasını çok yanlış buluyorum. Müfredatın varlığını sorgulamalıyız bence. Varlığı değilse de bu kadar teferruatlı olmasını tartışmalıyız. Esas soruları es geçip yanlış bir uygulamanın daha az yanlış olmasına çalışıyoruz. Eğitimde çeşitliliği ve özgürlüğü tartışmak varken esaretin biçimlerini tartışıyoruz.
Peki, iyi bir matematik eğitimi verilebilmesi için ne yapılmalı?
1) Üniversiteye giriş sınavı, lise bitirme sınavı olmalı.
2) Bazı üniversiteler istedikleri ölçütlerle öğrenci alabilmeli.
3) Müfredat ya olmamalı ya da mesela “Orta Çağ tarihi” ya da “düzlem geometrisi” gibi konulardan ibaret olmalı.
4) Branş öğretmenleri eğitim fakültelerinde değil öğretmeni oldukları dallarda okumalı. Sonra gerek görülürse bir-iki yıl kadar formasyon alabilir.
5) Liseyi bitirmek zorunlu olmamalı ama 12 yıl eğitim görmek zorunlu olmalı.
6) Öğretmenler her 2-3 yılda bir çevredeki üniversitelerden en az bir ders almalı.
7) Öğretmenlere, sadece kendi alanlarında değil, yabancı dil, genel kültür gibi alanlarda da sınavlar yapılmalı. Başarılı olanların statüleri ve maaşları artırılmalı.
8) MEB ve YÖK kaldırılarak (ya da güçleri azaltılarak) eğitim yerelleştirilmeli. Mesela, 7 eğitim bölgesi oluşturulabilir ve her bölgenin ayrı bir akademisi olabilir.
9) Genel olarak eğitimde çeşitlilik olmalı, eğitime özgürlük gelmeli.
MATEMATİK: AKADEMİNİN ABECESİ İNTEGRAL KONUSU MÜFREDATTAN ÇIKARILDI*
9. sınıfta “Algoritma ve Bilişim” yani mantık dersinde sembolik mantığa yer verilmemiş. İster bilgisayar tabanlı isterse veri analizi gibi dersler olsun, tümü algoritmayla uğraşır ki bunun da temeli sembolik mantıktır. 12. sınıf konusu olan integralin kaldırılması yanlış. İntegral ve türev konuları akademiye hazırlanan bir öğrenci için temel dersler dediğimiz okumanın abecesidir. Üst düzey düşünme becerileri lisede verilmeden, yükseköğretimden bunun beklenmesi üniversiteleri zora sokacak. Konuların seyreltilmesi adına can alıcı yerlerinin çıkarılması bütünselliği bozuyor. Bu şekilde müfredat sadeleşmiyor veya kolaylaşmıyor, sadece anlamsızlaşıyor. Cebirsel ve zihinsel olarak öğrencileri zorlayacak kısımların çıkarılması, matematiği üst düzeye taşımayacak. Konuların can alıcı noktaları çıkarılarak ezberden uzaklaşalım derken daha çok ezbere yönelme olacak. Zira anlam bütünlüğü olmadan, geçmiş bilgilerden türetilerek ilerlemeden yorum, analiz, sentez ve değerlendirme gibi üst düzey bilişsel çıktıların elde edilmesi imkânsız. (*Eğitim-Sen Raporu'ndan)

"En büyük sorun teorik çerçeve eksikliği"
SELİN BEKTAŞ, FELSEFECİLER DERNEĞİ BAŞKANI
"Felsefe eğitiminde çeşitli yöntemler var ancak müfredat güncelleme ve sadeleşme kaygılarından dolayı bu yöntemlerden uzaklaşmış. 10. sınıf müfredatında bir temel oluşturulsa da 11. sınıf içeriği felsefe eğitimi vermekten uzak. En büyük değişiklik, felsefi kavramların, problematiklerin tarihsel zeminden kopartılması ve tematik içeriklerle verilmesi. En önemli sorun ise teorik çerçeve eksikliği. Zaten yoğun eğitim müfredatında felsefe dersinin bir varlık mücadelesi varken bir de teorik çerçeveden koparılıp bir sohbet, diyalog dersine dönmesinden tedirginim. Bu, ölçme problemi de doğuruyor. Sınavlarda her cevabı görecelik üzerinden değerlendirerek doğru kabul etmemiz bekleniyor. 11. sınıfta çevre, hayatın anlamı, teknoloji gibi temalarla verilen felsefe üniteleri bu sorunu daha da kronikleştirecek. Felsefenin derdi, iyi yaşamın olanakları üzerine düşünmek ve düşündürtmek. Müfredatta ‘yetiştirmek’ denilen ibareye felsefe ‘düşünmeyi öğretmek’ bakımından destek olabilir. Bu nedenle ders kitaplarında hangi örnek metinlerin ve uygulamaların seçildiği çok önemli.
Dünyaca kabul görmüş ve ülkemizde de artık yaygın olan ‘çocuklarla felsefe eğitim modelinin’; sorgulayan, eleştiren çocuklara alan açan yönteminin müfredatta lise öğrencileri için de kullanılmasına acil ihtiyaç var. Öğretmenden çok, öğrencilerin konuştuğu ve tartıştığı, bir doğrunun dikte edilmeyip diyalojik bir eğitim tarzının benimsendiği yapıda, öğrenciler iyi-kötü, doğru-yanlış arasındaki ayrımı kendileri yapabilecek konuma gelebilir. Zaten bunu istemiyor muyuz?"
