Görünmeyen yara: travma

23 Mayıs 2023 - 09:46

Ülkemiz insanı yakın geçmişinde birçok felaket ile yüzleşti. Bu felaketlerde yaşadığımız can ve mal kayıpları oldukça yüksek. Gündelik hayat akışı da stres yüklü. Yakın tarihimizde toplumu derinden etkileyen askerî darbeler, ekonomik krizler, uzun siyasi tutukluluklar, hapis cezaları, idamlar ve iç savaşın eşiğine kadar geldiğimiz çatışmalar yaşadık. Asker, polis ve sivil ayırt etmeksizin kitleleri hedef alan terör eylemleri toplumda büyük bir korku ve gerilim yarattı. Yakın tarihlerde yaşanan Ankara Gar saldırısında 109, İstanbul Atatürk Havalimanı saldırısında ise 45 kişi hayatını kaybetti. Yüzlerce insan yaralandı.

İstanbul’un kalbi İstiklal Caddesi’nde geçen yıl patlayan bomba 6 kişiyi öldürürken 81 kişi yaralandı. Gerek terör gerekse yakın coğrafyamızdaki iç savaşlar sonucu büyük bir göç dalgası ile karşı karşıya kaldık. O da yetmezmiş gibi dünya ile Covid-19 pandemisinin getirdiği stresi paylaştık. Doğal afetler, siyasal çalkantılar, göç dalgası ve terörün yarattığı tahribatla uğraşırken şimdi de giderek derinleşen bir ekonomik kriz ile yüz yüzeyiz. Artan işsizlik, yüksek enflasyon ve yoksulluğun artması toplumu sosyokültürel bir depremin eşiğine getirdi. Türkiye giderek şiddetini artıran bir “toplumsal travma” yaşıyor. Sanki hiçbir şey yokmuş gibi yaşam sürerken toplum depremde enerji biriktiren ve her an kırılmaya hazır bir fay hattı gibi oldukça gergin ve mutsuz. Terörün yarattığı korku, siyasetin baskıcı tutumu, kadınların Cumhuriyet dönemi kazanımlarının kısıtlanmaya çalışılması ve ekonomik bunalımın yarattığı yılgınlık toplumsal ruh sağlığını bozuyor.

Günlük yaşamda sık duyduğumuz ve kullandığımız “travma” sözcüğü Yunanca “yara” anlamına gelen “trauma”dan köken alır. Her türlü fiziksel yaralanma bir travmadır ve travmalar bazen organ veya uzuv kaybına yol açabilecek kadar ağır olabilir. Fiziksel varlığımızın yanı sıra duygularımız, düşüncelerimiz ve algımız da travmaya maruz kalabilir. İnsan sosyal bir varlıktır ve çevresi ile sürekli iletişim hâlindedir. Çevre ile iletişimde ya da çevreye uyumda zorluk duygusal ya da ruhsal travmalara yol açar. Duygusal travmalar beynimizin işleyişine çomak sokarak depresyon, kaygı bozukluğu (anksiyete) ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) gibi tedavi gerektiren ciddi psikiyatrik hastalıkların ortaya çıkmasına neden olabilir. Travmalar bireysel olabildiği gibi toplumsal düzeyde yaygınlaşarak toplumsal travmaya dönüşebilir.

GİDEREK DERİNLEŞEN BİR EKONOMİK KRİZ İLE YÜZ YÜZEYİZ... (FOTOĞRAF: DEPO PHOTOS)

Travmanın insanda yarattığı stres kortizol denilen hormonun aşırı salgılanmasına yol açar. Kortizol salgısı zorlu durumlarla başa çıkmamızı kolaylaştıran doğal bir işlevdir. Ancak, sürekli ve yüksek düzeyde olursa beynin sağlıklı çalışması için gerekli olan beyin hücreleri (nöron) arasında çeşitli nörokimyasalların aracılık ettiği iletişim kısa devre yapar ya da bloke olur. Dopamin, serotonin, noradrenalin, glutamat, GABA, asetilkolin ve oksitosin bahse konu nörokimyasalların en çok bilinenleri arasındadır. Bunlar ve birçok başka nörokimyasal aynı zamanda, çeşitli beyin bölgelerinde karşılıklı denge hâlindedir. Nörobilimciler kabaca birçok beyin hastalığını sürekli stres sonucu bu kimyasalların eksik veya fazla salgılanması sonucu bozulan denge üzerinden açıklamaktadır. Örneğin, şizofreni ve madde bağımlılığında beynin belli bir bölgesinde dopamin salgılanması ve beynin aktivitesinde aşırı bir artış söz konusuyken Parkinson hastalığında başka bir beyin bölgesinde dopaminin yeterince salgılanamaması bir etkendir. Bellek ile ilişkili sorunlarda ise asetilkolin yetersizliği söz konusudur.

İnsanlar travmaların yol açtığı stresten aynı ölçüde etkilenmez. Travmaya daha duyarlı veya daha dirençli bireyler vardır. Diğer birçok hastalıkta olduğu gibi ruhsal hastalıklarda da yatkınlığı genetik özellikler belirler. Ancak bazı nadir hastalıklar hariç toplumda yaygın karşılaştığımız ruhsal hastalıklar tek bir gen ile ilişkili değildir. Çoğunun oluşumunda fazla sayıda genin katkısı söz konusudur. Öte yandan hastalık genlerini mutlaka doğuştan getirmemiz gerekmez. Yani ebeveynlerinizin ya da yakın akrabalarınızın geçirdiği bir hastalık mutlaka sizde de ortaya çıkacak diye bir kural yoktur. Ancak yakınlarınızda olan hastalıklar sizin hastalık riskinizi artırır ve biyolojik yapınızda ne zaman kırılacağı belli olmayan bazı fay hatları oluşturur. Yakınlarınızda bulunmayan bir hastalığa kesinlikle yakalanmazsınız diye de bir kural yoktur.

Hava kirliliğinden sağlıksız beslenmeye ve bazı zararlı toksinlere maruz kalmaya kadar birçok çevresel etken genetik profilinizde hastalığa yol açabilecek değişiklikler oluşturabilir. Bu yönüyle travma, genlerde hastalık riskini artıracak biçimde değişiklikler yapabilen önemli bir çevresel etkendir. Ruhsal hastalığa yatkın olanların beyin bağlantılarında yukarıda sözünü ettiğimiz “fay hatları” travmaya duyarlıdır ve travma ile tetiklenerek kafanızın içinde kaos yaratabilir. Bireysel travmaların ilginç özelliklerinden biri de beyninizde yer alan fay hatlarının nesiller boyunca aktarılabildiğidir. Bir veya birkaç nesil önceki travmanın yol açtığı acılar bu travmayı hiç yaşamamış sonraki nesilleri de ruhsal bunalım ve hastalıklara karşı duyarlı hâle getirmektedir. Yani travmalar sadece yaşanan anı ya da yaşayanı etkilemekle kalmayıp kuşaklar boyunca aktarılabilme ve izleyen kuşakları etkileme potansiyeline sahiptir. Kurtuluş Savaşı öncesi Ege Bölgesi’nin yaşadığı mezalimin yarattığı toplumsal travmanın izleri bunu hiç yaşamayan bugünkü İzmirlilerin belleğine aktarılmış durumda. Belki de bu yüzden Ege Bölgesi Cumhuriyet değerlerine oldukça duyarlıdır. 1924 yılında Yunanistan ve Türkiye arasında gerçekleşen zorunlu göçün (mübadele) yarattığı toplumsal travmanın izlerini de onların üç kuşak sonraki torunlarında hâlâ görmek mümkündür.