FELSEFE: İLAHİYATTAN AYIRT EDİLEMEZ BİR HÂLE DÖNÜŞTÜRÜLÜYOR
Ünitelerde, dolaylı dinsel referansların fazlalığı, din kültürü öğretmenleriyle iş birliği gibi önerilerle felsefenin din derslerinin uzantısında yer alması planlanmış. Bunu, 11. sınıf programında Orta Çağ’a ait akıl-iman problemine bir ünite ayrılmasından ve problemin iman lehine çözülmeye çalışılmasından ya da 10. sınıfta “Dinin amir, felsefenin memur” olduğunu söyleyen Teoman Duralı’nın görüşlerinin araştırılmasının önerilmesinden de anlıyoruz. 10 ve 11. sınıfta bazı filozoflara yer verilmemiş. Sadece çağdaş filozoflar Slavoj Žižek, Alain Badiou, Giorgio Agamben, Étienne Balibar, Jacques Rancière, Judith Butler, Michel Foucault, Jacques Derrida, Martha Nussbaum, Peter Singer, Noam Chomsky değil, Spinoza, Ludwig Feuerbach ya da Karl Marx gibi felsefe tarihinin köşe taşları da yok sayılmış. “Felsefeyi ve tanımını şüpheli kılmak sıradan kuşkucu bilincin (yani öğrencilerin) gözünde aklı şüpheli kılmaktır. İşte müfredat ortalama bilinçle uyumlu, onu olduğu biçimiyle onaylayan bir felsefe programı öneriyor. Bu yaklaşımın entelektüel plandaki karşılığı Orta Çağ’daki Gazalici geleneğin ‘hikmet’idir. Program, felsefenin sonunu getirmiş bu geleneği bize felsefe olarak sunuyor.” (Eğitim-Sen üyesi öğretmen Rıfat Saltoğlu) (Eğitim-Sen Raporu'ndan)

"Yeni müfredat, bir ‘İslami nesil’ inşası"
EVRİM GÜLEZ, EĞİTİM-SEN
Eğitimin üç önemli ayağından biri hiç kuşkusuz öğretmenler. Kalabalık sınıflar, donanımsız okullarda eğitimi sürdürme uğraşı ve iş yüklerine, şimdi bir de bilimsellikten uzak, ölçmedeğerlendirme noktasında belirsizliklerle dolu yeni müfredatın getireceği sorunlar eklendi. Eğitim-Sen Genel Yükseköğretim ve Eğitim Sekreteri Evrim Gülez, bu anlamıyla müfredatı, yükü öğretmene atıp “elindeki imkânlarla idare et” diyen anlayışın tekrarı olarak görüyor. Müfredatla laik ve bilimsel eğitimle ilgili birçok nokta “sadeleştirme” bahanesiyle ayıklanırken tek adam rejimi hedeflerinin ders kitaplarına yerleştirileceğini söyleyen Gülez’e göre müfredat bir “İslami nesil” inşasının eseri. Bakanlığın yeni icraatı Öğretmen Akademileri’yle de müfredatı itirazsız uygulayacak öğretmenler yetiştirileceğini söylüyor.
Müfredattaki en sorunlu üç değişiklik nedir?
Pilot uygulama yapmadan, bu yıl kademeli uygulanması büyük kaosa neden olacak. Müfredat hazırlanırken ne Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ne de laiklik, evrensel normlar, eğitim biliminin en temel ilkeleri, öğrencilerin, öğretmenlerin ve toplumun ihtiyaçları dikkate alınmış. Yalnızca iktidarın görüşüne, siyasal programına paralel bir müfredat oluşturulmuş. Uzun zamandır AKP’nin laik ve bilimsel eğitimi yok etmek istediğini görüyoruz. Bu doğrultuda başta tarih olmak üzere, hemen her ders içeriği milliyetçilikle, militarizmle, yarışmacılıkla yoğrulmuş. Sanatsal ve estetik yönü bulunmayan, ülkedeki çok kültürlü, çok kimlikli yapıyı ve farklılıkları görmezden gelen, bir dinin ve mezhebin söylem ve ritüellerini, tüm topluma dayatmayı amaçlayan bir program hazırlanmış. Bu müfredat, bir “İslami nesil” inşası.
AKP, 22 yıldır “kindar ve dindar nesil” isterken kendisine itaat ve dine biat edecek insanlar yetiştirmeye çalıştı, her türlü eleştiriyi ve itirazı şiddetle bastırdı. “Süper” bir muhafazakâr nesil/insan yaratmak adına yoğunlaştırılmış, bilimi ve laikliği değil tümüyle dinî çerçeve ve muhafazakâr değerleri referans alan bir müfredatla karşı karşıyayız.
Yeni müfredat, bu bağlamda bir “nesil mühendisliği” çalışması. Yeni müfredatla okuyacak çocukları düşününce nasıl bir yeni nesille karşılaşacağız?