Beyoğlu'nda terör saldırısının ardından

Toplumsal travma, bireysel travmanın yaygınlaşarak toplumsal yaşamı etkilediği başka bir deyişle toplumsal işleyişin, uyumun ve davranışın değişikliğe uğradığı, kısa, orta ve uzun vadeli siyasal, ekonomik, kültürel ve sosyal sonuçları olan, dar kapsamda sadece travmaya maruz kalan toplumu etkiler görünse de özellikle yaygınlığı ve uzun vadeli sonuçları itibarıyla yakın veya uzak başka toplulukları da etkileyebilen bir kavramdır. Burada bir toplumu oluşturan bireylerin aynı anda birlikte yaşadıkları travmalar söz konusudur. Toplumsal travmaların şiddeti ve etkileri bundan etkilenen birey sayısı ile doğru orantılı bir şekilde artar. Pandemiye dönüşen salgınlar, deprem gibi doğal afetler, savaşlar veya iç savaşlar, terör, kıtlık, zorunlu göç, ciddi ekonomik krizler ve özgürlükleri ciddi biçimde kısıtlayan adaletsiz ve baskıcı yönetimler çevresel travmatik bir etken olarak toplum üzerinde yaygın bir stres yaratıp toplumu travmaya yatkınlaştıran fay hatları oluşturabilir, daha önceden oluşmuş fay hatlarını tetikleyebilir ve toplumsal travmaya yol açabilirler.

İnsanın çevre ile iletişimini yeterince sağlıklı bir şekilde sürdürdüğü ve dış çevreye uyum sağlayabildiği ölçüde hayatta kalma ve sağlıklı olma şansı artar. İletişim ve uyum sağlayabilmenin en önemli iki koşulu kendini yeterli düzeyde ifade edebilmek, yaşamı yönlendirebilecek ölçüde özgür olmak, güvenli ve adil yaşam koşullarının olduğu, insan olmanın getirdiği haklarının korunduğu bir çevrede yaşamaktır. Yoksulluk, yeterli gıdaya ve koruyucu sağlık hizmetine ulaşamama, yeterli eğitim alamamak ve en önemlisi haklarına saygı gösterilmeyen, hatta haklarının ihlal edildiği ve bunun yasalarla yeterince korunamadığı bir ortam bireyler için travmatiktir ve çevreye sağlıklı bir şekilde uyumu zorlaştırdığı gibi sağlıklı olma ve sağ kalım şansını da azaltır. Tam da bu nedenle bireylerine sağlıklı bir yaşam alanı sağlamayan topluluklarda ortalama insan ömrü düşüktür, kadına, hayvana ve doğaya şiddet yaygındır ve bireylerin çoğunluğu mutsuz ve yoksuldur. Eğitimsiz, yoksul ve mutsuz bireylerin oluşturduğu bu tür toplumlar toplumsal travmalarla sık sık yüzleşir ve bunları daha ağır yaşarlar. Sosyal biyolog Edward Wilson’a göre1 insanlar beyinleri yıkanabilen yani algıları kolayca yönlendirilebilen varlıklardır. Bunun nedeni ortalama bir insanın körü körüne inanmayı ve inanç kalıplarına göre yaşamayı kolay bulmasıdır. Çoğu insan bilmekten çok inanmayı tercih eder. Ayrıca ortalama insanın doğasında evrensel bir kin ve aile şovenizminin yanı sıra yabancı korkusu da (ksenofobi) vardır. Bütün bu özellikler kendine benzemeyeni dışlama, kendinden daha zayıf olanı sömürme, şiddete kolayca yönlendirilme gibi durumların altyapısını oluşturur. Savaşlar, soykırım, kendinden olmayanı göçe zorlama gibi ciddi toplumsal travmaların arka planında bu özellikler vardır.

10 EKİM ANKARA GARI (2015) KATLİAMININ ANMASINDA İKİ ÇOCUK... (FOTOĞRAF: DEPO PHOTOS)

Bireysel travmaların ruhsal ve davranışsal sonuçları ile sadece psikologlar ve psikiyatristler ilgilenirken toplumsal travmalar daha geniş, multidisipliner katılımlı bir analiz gerektirir. Sosyoloji başta olmak üzere, psikoloji, psikiyatri, toplum hekimliği, iktisat, siyaset bilimi, felsefe, tarih, etik ve hukuk gibi alanlar toplumsal travmanın nedenleri ve sonuçları üzerine birlikte çalışması gereken alanlardır. Bu nedenle, toplumsal travma üzerine araştırma yapmak, sonuçlarını öngörmek ve bilimsel yorumlar yapabilmek daha zor ve zahmetli çalışmaları gerektirir. Bunun bir sonucu olarak travma başlığı altında üniversitelerde üretilen birçok bilimsel makale ve lisansüstü tez çalışmasına ulaşılabilirken toplumsal travma söz konusu olduğunda literatürde ulaşılabilen kaynak sınırlıdır. Bununla beraber, bilim çevrelerinde toplumsal travma farkındalığı ve önemi özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası artmaya başlamıştır. Hitler’in yol açtığı soykırım ve savaş sadece Yahudileri ve Alman toplumunu etkilemekle kalmamış tüm Avrupa’da ve savaşın finalinde atom bombası ile yüzleşen Japonya’da da büyük çaplı, sonuçları hâlâ gözlenebilen sosyal travmalar yaratmıştır.

Yirminci yüzyılın son çeyreğinde nörobilim alanı beyni ve insan davranışını anlama bağlamında sosyal bilimler ile daha fazla iş birliği yapmaya başlamıştır. Bu yaklaşım sosyobiyoloji ve sosyogenez gibi yeni ve önemli bilim disiplinlerinin oluşmasına aracılık etmiştir. Psikoloji, biyoloji ve nörobilim alanlarında önemli bir araştırmacı olan Profesör Ralph Adolphs 2003 yılında yayımladığı bir makalede2 “insan toplumsal davranışının nörobilimi” başlığı altında nörobilimciler, psikologlar, antropologlar, etologlar, sosyologlar ve felsefecilerin birlikte çalışarak toplumsal davranışların daha gerçekçi ve doğru bir şekilde analiz edilmesinin mümkün olabileceğini savunmuştur.

İnsan diğer canlılardan beyninin daha gelişmiş ve bazı beyin bölgelerinin özelleşmiş olması ile ayrılır. Gelişmiş beyni insana otobiyografik bir belleğe sahip olmanın yanı sıra kapsamlı bir dil kullanarak iletişim kurma, ellerini etkili bir şekilde kullanma, idrak, problem çözme, hesap yapma, kapsamlı plan yapma ve görsel-işitsel algı gibi “bilişsel işlevler” olarak adlandırılan yetenekler sunar. Biyososyal bir organizma olan insan, evrimsel süre. içinde, kendisini kuşatan toplum ve doğal çevre ile karşılıklı etkileşim yoluyla biçimlenmiş olan bir zihne sahiptir. Otobiyografik belleği ve özelleşmiş beyni insana bir taraftan birçok avantaj sunarken diğer taraftan da onu toplumsal travmaları daha çok hisseden ve bunlara daha duyarlı bir canlı yapmaktadır.