Müfredatlarda yeni öğrenci profili, “yetkin ve erdemli insan” olarak tarifleniyor. “Kâmil insan” denilen profil, demokratik kültürden ziyade terbiye kurallarına göre yetiştirilmek istenen insan modeline gönderme yapıyor. Bu müfredat sonucunda Türk-İslam sentezinde tek bir dinin ritüelleriyle donatılmış, sorgulamayan, itiraz etmeyen, farklılıklara tahammülsüz insan tipi yetiştirmek hedefleniyor. Oysa eğitim sistemimiz her türlü güç (devlet, sermaye, egemen sınıflar, iktidarlar vb.) karşısında eleştirel olmayı, itiraz etmeyi, muhalefet yapmayı ve hakkını aramayı, son tahlilde insan onuruna yaraşır yaşamak isteyen yurttaş yetiştirmeyi amaçlamalı. Bir süredir “değerler eğitimi”ni tartışıyoruz. Yeni müfredatta her derste var. Yetkililerin ağzından düşmeyen bu “değerler eğitimi” ne zaman, nasıl hayatımıza girdi? 2011-2012 eğitim-öğretim yılında bir proje olarak okullarda başlatılmıştı. 2014 Aralık’ındaki 19. Millî Eğitim Şûrası’nda, laik eğitime ve pedagoji bilimine aykırı olan tavsiye kararlarıyla okul öncesi eğitimden itibaren resmî olarak değerler eğitimi verilmesine başlandı.
Peki siz neden buna karşısınız?
Eğitimin hedeflerinden biri değer yaratmak, diğeri de yaratılan ve herkesin kabul ettiği değerleri davranış hâline getiren bireyler yetiştirmektir. Asıl soru şu: Hangi değerleri öğretmek istiyoruz? Ülkemizde siyasi iktidarın, sermayenin, tarikatların, kâr amaçlı grupların, belirli ideolojinin doğru tanımladığı, geçerli saydığı değerlerin öğretilmesi amaçlanıyor. Bizim karşı çıkış nedenimiz bu. Temel anlayış, evrensel ölçekte kabul gören değerler yani insan haklarına saygı, eşitlik, özgürlük, çoğulculuk, şiddetten kaçınma, eleştirel düşünme ve düşünceyi ifade etme özgürlüğü olmalı.

Toplumsal cinsiyet eşitliğini zedeleyen birçok örnek, ders kitaplarında kendine çok sık yer buluyordu. Yeni müfredat bu açıdan nasıl?
Müfredattaki biçimiyle aile ve toplumsal cinsiyet ilişkileri, Medeni Yasa’nın çizdiği çerçeveyi yok sayıyor. Aile reisinin ve devlet yöneticilerinin hak ve sorumlulukları arasındaki bağ; fıtrat, mahremiyet, İslamiyet, İslam hukukunda nikâhın şartları, ayet ve hadisler ışığında ele alınıyor. Bu yaklaşımla kadının çalışma hayatına girmesi, evlenme yaşının yükselmesi, çocukların ve aile büyüklerinin bakımında “aile dışı kurumların” artışı ve boşanma bir sorun olarak tanımlanırken cinsiyet kimlikleri “fıtrat”a dayalı dinî bir yaklaşımla anlatılıyor. Fıtrat, aile denilerek şiddet yok sayılıp meşrulaştırılıyor. Kadınlar, “geleneksel” rollere hapsedilmek isteniyor. Bu hamleyle hayatın her alanında kadınların kazanılmış tüm haklarını yok sayan AKP iktidarı, cinsiyetçiliği resmî eğitim politikası hâline getirmek istiyor.
Yeni müfredattaki önemli eksikliklerden biri de performans ölçümü için bir yol haritası sunulmaması. Bu, öğretmenleri nasıl etkileyecek?
Öğrencilerin ölçme ve değerlendirme süreçlerine katılımının istenmesi olumlu ama bu nasıl olacak? Müfredatta dendiği gibi dijital teknolojiler kullanılabilir ancak bu altyapıyı her okulda kurmak mümkün değil. Mesele, bunca beceri kazandırma sürecinin nesnel biçimde ölçülebilmesi. 2005 müfredatı bu açıdan kötü bir deneyimdi. 2024 müfredatı da onca beceri yükü ve kazanım öngörüsüne rağmen pratikte ölçme ve değerlendirmesinin layıkıyla ve hakkıyla yapılabilmesindeki engelleri dikkate almıyor. Sürekli “içinde bulunulan koşulları dikkate almak” vurgusu yapılmış. Bütün yükü öğretmene atıp “elindeki imkânlarla idare et” anlayışının tekrarı bu. Programı oluştururken öğretmeni dikkate almayanların, her durumdan öğretmeni sorumlu görmelerine neden olacak bir yaklaşım.
Öğretmen Akademileri projesi de büyük tartışma yarattı. Bu akademiler neyi amaçlıyor?
Öğretmenlik Meslek Kanunu (ÖMK), eğitim fakültelerinin öğretmen yetiştirmesini fiilî olarak ortadan kaldıran, eğitimcilerin yaşadığı özlük, demokratik ve ekonomik hiçbir sorun için çözüm içermeyen bir kanun. Tek amacı, AKP’nin hedeflerini gerçekleştirecek “manevi değerleri en iyi anlatan öğretmeni” yaratmak ve bunun için de Millî Eğitim Akademileri’ni kurmak. Yakın geçmişe kadar eğitim sisteminde önemli özne olan öğretmenler ve öğretmenlik mesleği, bilim dışı ve piyasacı politikaların uygulanmasına paralel olarak hızla değersizleştirildi. Mevcut sistemin nesneleştirerek “teknisyen” düzeyine indirmeye çalıştığı öğretmenler, yeni müfredat uygulanırken pasif birer aktarıcı işlevi görecek. Bu kanunla müfredatı hiç itirazsız uygulayacak ve iktidara biat edecek öğretmenler yetiştirilmesi amaçlanıyor.