6 Şubat depremleri

TRAVMAYA BAĞIŞIK HERHANGİ BİR ÜLKE, GRUP YA DA TOPLULUK YOK

Bireylerin birlikte oluşturduğu tutum ve davranışlar büyük ölçüde topluma özgül kültürü ve yaşam biçimini de ortaya çıkarır. Toplumlar arasında algı, düşünce biçimi, çevreye uyum yeteneği ve üretim/tüketim yaklaşımları farklılıklar gösterir. Buna bağlı olarak bir toplum diğerine benzemez. Aynı bireyler gibi bazı toplumlar güçlü ve zenginken diğer bazıları zayıf ve fakir olabilir. Bir ulus, bir cinsiyet veya bir ırk diğerlerine egemen olabilir. Bununla beraber, ortalama insan beyninin algılama ve düşünme süreçleri ve insan genetiğinde saptanmış olan genlerin %85’i benzerdir. Farklılık yaratan genler algı ve düşünce süreçlerinden çok fiziksel g.rünüm ile ilişkilidir. Irklar arasında davranış, huy ve zekâ gibi özelliklerde genetik farklılıklar yoktur. Aynı şekilde, etnik kökenin ya da ırkın toplumsal sınıfların genetik yapılarında ayrıştığını gösteren en küçük bir bilimsel kanıt da bulunmamaktadır. Dolayısıyla toplumlar veya toplumları oluşturan belli gruplar sosyokültürel özelliklerine göre farklılıklar sergilese de travma söz konusu olduğunda gerek bireysel gerekse toplumsal tepkiler benzerdir ve toplumsal travmaya bağışık herhangi bir ülke, grup ya da topluluk yoktur. Amerika Birleşik Devletleri’nde New York Dünya Ticaret Merkezi ve çevresinde 2600’ü aşkın insanın hayatını kaybettiği 11 Eylül  saldırıları toplumsal travmaya yol açtı. Olayı izleyen yıllar boyunca New York ve civarında daha fazla olmak üzere TSSB, kaygı, panik bozukluğu ve depresyon gibi ruhsal hastalıkların sıklığında anlamlı .l.üde artış olmuştur. Çok yakın tarihlerde tüm dünyada yaşanan Covid-19 pandemisi de izolasyon süreçleri ile insanların sosyal aktivitelerini kısıtlayarak yaşanan kayıplara bağlı acılar ve ölüm korkusu oluşturup insanlarda sürekli ve şiddetli bir strese yol açmıştır. Ekonomik sorunlar da buna eklenince ciddi toplumsal travmalar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Toplumsal travmaların yıkıcılığı ve verdiği zararlar eğitim ve gelir düzeyi düşük, iyi yönetilemeyen toplumlarda daha fazladır. Daha iyi yönetilen, eğitimli ve aklını doğru biçimde kullanan toplumlar büyük travmalara yol açan olaylar sonrası ders alarak hem toplumsal travmanın yarattığı hasarı onarabilmişler hem de etkili önlemler alarak travmalara karşı toplumun direncini artıran farkındalık eğitimlerine, kurallara ve yasal düzenlemelere ağırlık vermişlerdir. Bir travmanın yol açtığı stres karşısında dağılmıyor ve buna direnç gösterebiliyorsanız travmalar sizi daha güçlü de kılabilir. Yani ünlü Alman filozof Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi “sizi yıkamayan şeyler güçlendirir.” Nietzsche’nin sözü toplumsal travmalara da rahatlıkla uyarlanabilir. Tarih boyunca toplumsal travmalardan ders çıkaran ve bunlarla baş etmeyi becerebilen birçok ülke olmuştur. Almanlar İkinci Dünya Savaşı sonrası hem Hitler’in hem de savaşın yerle bir ettiği ülkede güçlü üniversitelerini ve bilimi kullanarak büyük bir kalkınma gerçekleştirdiler. Japonlar atom bombasının kuşaklar boyu yarattığı travmalara rağmen önemli bir ekonomik güç ve teknoloji üreticisi hâline geldiler. Japonların depremin neden olduğu travmalara karşı sergilediği tutum da tüm dünyada örnek gösterilecek niteliktedir. Yahudiler Almanlar tarafından soykırıma uğratılmış olsa da savaş sonrasında çok çalışarak dünya ekonomisine ve siyasetine hükmeden bir güç hâline gelmişlerdir. Osmanlı’nın son döneminde Sevr Anlaşması ile yıkılan ve yok sayılan Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış ve Atatürk’ün önderliğinde aklı ve bilimi kullanan Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk döneminde önemli bir kalkınma sağlanmıştır.

Hatay

Yüzüncü yılına ulaştığımız Cumhuriyet döneminde, ülkemiz toplum yaşamını siyasal ve sosyal bakımdan derinden etkileyen askerî darbeler ile bunların öncesi ve sonrasında yaşanan siyasal çalkantıları, ağır ekonomik krizleri yaşadı. İkinci Dünya Savaşı’na katılmasak da yakınlarımızda gerçekleşen savaşın özellikle ekonomik yönden bizi etkileyen bazı travmatik sonuçları oldu. 12 Eylül 1980 öncesi yaşanan ve özellikle üniversite öğrencileri ve aydınları hedef alan terör dönemi çok büyük bir toplumsal travmaya yol açtı. Yeni milenyumda da travmalar art arda gelmeye devam ediyor. 2016’dan başlayarak âdeta “kusursuz fırtına” diyebileceğimiz büyük bir türbülansa maruz kaldık. 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi ülkenin sosyal ve siyasal gidişatında önemli çalkantılara yol açtı. Bunun etkileri ile uğraşırken 2019 yılında Covid-19 pandemisi ile yüzleştik. Pandeminin yol açtığı kapanmalar, yasaklar ve kaygılar dünyada olduğu gibi bizde de ciddi bir toplumsal travmaya yol açtı. Mevcut travma darbe girişiminden devraldığımız siyasal ve sosyal sıkıntılara eklenerek daha da şiddetlendi. Ardından gelen ekonomik kriz yaşanan toplumsal travmanın şiddetini pekiştirdi. Ve nihayet, Türkiye 6 Şubat 2023 sabahı, güne yaklaşık 13-14 milyon yurttaşı etkileyen ve 11 ilde ciddi yıkıma yol açan iki büyük deprem felaketi ile uyandı. Resmî rakamlara göre 50 binden fazla insan hayatını kaybetti. Buna kayıplar ve ulaşılamayanlar dâhil değil. Yetkililerin açıkladığına göre 800 binden fazla kişi uzuv kaybına uğradı ve yaşamının bunda  sonraki bölümünü engelli olarak sürdürecek. Ülkenin geri kalanı depremi yaşamasa da bölgede yaşayan yakınlarını kaybetti ya da depremin yarattığı üzüntü, tedirginlik ve korku ile yüzleşti. Darbe girişimi, pandemi ve ekonomik kriz başlı başına birer toplumsal travma nedeni iken bunlara çok daha büyük bir toplumsal travma daha eklendi.