EĞİTİM-SEN RAPORU’NDAN GENEL DEĞERLENDİRME:
İstenen, maddi kapitalizmi manevi İslam üzerine oturtmak “İnsan Hakları, Vatandaşlık ve Demokrasi” dersinde, aile bütünlüğü ve vatanseverlikle birlikte saygı, sevgi, sorumluluk daha çok manevi bir ahlaka gönderme yapıyor ama yurttaşlığın üzerine oturduğu demokratik hak ve ödevlerden bahsetmiyor. Amaçlanan vatandaş tipi daha çok manevi değerler çerçevesinde tanımlanmış terbiyeli bir “kul”a gönderme yapıyor.
“Türk Sosyal Hayatında Aile” dersi içerikleri, kadınların ve kız çocuklarının haklarını “değerler” adıyla hedef alıyor. Medeni Kanun’u silikleştiren, aile kurmada İslam hukukunu referans gösteren, evlilik yaşının yükseltilmesini aileye tehdit olarak içeriklere yerleştiren, çocuk yaşta evliliklerin önünü açmayı amaçlayan, kadınların çalışmasını aile için sorun olarak gören, kreşlerin, bakımevlerinin olmaması gerektiğini savunan ve bu işlerin kadın emeğiyle yerine getirilmesinin kadın olmaktan kaynaklandığını “telkin” eden bir program. Aile reisliğiyle devlet reisliği arasındaki ilişki ders içeriklerine yerleştirilerek Anayasa’daki eşitlik ilkesi ortadan kaldırılıyor, iktidarın bekası müfredat yoluyla kadınların haklarını yok sayma üzerine kuruluyor.
Sosyal Bilgiler ve T.C. İnkılap Tarihi Ve Atatürkçülük derslerinde, ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum) ile ilgili değerler, Atatürkçülükle ilgili ilişkilendirmelerin yerine kullanılıyor.
Yeni müfredatın bunca beceriye yer vermesinin gayelerinden biri de işletme, teknik ve kariyer odaklı bir gelecek tasavvurunu teşvik etmek. Öğrencilere XXI. yüzyılda önerilen gelecek, “manevi değerler” (İslami ahlak) ile “kültürel sermaye” (bilgiye dayalı beceriler) arasında bir sentezi öngörüyor. Yani kabaca istenen şu: Maddi kapitalizmi manevi İslam üzerine oturtmak.

"Eğitimimiz bilim, laiklik ve demokrasiden uzaklaşıyor"
PROF. DR. YAHYA AKYÜZ, EMEKLİ AKADEMİSYEN, YAZAR
Ankara Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Yahya Akyüz, ilk kez 1966’da Fransa’da yayımlanan Türk Eğitim Tarihi kitabı, yıllarca eğitim fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bir eğitim bilimci. Ona göre ülke işgal altındayken bile Atatürk laik, bilimsel eğitimin önemini vurguladığı hâlde, Türk tarihini yeterince bilmeyen bazı ilgililer nedeniyle bugün eğitim sistemimiz, bilimsel gelişmelerden, laiklik, demokrasi, hukuk devleti gibi Cumhuriyet’in kazanımlarından uzaklaşıyor. Prof. Dr. Akyüz, Türk eğitim tarihinin dönüşümünü şöyle anlatıyor: “Türk eğitim sisteminin temelleri, 1921 Maarif Kongresi’nde atılır. 15 Temmuz 1921’de Ankara’da toplanan kongre, ülkenin çeşitli yerlerinin işgaline rağmen her yöreden gelen 250’den fazla erkek ve kadın öğretmeni bir araya getirir. Kongreyi Mustafa Kemal Atatürk, cepheden gelerek açarken millî eğitim isteğini vurguladığı tarihî konuşmasında, millî eğitimi şöyle tanımlar: ‘Şimdiye kadar izlenen öğretim ve eğitim yöntemlerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli etken olduğu kanaatindeyim. Bir millî eğitim programından bahsederken eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihi özelliğimizle uyumlu bir eğitim ve kültür anlıyorum.’
TEMEL SORUNLARDAN BİRİ PROGRAMLARIN SIK DEĞİŞTİRİLMESİ
Atatürk, hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğunu vurgular. Cumhuriyet’in fikren, ilmen, fennen, bedenen güçlü ve yüksek karakterli öğretmenlerle korunabileceğini söyler. Öğrencilerin vicdanı hür, irfanı hür, vatanperver ve çalışkan gençler olarak yetiştirilmesini ister. Ancak ölümünden sonra iktidara gelen siyasi partiler giderek onun fikirlerini unutmaya ve unutturmaya başladı. Cumhuriyet’in laiklik, özgürlük, bilimsellik, dünyanın gidişini anlamak, çağdaşlaşmak, hatta çağın ilerisine geçmek gibi kazanımlarını umursamamak ve eğitime daha dinsel yapı kazandırmak gibi girişimler, toplumumuz için olumsuz sonuçlar doğuruyor. Eğitim programları hazırlamak, ders ekleyip çıkarmak ciddi ve önemli bir bilimsel faaliyet ancak hükûmetler, siyasi ideolojileri doğrultusunda bunları değiştirebiliyor. Programların sık sık değiştirilmesi, bilimsel ve çağdaş verilerin gereklerine göre yapılmaması, Türk eğitim sisteminin temel sorunlarından biri. Bu çalışmalar yapılırken şu ilkelere dikkat edilmeli: ‘Ülkemizin gerçek ihtiyaçları neler ve bu program onları karşılıyor mu?’, ‘Çağdaş ve bilimsel veriler incelenerek, dikkate alındı mı?’ gibi sorular özenle yanıtlanmalı. Cumhuriyet’in çağdaş ve bilimsel değerlerinden asla vazgeçilmemeli. Programlar çok iyi düşünülerek yapılmalı ve sık sık değiştirilmeden istikrar sağlanmalı.