Türkiye'de ekonomik kriz

Ülkeyi büyük bir krizin beklediğini öngörmek zor değil. Sosyoekonomik bunalım ruh sağlığını etkileyen hastalıkların görülme sıklığını anlamlı ölçüde artıracak. Göç etmek zorunda kalanlar, engelliler, mal varlığını kaybederek bir anda muhtaç hâle gelenler, ebeveynlerini kaybetmiş çocuklar, çocuklarını veya yakınlarını kaybetmiş yetişkinler toplumsal travmanın merkezinde yer alarak acıyı en fazla hissedenler ve travma sonrası ortaya çıkabilecek psikolojik, psikiyatrik, ekonomik ve sosyal problemlerden en fazla etkilenenler olacak ki bunların sayısı oldukça yüksek. Sözün özü Türkiye yakın tarihinin en büyük toplumsal travması ile yüzleşiyor. Bu sürecin hem devlet hem de toplum tarafından çok iyi yönetilmesi gerekiyor. Acıyı paylaşma ve destek olmaya çalışma konusunda ülkemiz insanının toplumsal refleksi ve sicili çok iyi olsa da toplumsal travmaları anlama, değerlendirme ve bunlardan ders alıp güçlenerek çıkma yeteneğimiz kısıtlı. Bunun en büyük nedeni 1950’lerden başlayarak eğitime ve bilime verdiğimiz önemin giderek azalması. Ders almıyoruz, eğer almış olsaydık, 1999 yılında yaşanan Kocaeli Depremi sonrasında riskli olduğu pek çok bilimsel veri ve raporla belgelenmiş yerlere imar affı çıkarmak yerine buralarda depreme dirençli konutlar yapardık. Yaşadığımız onca felaketten edindiğimiz deneyimleri ayrıntılı bir biçimde değerlendirerek yönetim politikalarımıza yerleştirip daha hazırlıklı, daha dirençli ve daha zengin bir ülke olurduk. Bu seferki toplumsal travmanın hem çapı hem de şiddeti çok büyük. Bu hafife alınacak ya da sivil toplum örgütleri ve toplumsal dayanışma ile kolayca aşılabilecek bir durum değil. Kuşkusuz yardımseverliğimiz, diğerkâmlığımız ve Anadolu irfanı dediğimiz bu topraklara özgü zorda kalınca birleşme becerimiz takdir edilmesi gereken özelliklerimiz ancak yetmez. Vakit kaybetmeden son dönemde birbirine eklenerek toplumu bunaltan süreci masaya yatırmalı, önce ne ile karşı karşıya olduğumuzu iyi analiz etmeli ve bunu aşabilmek için neler yapacağımıza bilimsel yöntemlerle karar vererek planlarımızı hayata geçirmeliyiz. Toplumsal travmalarla başa çıkabilmenin reçetesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki fabrika ayarlarında mevcut. İşe aklı ve bilimi yeniden öne çıkararak, eğitime ve liyakate önem vererek başlayabiliriz.

PROF. DR. TAYFUN UZBAY

TOPLUMSAL TRAVMA VE MADDE BAĞIMLILIĞI

Toplumsal travma sonucu sıklığı ve şiddeti artan bir.ok ruhsal bozukluk madde kullanımı  eğilimini artırır. Depresyon, bipolar bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu ve post travmatik stres bozukluğu gibi hastalıklarla birlikte madde bağımlılığı da sık görülür. Öte yandan tedavi amaçlı kullanılan bazı ilaçların bağımlılık yapma potansiyeli vardır. Toplumsal travmalarda ortaya çıkan gelecek kaygısı, baskıcı ortam ve kendini ifade edememe de bağımlılığı teşvik ederek sorunu derinleştirir. Travmaya bağlı bağımlılık oluşumunda gençler, artan gelecek kaygısı ve kendilerini mutsuz hissetmeleri nedeniyle en riskli grupta yer alır. Eğitimin aksaması ve sağlıklı sosyalleşme için gerekli maliyetin ekonomik kriz nedeniyle kısıtlanması, bunalan gen. nüfusu bağımlılık tacirleri için daha kolay bir hedef hâline getirir. Otokratik ve bağımsız hukuk sistemine sahip olmayan y.netimlerde illegal, bağımlılık yapan maddelerin sevkiyatı ve insana ulaşması kolaylaşırken uygulanan şiddetli baskı ve yasaklar, bağımlılık riskini azaltmaz aksine artırır. İran, Suudi Arabistan ve Afganistan gibi ülkelerde idam cezasına rağmen alkolizm ve bağımlılık oldukça yaygındır. Bulunduğu coğrafya itibarı ile uyuşturucu sevkiyatı bakımından zaten riskli bir bölgede olan Türkiye h.len yaşamakta olduğu bunalımlı süreçte ciddi bir bağımlılık tehlikesi ile de karşı karşıya. Bunun ciddiyetle, çok yönlü ve ayrıntılı bir şekilde ele alınarak politika geliştirilmesi şart. Aksi h.lde, maddi ve manevi sonuçları en az deprem kadar yıkıcı olabilecek devasa bir toplum sağlığı sorunu ile karşı kalarak bununla da baş etmeye çalışacağız. Bağımlılığa karşı duyarlı bir farkındalık yaratacak eğitimlere, özellikle çocukları ve gençleri korumaya y.nelik sosyal sorumluluk projelerine, sivil toplum örgütlerinin etkili katkılarına ve devletin şefkatle yaklaşan koruyucu ellerine her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç var.

Prof. Dr. Tayfun Uzbay, Üsküdar Üniversitesi’nde rektör danışmanlığı, tıp fakültesi dahili tıp bilimleri bölüm başkanlığı, tıbbi farmakoloji anabilim dalı başkanlığı ve nöropsikofarmakoloji uygulama ve araştırma merkezi müdürlüğü görevlerini yürütüyor. Uzbay, Görünmeyen Beyin, Cehalet Bilimi-Küresel Zekâ Algınızı Nasıl Yönetiyor? gibi çok satan kitapların da yazarı...
Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım

İyileşme geleceğin güvenli kılınmasıyla mümkün

Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım’dan, önce ruhsal travmanın tanımını yapmasını, ardından depremden kadına şiddete coğrafyamızdaki baskın travmaları anlatmasını istedik. “Travma geçer mi?” diye de sorduk.

Ruhsal travma nedir?

Travma, kişinin yetemediği ve önleyemediği şekilde belirgin zarar görmesi, bir anda yaşamın, ortamın, geleceğin tehlikeli, güvensiz ve belirsiz hâle gelmesidir. Yaşanılan somut hâli kadar algılanan ve anlamlandırılan kısmı önemli. Fiziksel, cinsel, sözel, duygusal yolla olabilir. Bir anda yaşandığı gibi süreğen şekilde de maruz kalınabilir. Doğrudan maruz kalındığı gibi tanıklık ya da bir yakının başına gelmesi de ruhsal travmaya yol açabilir. Travmalar doğa kaynaklı olabileceği gibi önemli bir kısmı doğrudan insan kaynaklı ya da insan faktörü ile şiddeti ağırlaşan travmalardır. Örneğin cinsel travmalar, savaşlar, trafik kazaları insan kaynaklı travmalardır. Sel, fırtına, volkanik patlamalar, depremler ise doğal afetler olarak tanımlanır. Deprem örneğinde yaşadığımız gibi bir doğal afet her ne kadar insan kaynaklı görünmese de öncesinde hazırlıksız olunması nedeniyle yaşanılanlar, depremin ardından yaşanılan kurumsal yetersizlikler ve bunun neden olduğu acılara insan faktörünün eklenmesidir. Özellikle yaşanan acıyı niteleyen en önemli belirteç ise yaşanan travmadaki ihanet faktörü. Travmaya maruz kalan açısından bir insanın k.tülüğü ile karşılaşmak çok daha örseleyici olmakta. Travma ardından toparlanmada da en zor onarılan ve işlenen kısım bu ihanet boyutu.

Şiddet sarmalı özelinde Türkiye’nin neden sürekli travmalarla boğuşan bir ülke olduğunu anlatır mısınız?

Toplumsal olarak kapalı ve katı ahlakçı yapı başta cinsel ve cinsiyetçi şiddet olmak üzere dezavantajlı grupları travmaya açık hâle getirmekte. Her ne kadar azalma eğiliminde olsa da şiddet aileden ilişkilere, okullardan kışlalara sıradanlaşmakta. Şiddet okulda, karakolda, cezaevinde meşru görülürse bu şiddeti engelleyemezsiniz. Çocuklar bu açıdan en dezavantajlı grup çünkü bir çocuğun gelişim döneminde güvensiz bir ortamın oluşumu sadece anlık bir ruhsal etkilenme yapmıyor, biyolojik yapıyı da değiştiriyor. Özellikle kapalı, geleneksel kültürün yoğun olduğu bölgeler ve aileler, cinsel ve ev içi şiddet açısından risk barındırmakta. Bazı cemaatlerin yatılı mekânları gibi devlet kontrolü dışındaki yerler özellikle çocuklar ve kadınlar için cinsel ve fiziksel travma riski barındırmakta. Hâlâ bazı bölgelerdeki ilk gece çarşaftaki kan ile bekâret ilanı da kadınlar için bir travma yükü oluşturmakta.

Yaşanılan kötü bir olay sonrası ruhsal travmanın oluşmasına ne neden olur ya da neler bu travmanın etkilerini azaltır?

Çaresizlik, belirsizliğin oluşması, yalnızlık hissi ve güvenlik algısını yitirmek yaşanılan tehdit edici bir olayın zihinde travmatik etkisini artırır ve travmatik bir anı olarak kaydedilmesine neden olur. Travma belirsizliği doğurur ve güvenli dünya algısı kaybolunca zihinsel işlevler kişiyi güvende tutma adına kaçınma, yeniden yaşantılama gibi ruhsal belirtiler üretmeye başlar. Kişi kendini ne kadar yalnız ve çaresiz hissederse bu travmatik yaşantının ileride oluşacak etkileri o derece artar. Eğer buna insan faktörü ve beklenmedik kötülük, ihanete uğrama eklenmiş ise bu durum bir yas reaksiyonuna da neden olur ve en zor toparlayan kısım burasıdır. Bu nedenle sosyal desteğin varlığı, kişiyi yalnız bırakmamak ve destek olmak, ortamı güvenli kılmak hem kişiyi ruhsal açıdan korumada hem de terapötik (tedavi edici) müdahalede ana ilkelerdir.

KADINHAKLARI.ORG

Travma için tetiklenme sözcüğü çok kullanılır. Neden tetiklenme?

Tetiklenme örselenmiş birey ve toplumlar için önemli bir kavram. Bu daha önce yaşanılan bir travmanın ikinci bir travma ile daha da şiddetli ruhsal tepkilere yol açması şeklinde olabileceği gibi kuşaklar arası aktarılan bir travmanın tetiklenmesi de olabilir. Özellikle kitlesel maruz kalınan travmalar kuşaklar arasında aktarılabilir. Geçmişe dayalı dayanışma öyküleri yanında çatışma ve katliam öykülerine sahibiz. Suskun kalmış travmalar var. Edward Azar bir anda kitlesel çatışma ve savaşa evrilen Lübnan örneği üzerinden bu durumu çok güzel açıklar. Üstü örtülen ve konuşulamayan acıların olduğu bir yer burası. O nedenle ülkemizde siyaset dilinin barışçı ve ortaklaştırıcı olması çok önemli. Maalesef kimlik ve farklılıklar öne çıkarılarak ya da kötüleştirilerek oy devşirilmeye çalışılıyor. Bunun acı sonuçları olabilir. Geçmişte yaşanan Maraş, Sivas, Başbağlar, 10 Ekim gibi katliamların hesabının sorulamamış ve faillere yönelik toplumsal yargının tamamlanmamış olması da bu riski artırmakta.

Kadınların kendilerini güvende hissettikleri bir coğrafya da değil burası. Kadınlarımızdaki en yaygın travmalardan bahseder misiniz?

Bu topraklarda kadınların özgürlük mücadelesi Cumhuriyet öncesi başlamış olsa da kültürel olarak kadının kendi kimliği ve cinsiyet kimliği ile var olmasının .nünde çokça engel bulunmakta. Bu engeller azalması gerekirken ve kendi hâlinde kalsa bir ölçüde toplumsal bilinçlenme ile azalacakken kurumsal müdahaleler ile geleneksel kültürün kıskacına sokulmakta. Bir yanda bilinçlenme olurken diğer yanda geriye gidişle karşı karşıyayız. Kadının fiziksel ya da cinsel bir saldırıya maruz kaldığında failin suçlanması yerine “acaba kadın ne yaptı ki bu başına geldi” algısı maalesef hâlâ geçerliliğini koruyor. Şiddeti uygulayan değil şiddeti gören toplum tarafından incelenmekte ve sorgulanmakta. Bu toplumsal algı ile yetişen kadın da kendini kısıtlayarak korunmaya çalışmak zorunda kalıyor. Gece geç saatte yürüdüğünde başına gelecek bir olumsuzluğun faili olarak kendini suçlamakla başlıyor. Bu yönü ile tehlikeli olan sokaklar değil aslında tehlikeli olan bizlerin yani “toplumumuzun zihni.” Eğer bir toplum gerçek faili görmüyorsa ve maruz kalanı yargılıyorsa bu durum kötülüğe özgürlük verir ve meşrulaştırır. Bu yönü ile kadınların en çok maruz kaldıkları, travma yaşadıkları cinsel şiddetten fiziksel şiddete kadar bu kötülük karşısında toplum tarafından yalnız bırakılmaları ve yalnız kalmaları, bu yalnızlığın sonucunda da eril şiddetin etki alanının giderek artması ve daha da fütursuz hâle gelmesi. Öyle ki bu yalnızlaştırma kadını saldırgan karşısında ikinci kez travmaya açık hâle getirmekte. Şantaj travmaları da tam da bu nedenle olmakta. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi çok ama çok önemli. Yeterli olmasa da 6284 çok önemli. Cinsel ayrımcılığı ve şiddeti meşrulaştıran dile karşı LGBTİ+ bireylerin haklarının korunması çok önemli.