EĞİTİM REFORMU MÜFREDATTAN, NOT SİSTEMİNDEN İBARET DEĞİL
1919’da bir eğitimcimiz, ‘eğitim reformcuları’mızın temel özelliğini, ‘araştırmaya, uzmanlığa ve kendisinden önce yapılanları öğrenmeye gerek duymayıp akıllarına geliveren basit bir görüşü aceleyle uygulamaya çalışmak’ olarak belirtiyordu. Gerçekten eğitim tarihimize baktığımızda, eğitimi uzun vadeli bir sistem ve bütünlük içinde ele alıp geliştirme çabalarının olmadığı, bunlara başlansa da sürdürülüp sonuçlandırılmadığı görülüyor. Tanzimat’tan beri ‘Eğitim reformu yapılmalı’ denince ders programlarının ve not verme sisteminin değiştirilmesi anlaşılıyor. Çocuklarımızı ve yetişkinlerimizi; kişiliklerine, yeteneklerine ve toplumun ihtiyaçlarına, bilimsel gelişmelere göre yetiştirmek için nasıl bir eğitim felsefesi ve sistemi geliştirmeliyiz? Tarihten, olumlu-olumsuz görüş, öneri ve deneyimlerden nasıl yararlanabiliriz? Dünyada eğitimde yeni gelişmeler neler ve bunlar nasıl işimize yarayabilir? Türkiye’de bu soruların cevabı, her zamanki gibi bugün de ciddi olarak araştırılmıyor. Bu, tek tek araştırmacı ve eğitimcilerin başaramayacağı kadar kapsamlı; bir ekip işi. MEB bu çalışmalara yeteri kadar önayak olamıyor çünkü politik, idari ve günlük meseleler, her zaman ciddi, bilimsel ve kalıcı eğitim çalışmalarının önüne geçiyor. Soran, sorgulayan, özgür düşünen, araştıran, tartışan gençler yetiştirilmedikçe ve bir bilgi toplumu oluşturulmadıkça hızla değişen dünyada gelişmiş toplumlar içinde bir yer tutmamız mümkün değil.
OSMANLI DEVLETİ’NİN YIKILIŞ NEDENLERİ UNUTULMAMALI
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının başlıca nedenleri; bilime, bilimsel ve özgür düşünceye yer vermemesi, başka ulusların gelişmelerini incelememesiydi. Kitaplardaki bilgileri tartışmadan, sorgulamadan kabul eden, ezberleyen nesiller yetiştirmek Osmanlı eğitiminin ana özelliğiydi. Türk eğitim tarihinin engin birikiminden yararlanmamak büyük hata olur. Atatürk’ün düşünceleri ve yaptıkları, bu tarihi çok iyi bilmesinden kaynaklanır ve her zaman geçerlidir. MEB müfredat programlarını yaparken ve yeni uygulamalar getirirken Atatürk’ün görüşlerine ve yaptıklarına ters düşen karar ve girişimlerden kaçınmalı. Atatürk’ün eğitime gösterdiği amaçlar; millî, akılcı, insancıl, çağdaş bir eğitimin temel ilkeleridir. Onları ihmal edersek büyük zararlar göreceğimize hiç kuşku yok. Gereği gibi uyguladığımızda ise milletimizin gelişme ve yükselmesi gerçekleşecektir.

"100 yıl öncesinin hayali, gelecek hedefi oldu"
ÖMER YILMAZ, ÖĞRENCİ VELİ DERNEĞİ (VELİ-DER) GENEL BAŞKANI, MÜFREDATI GERİ ÇEKİN PLATFORMU ÜYESİ
"ÇEDES Projesi, zorunlu seçmeli din dersleri, din dersinin haftada 6 ders saatine çıkarılması, camilerde kuran kursu adıyla 4-6 yaş çocuklara anaokullarının açılması, Millî Eğitim Bakanı Tekin’in dediği gibi tarikat ve cemaatlerle protokoller yapılması ve gerici bir müfredatın çocuklarımıza dayatılması gibi uygulamaları hep birlikte yaşıyor ve görüyoruz. Kayıt, aidat, kırtasiye gibi birçok ücret talep edilmesi de cabası. MEB’in teşvikiyle, özel okul oranının 22 yılda yüzde 20’lere çıkması eğitimin özelleştirilmek istendiğinin kanıtı. Son olarak bir partinin sloganı müfredata isim olarak verilmekle kalınmıyor, müfredattaki yeni insan, devlet, toplum tahayyülüne uygun öğrenci profili ifadesiyle siyasi iktidar politik ihtiyaçlarına uygun öğrenciyi, yeni rejime göre hayata geçireceğini de açıkça söylüyor.