Aile içinde, ikili ilişkilerde taciz ve şiddet -ve sizin ifade şeklinizle- “şantaj travması”… Bunlar ne tür travmalar?

Özellikle cinsel saldırı her zaman fiziksel ya da sözel şiddeti içermez. Cinselliğe zorlama dolaylı da olur. Kişinin arzu etmemesine rağmen cinsellik yaşamak zorunda kalması da bir cinsel travmadır ve bu bazen ima bazen ekonomik tehditlerle bazen de ayrılık tehdidi ile olabilir. Özellikle evli çiftlerde ve flört yaşantısında bu sık olmakta. Bir diğer travma ise şantaj üzerinden gerçekleşmekte. Bu doğrudan cinsel şiddet ya da duygusal bir ilişkide kandırılma ardından az önce de belirttiğim üzere kadının toplumsal olarak yalnız bırakılmış olmasının ve yaşanan cinselliğin suçunun ve utancının kadına yüklenmesinin saldırgana verdiği avantajla cinsel şiddetin birden fazla uygulamasına neden oluyor. Cinsel saldırıya uğradığını ifade edememek, kapalı toplumların paradoksal ahlakçı yapısı bu şiddeti daha da uygulanabilir kılıyor. Aile içi cinsel travmaların da en çok güç aldığı yer cinsel saldırıların konuşulamaz oluşu ve yok sayılması. Suskun tanıklar, kapatılmaya çalışılan gerçekler tüm bunlar ihanet travmasını daha da ağırlaştırmakta.

Hatay Samandağı

Peki ya ekonomik travma?

Pandemi en ağır ruhsal belirtilere, ölümlerin en yoğun olduğu zamanda neden olmadı. Belirsizliğin en yoğun olduğu ilk dönemlerde yaşandı korku. Bu gibi travmatik olaylar doğrudan etki olarak sadece ölüm riski ile değil aynı zamanda geleceği belirsiz kılarak etkilerini göstermekteler. Özellikle ekonomik kriz gibi yaşanan kayıplarla birlikte belirsizlik ve geleceği tekrar kuramama hâli insanın olağan ruhsal işlev göstermesini engeller çünkü bunun için bir güvenlik algısına ihtiyaç vardır. Sosyal devletin varlığı bu nedenle çok önemli. Bir insanın kendisinin, çocuğu varsa onun geleceği ile ilgili güvensiz hissetmesi, temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak oluşu ağır ruhsal etkilenmeye neden olur ki bu durumda depresyon daha sık gözlenir.

Deprem “ölümlü dünya”, “yarın ne olacağı belli mi” gibi bir bırakma hâli yarattı, yaratıyor, “günü yaşayalım, gerisini düşünmeyelim” dedirtiyor (kimilerine). Bu normal, sağlıklı bir tepki mi yoksa geçici bir ruh hâli mi?

Bu tutum depremlerle baş etmenin bir yolu. Yüz yılda yüz bin insanın öldüğü bu coğrafyada hâlâ bir deprem kültürümüz yok. Ancak sorunuzdaki gibi bu yaklaşım bilinçli olarak yapılmıyor. Yok sayma ya da kaygıları izole etme deprem gerçeği ile baş etmenin işlevsel olmayan ve farkında da olunmayan şekli.

Deprem travmasının farkı nedir? Geçer mi? Tedavisi var mıdır?

Deprem tam da kontrol edilemeyen ve insanın çaresiz kaldığı bir doğa olayı ancak depreme bağlı etkilenmede insan faktörü asıl belirleyici. İnsan derken tek tek bireyleri kastetmiyorum. Kurumların, yönetimlerin, yöneticilerin fail olduğu ihmaller zinciri söylemek istediğim. Bu hem deprem öncesi hem de deprem sonrası sosyal ve ruhsal hasarı artıran etmenlerden. Yapı güvenliğinin ihmal edilmesi ve insanların depreme dayanıksız binalara mahkûm olması, deprem ardından arama ve kurtarma hizmetlerinin aksaması, yurttaşlık hakları olan yardımlara ulaşılamaması, gelecek güvencesi sunulamaması gibi birçok faktör travmatik etkilenmeyi artırır. İnsanlar yitirilir ama kayıplar sadece insanlardan ibaret olmaz. Binalar, anılar, anıların geçtiği mekânlar da hasar görür. O nedenle yas süreci deprem sonrasında ruhsal yükün önemli bir kısmını oluşturur. İyileşme ya da daha doğru ifade ile toparlanma yalnızlığın giderilmesi, kayıpların ikamesi, sosyal desteğin kişinin haysiyeti ve otonomisi gözetilerek yapılması ve en önemlisi geleceğin güvenli kılınması ile mümkündür.

Peki İstanbul gibi ezelden beri “depremi bekleyen” bir şehrin insanları için nasıl bir travma bu ya da travma mı?

Deprem uzaktan da ruhsal etkilenme oluşturur ancak sorunuza biraz farklı yanıt vermek isterim. Keşke İstanbul’da oturanları çok daha fazla etkilese ve unutulmasa. Çünkü ancak böyle geleceği güvenli kılabileceğiz. Bugüne kadar etkilenmeyi “nasıl azaltırız”ı konuştuk ve sonuçları ortada. Bu sefer kolay toparlanmasın uzaktan yaşayanlar ve kaygıları ve travmatik etkilenmeleri daha güvenli şehirler oluşsun diye işe yarasın.

Hatay Defne

Türkiye Psikiyatri Derneği olarak 1999 depremi sonrası depremi yaşayan insanlara yardımcı olmak amacıyla organize oldunuz. Nasıl örgütlendiniz, ne yapıyorsunuz tam olarak? 11 ili etkileyen son depremde nasıl bir fonksiyon gösterdiniz?

Derneğimiz ve bizler 1999 Marmara Depremi’ni yaşayan kuşağız. Hekim ve psikiyatrist olarak uzun süre çalıştık ve bir yapılanma gereği o zaman ortaya çıktı. Ardından diğer depremler, seller ve terör saldırıları oldu. Temmuz 2022’de başta büyük İstanbul depremine hazırlık amacı ile derneğimiz bünyesinde yeni bir örgütlenmeye gitmiştik. “Afetlere Hazırlık ve Müdahale Birimi”ni kurduk ve acil durum planlarını çalıştık. Acil haberleşme için SMS sistemi oluşturduk. Çünkü büyük kitleleri etkileyecek bir depremde hem sağlık hem de ruh sağlığı hizmetlerinin mevcut devlet kurumları ile yapılamayacağını görmek için özel bir beceriye gerek yok. Biz de hazırlanmaya başlamıştık. Derneğimizin birikimi ve kadroları vardı zaten. Bunda benim Erzincan’da büyümüş olmamın etkisi de olmuş olabilir. Deprem olduğu sabah Afet Kriz Yönetimi’ne geçtik ve hazırladığımız planları devlet kurumları ile paylaştık. Ardından ü. il ve dört bölgede doğrudan psikiyatrik hizmeti üstlendik. Yapılması gereken ilk adımların bir kısmını derneğimiz başlattı. 1000 gönüllü hekim ve yaklaşık 50 psikiyatristten oluşan koordinasyon ekibimiz ile sahaya indik. Anlatmaya çalışsak çok uzun ama İstanbul Tabip Odası derneğimizi ödüllendirdi çalışmalarımız nedeniyle. Bu çok gurur verici.

Peki, İstanbul depremi için nasıl bir stratejiniz var?

Sağlık müdahale planlarımızı hazırlıyoruz. İstanbul depremi biraz farklı olacak. Biz müdahale için etkilenen il dışında bir yönetim ve müdahale ekipleri oluşturuyoruz. Yapılacaklarımız belli. İlk andan itibaren kimler hangi görevi üstlenecek, kimler aranacak, hangi iller görev alacak tanımladık.

Çocuklar toplumların yumuşak karnıdır desek yanlış olmaz. Doğal afet yaşamış bir çocuk için yapılması gerekenler listemizde ilk beşe neleri koyabiliriz?

Çocuklar için güvensizleşen bir dünya erişkine göre çok daha fazla etki oluşturur. Diğer taraftan gerçeklikten kopmuş sanal bir iyilik hâli de zarar vericidir. Bu nedenle öncelikle güveni tesis etmeli, yaşlarına uygun bir açıklama yapılmalıdır. Ebeveynlerin ruhsal işlevselliği çocuklar için önemlidir ve ruhsal açıdan desteklenmelidirler. Bir takvim ile konuşulmalıdır, şu zaman şu olacak gibi. Sosyal temas sağlanmalı, başta aile içi olmak üzere rutin sosyal etkinlikler yapılmalı ve sık sık konuşulmalıdır.

Umutlu olmak da istiyoruz. “Travmanın sonunda ışık vardır” diyebiliyor muyuz? Umut her zaman var mıdır?

Elbette var. Travmatik deneyimler insanın aynı zamanda güçlü yönü. İnsanın öyküsünün kilometre taşları. Yarınları güvenli kılmanın yolu bu deneyimlerle geleceği yeniden inşa edebilmekte. Bu nedenle acıları anlamlı kılmak önemli. Bazı acıları unutmamak ve unutturmamak gibi. Yaşanılan bir acı, gelecek için bir anlam kazanırsa neden olduğu değişim insanı ve toplumu tehlikelere karşı güçlendirirse kısmen faydaya dönüşmüş olur. Diğer yandan “bozulan adaletin yeniden kurulması”, dilde ve kültürde travmayı kolaylaştıran ögelerden arınılması umudu artıracaktır. Barışçıl, ayrımcılığın olmadığı bir kültür inşa etmek insanın yaralarına bakabilmesi ve birlikte onarabilmesi ile mümkün.

Prof. Dr. Barış Erdoğan

"Yüzleşmeli, helalleşmeli"

Prof. Dr. Barış Erdoğan, Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı

"Sosyal travma; doğal afetler, savaşlar, etnik çatışmalar, terör saldırıları, soykırım, kitlesel şiddet, ayrımcılık, uzun süreli ve sistematik insan hakları ihlalleri, keskin ekonomik krizler gibi olaylar nedeniyle tek tek bireylerin ötesinde toplumun geniş kesimlerini olumsuz yönde etkileyen ve bunun sonucu olarak kolektif hâlde bireylerin davranış, düşünce biçimlerini sağlıksız hâle getiren durumları ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Sosyal travma sonucu toplumda gerginlikler artar, gelecek kaygısı, içine kapanma, sosyal normların çözülmesi gibi davranışlar sergilenir, korku, panik, her an gerçek ya da hayalî düşmanlar tarafından saldırıya uğrama korkusu yaşanır.

Travmatik olayın kapsamı, niteliği ve süresinin yanı sıra travmatize olmuş topluluğun kültürüne göre sosyal travma bir grup ya da toplumun sosyal kimliğini ve kolektif hafızasını çeşitli türlerde ve şekillerde etkiler. Sosyal travmanın etkileri çoğu zaman bir kuşaktan diğerine kültürel olarak da aktarılmaktadır. Kolektif hafızaya kazınan bu olaylar kuşaklara yayılan bir süreçte toplumun sağlıklı ve rasyonel kararlar alıp uygulamasını engelleyebilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu da bir travma üzerinedir. 1920 yılında imzalanan ve Osmanlı Devleti’nin iç ve dış düşmanlar tarafından par.alanmasına ve Orta Anadolu’da küçük bir Türk Devleti kalmasına izin veren Sevres Anlaşması, Türk toplumu için bir sosyal travma biçimidir. Çünkü Sevres Sendromu olarak adlandırılan bu olay, algılanan bir dış tehdit veya içerden gelen ihanetler sonucunda Türk toplumunun egemenliğini, topraklarını ve kimliğini kaybetmeye y.nelik kolektif bir korkusunu ve endişesini yansıtmaktadır. Bu nedenle Cumhuriyet tarihi boyunca demokratikleşmeye yönelik atılan adımlar ve talepler genellikle bir komplo teorisi ya da Türkiye’nin gelişimini ve bağımsızlığını engelleyen bir kuşatma zihniyeti olarak algılanabilmektedir. Günlük siyasetin içinde ve siyasal reflekslerde sürekli olarak bölünme ve beka kavramlarının bilinçli ya da bilinçsizce kullanılması ve bunların toplumda karşılık bulmasının ardında bu travmanın sonucu meydana gelen devletsiz, vatansız kalma korkusu vardır. Bu tür travmalardan etkilenen bireyler ve toplum için iyileşme dönemi uzun ve karmaşık bir süreçtir. Toplumsal sağlığı koruyabilmek için yapılması gereken resmî ve sivil sosyal dayanışma ağlarını güçlendirmektir. Ayrıca birçok ülkede yapıldığı gibi toplumsal travmalara neden olan olaylarla yüzleşmek, geçmişi ve olayları günün şartları içinde değerlendirmek ve günümüzdeki moda tabiriyle helalleşmek bir çeşit toplumsal terapi yerine gerebilir."

Deniz Özgür Özdemir

"Psikolojik ilk yardımı uzmanlar kadar ebeveynler de çocukları için uygulayabilir"

Deniz Özgür Özdemir, Sosyal Psikolog

Gaziantep’te göçmen ve depremden sonra travma yaşamış çocuklar için terapi süreçlerini yöneten Deniz Özgür Özdemir, sahadaki deneyimlerinden hareketle müdahale yöntemlerini anlatıyor.