ÇOCUKLARIMIZIN YARINLARINA İPOTEK KONULUYOR
Eğitim sisteminin omurgası müfredat sil baştan, üstelik ‘Ben yaptım oldu’ denilerek çocuklarımızın, gözlerimizin önünde heba edilmesine sessiz kalmamız beklenerek ve en önemlisi yarınlarına ipotek konularak değiştiriliyor. Öğrencilerin ve eğitim sisteminin ihtiyaçları dahi analiz edilmiyor. Gerekçe toplumla paylaşılmıyor. Çocuklarımız değersizleştiriliyor. Veli-Der olarak müfredata karşıyız, çünkü: 100 yıl öncesinin hayali, 100 yıl sonrasının hedefi olarak planlanıyor! Cumhuriyet’in erdem ve değerlerinden uzaklaşılıyor. Yoksul ve emekçi ailelerin çocuklarının, daha nitelikli eğitim görmeleri değil işçileştirilip yaratılan sömürü rejimine uygun ‘kader’ anlayışına sahip olmaları isteniyor. Sorgulayan, eleştiren bireyler yerine ‘erdem-değer-eylem’ yaklaşımıyla ‘kâmil insan’ adı altında ‘fıtrat ve şükür’ü model alan bir sistem getiriliyor. Birçok dinî söylemle bilimsel ve özgür düşünceyi, evrensel değerleri ortadan kaldırıp itiraz edebilen değil, rıza gösteren nesiller yetiştirmeyi planlıyorlar.
Öğretmenlerin, akademisyenlerin, program geliştirme uzmanlarının, sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin iradesi yok sayılarak öğretim programları değiştiriliyor. En önemli sorun, müfredatın bilim dışı olması. Açıkçası eğitimi sorunlar yumağına çevirecek bir sistem tasarlandığını düşünüyoruz. Veliler olarak kaygımız büyük. Müfredatla çocuklarımızın, iktidarın toplumda görmek istediği ‘itaatkâr’ bireylere dönüştürülmesinden kaygılıyız. Toplumsal cinsiyet eşitliği yerine ‘telkin’i merkezine koyan; çok kimlikli, çok dilli ve çok kültürlü toplumsal yaşamımızı yok sayıp tekçi ve asimilasyoncu anlayışı esas alan; laikliğe, bilime, demokratik eğitime karşı olan nesiller yetiştirmeyi planlıyorlar. Müfredatı Geri Çekin Platformu olarak müfredat ve değişiklik kararının usul ve yasaya aykırı olması nedeniyle iptali için dava açtık, yürütmenin durdurulmasını talep ettik. Dava henüz Danıştay’da. Bu gerici müfredatın geri çekilmesi için tüm demokratik haklarımızı kullanarak eylem ve etkinlikler düzenlemeyi planlıyoruz.”
DİN KAVRAMI*
“Din” kavramı temelinden uzaklaşılıp “İslam” temelinde bir müfredata gidilmiş ki önceki müfredatta da bu vardı. Hanefilik mezhebi merkezinde hazırlanmış, “çoğulculuk”tan uzak, “çoğunluk” merkezli. 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıf programlarında, “İnsanın varoluşsal ihtiyaçlarının başında anlam arayışı gelir. Bu ihtiyacın karşılanmasında en büyük desteği geleneksel dinî kurumlar ve toplum sunmaktadır” gibi cümlelerle, insanın varoluşsal ihtiyaçlarını karşılamada modernite (bilim, laiklik, demokrasi, sanat vb.) değil, ancak dinin işlevsel olabileceği açıkça vurgulanıyor. (*Eğitim-Sen Raporu'ndan)

TÜRKÇE/TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI: ARAPÇA KULLANIMIYLA KENDİLERİYLE ÇELİŞİYORLAR*
Dersin temel amacının Türkçeyi doğru ve güzel kullanmak olarak sunulduğu metinde günlük dilde kullanılmayan maarif, müfredat, ihtiva gibi Arapça kelimelerin bulunması çelişki. Evrensel ve kapsayıcı ifadeler yetersiz. Okuma atölyesinde her öğrenciye 2 kitap okutulacak deniliyor ancak bu, velilerin ekonomisini zorlayabilir. Kitapları, MEB temin etmeli. Neredeyse tüm temalar dinî değerlerle ilişkilendiriliyor. Tüm sınıflarda en az bir tema, din kültürüyle kardeş ders olarak sunuluyor. 8. sınıf temasında Atatürk’le ilgili başlıklar yetersiz. Türk Dili ve Edebiyatı dersinde metin tahlili, Türkçe derslerindeki gibi okuma, okuduğunu anlamaya indirgeniyor. Metnin layıkıyla tahlilinin yapılabilmesi için gereken döneminin zihniyet özelliklerinin kavratılması göz ardı edilerek estetik zevk ve sanatsal duyarlılık es geçiliyor. Dil bilgisi konu anlatımı yok. Etkili metinler yazması beklenen öğrencilere dil bilgisi eğitimi verilmeye devam edilmeli. (*Eğitim-Sen Raporu'ndan)

"Başarılı eğitim sistemi, eleştirel düşüncenin gelişmesine olanak tanır"
FİNLANDİYALI EĞİTİM UZMANI DR. REINIKAINEN
Dünya üzerinde 338.455 kilometrekarelik alanı kaplasa da eğitim sistemiyle tüm dünyada örnek gösterilen, uluslararası sınavlardaki başarılarıyla dikkatleri üzerine çeken ülkelerden biri, Finlandiya. 5,5 milyon nüfuslu ülke; öğrenci merkezli, çocukların yaz kış dışarıda vakit geçirdikleri, ezberi değil anlamayı, sınanmayı değil öğrenmeyi hedefleyen, öğretmenlerin yüksek nitelikleriyle dikkat çektikleri ve eşitlikçi politikanın üst seviyede uygulandığı bir eğitim sistemine sahip. Dünya, Finlandiya eğitim sistemine son yıllarda dikkat kesilse de Türkiye’de bu ilgi 1920’lerde başlıyor. Öyle ki Mustafa Kemal Atatürk, yıllarca Finlandiya’da yaşayan Rus yazar Grigoriy Petrov’un 1923’te yayımlanan, 1928’de Türkçeye çevrilen Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını müfredata koyduruyor. Petrov, kitabında Johan Wilhelm Snelman adlı bir Fin aydınının birkaç idealist öğretmen, din adamı, avukat ve memurla ülkeyi kasaba kasaba gezerek eğitim seferberliği başlatmasını anlatıyor. Peki, 1917’de bağımsızlığını ilan eden, 1919’da Finlandiya Anayasası’nı kabul eden, 1939-1940 ve 1941-1944 yılları arasında Sovyetler Birliği’yle girdiği iki savaşı da kaybeden, işsizliğin ve yoksulluğun derinden yaşandığı, Finlerin “bataklıklar ülkesi” anlamına gelen Suomi dediği bu ülke nasıl oluyor da 50-60 yıl gibi kısa bir sürede dünyanın en iyi eğitim sistemine sahip, ekonomik ve siyasi açıdan en güçlü ülkelerinden biri hâline geliyor? Finlandiya eğitim sistemi neyi iyi yaptı, yapıyor? Yanıtı, 20 yıldan uzun süredir eğitim değerlendirmesi, politika oluşturma, araştırma ve ulusal eğitim reformları alanında çalışan, OECD, AB ve Avrupa Komisyonu'nun (European Commission) yanı sıra Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Ukrayna gibi ülkelerde bakanlıklara danışmanlık yapan, birçok ulusal ve uluslararası ödülün sahibi Finlandiya Eğitim Enstitüsü Başuzmanı Dr. Pasi Reinikainen’den aldık.
Finlandiya eğitim sistemi dünyanın en iyilerinden biri olarak görülüyor. Eğitim sisteminizin sunduğu en önemli 3 şeyi bizimle paylaşır mısınız? Eğitimde sizi en iyi yapan nedir?
1. Kapsamlı Müfredat: Yalnızca gerçek bilgilerin veya ders kitaplarının yer aldığı bir listeden ibaret olmayan, kapsamlı bir müfredat sağlıyoruz. Dediğim gibi iyi bir müfredat, öğrenciler ve öğretmenler için zorlayıcı ve motive edici görevler sunar, toplumun günlük yaşamına bağlıdır ve öğrencileri toplumun üyesi olmaya hazırlar.
2. Yüksek Nitelikli Öğretmenler: Finlandiya’daki öğretmenler, en az yüksek lisans derecesine sahiptir. Bilgi, beceri ve yetkinliklerini daha da geliştirmeleri için teşvik edilir ve bu maaşlarına da yansıtılır. Eğitim kurumlarının personelleri ise pedagojik liderler tarafından yönlendirilen, öğrenme ve önemine dair net bir ortak vizyona sahip kişilerdir.
3. Kapsayıcı ve Erişilebilir Eğitim: Finlandiya’da eğitim, sosyoekonomik geçmişlerine bakılmaksızın tüm öğrenciler için kapsayıcı ve erişilebilirdir. Sistem, öğrencilerin bireysel ihtiyaçlarını ve güçlü yönlerini dikkate alır.
SON BÜYÜK DEĞİŞİMİ 1970’LERDE YAPTIK
Türkiye’de müfredat son 20 yılda 4 kez değişti ve eğitim sisteminde irili ufaklı 18 değişiklik yapıldı. Finlandiya son olarak eğitim programında ne zaman büyük bir değişiklik yaptı? Bu, Finlandiya’da ne sıklıkla olur? Bu tür sistem değişiklikleri öğrencileri, öğretmenleri, ebeveynleri nasıl etkiliyor sizce?
Finlandiya’da büyük değişiklikler sık sık yaşanmaz. Yapılan değişiklikler de genellikle araştırmaya dayalı politika oluşturma ve siyasi uzlaşmanın sonucudur. Son büyük değişiklik, 1970’lerde yapılan, ilkokul ve ortaokul sistemini değiştiren 9 yıllık kapsamlı okul reformuydu. Eğitim sisteminde sürekli değişiklik olması, öğrencilerin uyum sağlamasını ve öğretmenlerin derslerini etkili şekilde planlamasını zorlaştırabiliyor. Ayrıca değişiklikleri takip etmeleri ve çocuklarını geçişlerde desteklemeleri gereken veliler için de stres yaratabiliyor. Finlandiya’da her 10 yılda bir yeni müfredat oluşturuyoruz. Ancak bu yeni müfredatlar, daha ziyade mevcut müfredata yönelik “ince ayarlar” niteliğinde, eğitim sistemini iyileştirmeye yönelik adımlar. Bunlar, mevcut zorlukları ele alıp öğrencileri geleceğe hazırlamak için yapılıyor. Değişikliklerin iyi araştırılmış ve planlanmış olmasını ve tüm paydaşların uzlaşısıyla uygulanmasını sağlamak önemli. Finlandiya’da şöyle bir söz vardır: Yeni bir müfredatın etkili hâle gelmesi için bir öğretmen neslinin geçmesi gerekir.
Finlandiyalı eğitimciler konuşmalarında her zaman öğretmenlerin öneminden bahsediyor. Türkiye’de öğrenci sayısına kıyasla öğretmen sayısı gerçekten düşük (19 milyon öğrenciye 1 milyon öğretmen). Öğretmen faktörü neden çok önemli?