"Çocukların gelişim dönemlerine göre travmaya verdikleri tepkiler çeşitlilik gösterir. Okul öncesi çağda travma sonrası huysuzluk, öfke nöbetleri, agresyon, anneye yapışma, sakinleşmekte güçlük, gelişimde gecikme ve/veya gerileme, travmatik olayı oyunlarda ve iletişim i.inde tekrarlama, yeme ve uyku problemleri gibi belirtiler görülebilir. 6-12 yaş okul çağında ise akademik performansta değişiklik, içe kapanma, yalnız kalmak istemek, travmatik olayla ilgili sorular sormak, sürekli zorlayıcı duygu ve düşünceler hakkında konuşmak, yeme ve uyku problemleri, odaklanmada güçlükler,  yaşından küçük gibi davranma (alt ıslatma, parmak emme gibi), sindirim sorunları, yaşıtları ve yetişkinlere karşıt davranış geliştirme sayılabilir. 13-18 yaş aralığında ise travmatik olayı sürekli gündeme getirmek ya da tam tersi reddetmek, içe kapanma, yalnız kalmak isteme, okula gitmek istememe, kuralları reddetmek ve karşıt davranış geliştirmek, öfke ve saldırganlık, daha önce keyif alınan aktivitelerden kaçınmak, riskli davranışlarda bulunmak sayılabilir. Çocuklarda ve gen.lerde bu gibi belirtiler görüyorsanız ebeveyn veya bakım veren olarak duygu ve düşüncelerini dışa vurabilecekleri yolları deneyebilirsiniz. Yaşına uygun şekilde oyun oynayabilir, resim ve drama gibi sanat aktiviteleri yapabilir, hikâye anlatmasını veya yazmasını isteyebilirsiniz ve mutlaka bir uzmandan destek alıp süreci birlikte yürütmeniz gerekir.

GAZİANTEP NAR SANAT DERNEĞİ

Deprem gibi afet ve acil durumlarda önceliğimiz yeme, içme, barınma, güvenlik, hijyen gibi temel ihtiyaçların karşılanmasıdır. 6 Şubat ve sonrasında yaşanan depremler sonrası da öncelikle kişilerin temel ihtiyaçları karşılanmaya çalışılmıştır. Bu temel ihtiyaçlar tek seferde değil ihtiyaç sonlanıp normal hayata dönene kadar devam etmelidir. Bu basamakta ve sonrasındaki süreçte hem yetişkinler hem de çocuklar için psikolojik ilk yardım müdahaleleri yapılabilir. Psikolojik ilk yardımı uzmanlar kadar ebeveynler de çocukları için uygulayabilir. Özellikle ebeveynlerin önce kendi duygularını düzenlemeleri sonra da çocuklarının duygularını düzenlemeye yardımcı olmaları gerekir. Sahada gözlemlediğimiz kadarıyla kendi duygularını, özellikle korku, kaygı ve panik gibi duygularını düzenleyebilen ebeveynlerin çocuklarında daha az korku ve eski rutine dönmede avantaj sağladığını gördük. Bir sonraki müdahale basamağı ise psikososyal destektir. Travma sonrası stres belirtileri psikososyal destek ile ilk 2 ay sonrasında %80’e varan azalma gösterir. Ve travmatik olay sonrası psikososyal destek ile normale dönenlerin oranı %70’tir. Bu bilgiler ile çocukların yaş ve gelişimlerine yönelik psikososyal destek etkinlikleri hazırlanabilir. Bu etkinlikler bireysel ve grup etkinlikleri olarak yapılandırılır. Deprem gibi kitlesel olaylarda daha çok tercih ettiğimiz birlikteliğin, bazen temasın, duyuların, güvenlik ve şefkat gibi duyguların altının çizildiği etkinliklerdir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de çocuğun bir kaybının olup olmadığıdır. Kaybı olan çocuk ile daha çok kayıp ve yas sürecine yönelik yapılandırılmış etkinlikler ve psikoterapi süreci yürütülür.

Sahada öncelikle çocuklarla ilgili kısa bilgiler alınarak grup etkinlikleri, drama .alışmaları, oyun temelli psikoterapi yöntemleri uygulanır. Psikososyal müdahalenin yeterli olmadığı veya bireysel müdahaleye ihtiyaç duyulduğu zaman çocuk ve ebeveyn/bakım veren ile psikoterapi süreci başlatılır. Grup etkinliklerinde, okul öncesi dönem için daha çok bedeni aktive edecek, .ocukların biriken enerjiyi dışarı çıkarabilecekleri, oyun temelli ve duyuları harekete geçirecek etkinlikler yapılabilir. Burada çocukların dokunma, koklama, tatma, görme ve duyma duyularının olabildiğince hepsini harekete geçirebilmek önemli. Okul dönemi çocukları için de yine bu etkinlikler yapılabilir. Bunlara ek olarak imajinasyon ile güvenli yer çalışmaları yapılabilir. Problemlerle baş etme, güç kaynakları ve güçlendirme çalışmaları yapılabilir. Bu etkinliklerin amacı travmatik olay sonrası kasılan bedeni, donakalan duyguları ve duyarsızlaşan duyuları aktive ederek gerçeklikle bağı yeniden kurabilmek ve normal ile olan teması artırabilmektir. Ayrıca zihinde travma anlamlandırılana kadar yeniden işlenir. Bu yöntemler ile travma hem duyusal hem de duygusal olarak yeniden işlenir ve zihinde harekete geçmiş olur. Bireysel görüşmeler ise çocuğun hikâyesi, bağlamı, şartları ve psikoterapistin ekolüne göre farklı şekillerde formüle edilebilir. Ancak en temel nokta çocuğun kaybı olup olmadığı, olaydan ne derece etkilendiği, geçmiş yaşantısı, .ncesinde benzer bir travma ya da stres faktörünün olup olmadığı, psikoterapiye hazır olup olmadığıdır. Hem yetişkinler hem çocuklar için de geçerli olan şudur ki psikoterapiye hazır olmayan kişiye zorla müdahale edilmez ve kişinin psikoterapiyi reddetme hakkı her zaman vardır."

DİPNOTLAR

1 Wilson EO. Sociobiology: The New Synthesis. Harvard University Press, 1975 (ISBN: 0-674-00089-7).

2 Adolphs R. Cognitive neuroscience of human social behaviour. Nat Rev Neurosci, 4: 165-178, 2003.

Travma
Psikiyatri
Psikoloji
İsmail Tayfun Uzbay
Ejder Akgün Yıldırım
Deprem
6 Şubat Depremleri
Hatay
Kahramanmaraş
Toplumsal travma
Ruhsal travma
Sosyoloji
Ekonomik kriz
Eğitim
Şiddet
Kadına şiddet
Sayı 014

BENZER

Çoğunluğu “izlenimci” olarak tanımlanan ressamlar tarafından yaklaşık 200 yıl boyunca tuvale yansıtılmış iki yüzün üzerinde İstanbul resminden oluşan önemli bir koleksiyon var. Sizi, bu koleksiyondan seçtiğimiz örneklerle bir İstanbul turuna çıkmaya davet ediyoruz.
Yeldeğirmeni Sanat Merkezi, tüm aya yayılacak klasik ve caz müzik programıyla müzikseverlere biraz olsun nefes aldıracak.
İki denizi ve bir boğazı olan şehrimizde halkın denizle kaynaşması, 1920’li yıllarda İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar sayesinde başlıyor. Plajlar, 1930’larla birlikte, vapur işletmesi Şirket-i Hayriye’nin Boğaz’ı hareketlendirerek vapur seferlerini arttırmaya yönelik çalışmalarının da yardımıyla yavaş yavaş şehrin yaşam kültürü defterine adını yazdırıyor.