Düşük öğrenci-öğretmen oranı ve az sayıda öğrencinin olduğu sınıflar genellikle yararlı görülür çünkü öğretmenlerin, öğrencilerin bireysel ihtiyaçlarına daha fazla odaklanmasına ve daha ilgi çekici bir öğrenme ortamı yaratmasına imkân tanır. Bence bu, özellikle genç öğrencilerin “öğrenmeyi öğrenme becerileri”ni geliştirmeleri ve dezavantajlı geçmişlerden gelen öğrenciler için önemli. Ancak sınıf boyutunun öğrenci performansı üzerindeki genel bilimsel kanıtları biraz karışık. Bu bağlamda öğrencilerin ders süresi, öğretmenlerin çalışma süresi ve zamanlarının öğretim ve diğer görevler arasında bölünmesi, öğretimin kalitesini etkileyen faktörler olarak kabul ediliyor. Eğer okulda geçirilen ders süresi, ödev yapma veya dershanede geçirilen zaman hakkında konuşacak olursak, şunu söylemek isterim ki önemli olan miktar değil kalitedir.

ÖĞRETMENLER TÜM KARAR ALMA SÜREÇLERİNE KATILABİLMELİ
“İyi öğretmen”i nasıl tarif edersiniz? İyi bir öğretmen yüksek niteliklidir, sürekli becerilerini geliştirmek ister ve güçlü bir motivasyona sahiptir. Öğretmenler, müfredatı günlük hayata bağlayabilmeli, öğrenmeyi öğrenciler için ilgi çekici ve ilgili hâle getirebilmeli. İyi bir öğretmen, akıcı bir iletişimci olmasının yanı sıra gelişmiş psikososyal becerilere de sahiptir çünkü sadece öğrencilerin öğrenimini değil aynı zamanda bütünsel büyüme ve refahını da desteklemeli. Peki, öğretmeni iyi hâle getiren bir eğitim sistemi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Kaliteli bir eğitim sistemi, öğretmenlere ne öğretmeleri gerektiğini ve öğrencilerin ne öğrenmeleri gerektiğini söylememeli. Öğretmenlerin ve öğrencilerin yüksek düzeyde düşünme becerilerini kullanmalarını sağlamalı ve öğretmenlerin “nasıl”, “neden” gibi sorularla ilgili kararlar almalarına izin vermeli. Başarılı ve gelişen bir eğitim sistemi, eleştirel düşüncenin gelişmesine olanak tanır. Öğretmenler önemlidir, bu yüzden eğitimle ilgili karar alma süreçlerine tüm seviyelerde katılabilmeli.
ÜLKENİN AYDINLARINDAN EĞİTİM SEFERBERLİĞİ
Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabında anlatılan Johan Wilhelm Snelman ve arkadaşları, halka nasıl çalışmaları gerektiğine, fakir de olsalar sağlıklı bir hayatı nasıl şekillendirebileceklerine, mutlu bir aile kurmanın yollarına, düzene, dakikliğe ve disipline nasıl alışabileceklerine dair bilgiler veriyor. “Halkı manevi susuzluktan kurtarmak için her yerde yetenekli insanların, hayatı canlandıracak su kaynaklarının bulunmasına ihtiyaç var” diyen Snelman’ın, bunu başarabileceğini düşündüğü kişilere yolladığı mektuplar zamanla elden ele dolaşarak yayılıyor. Bu eğitim seferberliğinden 20-25 yıl sonra, 1870’lerde ziraat, sanayi ve özellikle de orman ürünleri tedariki gibi faaliyet alanlarında büyük bir gelişme yaşanıyor. Bu da ülke ekonomisinin en önemli ayaklarından biri hâline geliyor.
HEDEF, SADECE BAŞARILI ÖĞRENCİ DEĞİL, AKTİF VATANDAŞ DA YETİŞTİRMEK
Finlandiya eğitim sistemindeki müthiş dönüşümün itici güçlerinden biri de Snelman ile ona en çok destek sunan; kendini Fin dilikültürüne adayan Elias Lönnrot ve şair Johan Ludvig Runeberg’in de üyesi oldukları “Cumartesi Derneği”. 1930’larda birçok yetenekli genç bilim insanının katıldığı dernekte, siyaset, kültür ve edebiyat üzerine tartışmalar yapılmakla kalınmıyor, bazı kararlar hayata da geçiriliyor. 1968’de Finlandiya temel okul kurumu kuruluyor. Dünyadaki çoğu eğitim sisteminin aksine okulda geçirilen sürenin kısıtlı olduğu, uzun tatilleri bulunan, daha az ödev verilen, okullar arasında eşitliğin olduğu, hemen her öğrencinin temel eğitimi hedeflenen sürede bitirdiği bir sistem tasarlanıyor. Okul öncesi, temel ve ikinci düzey eğitimin ücretsiz olması ve ailenin gelirinden bağımsız olarak herkesin kaliteli bir eğitim alabildiği bu sistemde, sadece akademik başarısı yüksek öğrenciler yetiştirilmiyor, öğrencilerin aynı zamanda aktif bir vatandaş olması da hedefleniyor. Bu nedenle çocukları sınavlara değil gelecekteki yaşamlarına hazırlamak için dersler esas olarak pratik becerileri geliştirmeye odaklanıyor. Eğitim, yaşam boyu öğrenme ilkesi etrafında şekilleniyor.