1923-1933
YOKTAN VAR EDİLEN ÜLKE
Cumhuriyet’in ilk 10 yılı, tıpkı Faruk Nafiz Çamlıbel’in sözlerini yazdığı “10. Yıl Marşı”nda da geçtiği gibidir: Yoktan bir ülkü ve ülke yaratılır. Tıpkı Cumhuriyet'in ilanından üç yıl önce yoktan bir meclis binası yaratıldığı gibi. 1920’de meclis binası olarak Ulus’taki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kulüp binası olarak inşa ettirmeye başladığı ama yarım kalan yapı seçilmiştir. Milletvekillerinin oturacağı sıralar okullardan, halılar ile sobalar evler ile dükkanlardan, gaz lambaları kahvehanelerden alınır. Daha çatısı yapılmamış bina için Ankaralılar kendi evlerinin kiremitlerini getirir. Sonraki 10 yıl boyunca Ankara ve Türkiye böyle bir dayanışma ile ayağa kaldırılacaktır.
19 Ocak 1925’te Yol Mükellefiyeti Kanunu çıkar. Buna göre öğrenciler, silah altında olanlar, engelliler ve altıdan fazla çocuğu olanlar dışında 18-60 yaş arası erkekler yılda 6-12 gün yol yapımında çalışacaktır. Çünkü köyleri kasabalara, kasabaları şehirlere bağlayan doğru düzgün yol yoktur Anadolu’da. Yol yapımında çalışmak istemeyenler ise yol vergisi ödeyecek, toplanan para sadece yol yapımında kullanılacaktır. Böylece bir yılda 30 bin km’ye yakın yol ya sıfırdan yapılır ya da onarılıp düzeltilir.

1923-1927 arasında sınırlı yerel olanaklarla demiryolu yapımına devam edilirken savaş sırasında tahrip edilen hatlar onarılır, yıkılan köprülerin yerine irili ufaklı demir köprüler inşa edilir, tünel duvarları sağlamlaştırılır ve Haydarpaşa Garı tamir edilir. Cumhuriyet’in kuruluşunda 4 bin 112 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1926’da 4 bin 459 km’ye, 1930’da 5 bin 639 km’ye ulaşır.
Başkentten çok kasabayı andıran Ankara’nın imarına girişilir. 1924’te Carl Christoph Lörcher’e, bu planın yetersiz kalması üzerine de 1928’de yine bir Alman olan mimar Hermann Jansen’e birer nâzım planı sipariş edilir.
1925’te Mustafa Kemal Paşa, kendi aylıklarından parça parça satın aldığı bir kısmı bataklık, kıraç arazide hemen herkesin başarısız olacağını düşünerek karşı çıkmasına rağmen Orman Çiftliği’ni inşa ettirmeye başlar. 1937’de tüm çiftlik arazisini Hazine’ye bağışladığında içinde 220 dönümlük bağ, 375 dönümlük sebze yetiştirmeye elverişli bahçe, 6 bin 600 ağaçlık zeytinlik, 1654 ağaçlık portakallık, 15 dönüm kuşkonmazlık, 100 dönüm park ve bahçe alanı, 2 bin 650 dönüm çayır ve yoncalık, 1450 dönüm yeni orman ve 148 bin dönüm ziraat arazisiyle meralar bulunmaktadır.

1924’ten itibaren sınavla seçilen parlak gençler, farklı alanlarda eğitim almak üzere tam burslu olarak Avrupa’ya gönderilir. Mustafa Kemal, yola çıkmalarından önce bu gençlere birer telgraf çeker. Telgrafta “Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum, alev olarak geri dönmelisiniz” yazmaktadır. O isimlerden biri, tıp doktoru ve Türkiye’nin 17. Başbakanı Sadi Irmak’tır.
Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi, 27 Mayıs 1928’de kurulur. 2011’de kapatılana kadar yerli verem, kuduz, çiçek, tifüs, boğmaca, grip aşısı üretecektir. Kısa sürede büyük ilerleme sağlanır, 1932’de kurumun serum üretimi ülke ihtiyacını karşılayacak düzeye gelince dışarıdan serum ithali durdurulur.
1 Kasım 1928 tarihinde "Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun"un kabul edilmesiyle Harf Devrimi olarak adlandırılan bir süreç başlar. Osmanlı alfabesinin resmîyetinin son bulmasıyla Latin harflerini esas alan yeni Türk alfabesi yürürlüğe girmiş olur.

1933-1943
İLK SANAYİLEŞME GİRİŞİMLERİ
Cumhuriyet’in 10. yılını kutlama hazırlıkları, daha yılın başında, Ocak 1933’te başlar. Kutlama programı genelgeyle belirlenir. Buna göre belediyesi olan yerlerde ordu, jandarma, memurlar, öğrenciler ve halkın katıldığı geçit resmi yapılacak, kutlama İstiklal Marşı ile başlayıp bitirilecek, merasimin yapıldığı şehir ve kasabaya bağlı nahiye ve köylerden gelen millî kıyafetli, atlı veya yaya halk merasime katılacaktır. Geçit töreninden sonra gece fener alayları düzenlenecek, büyük cadde ve sokaklara Cumhuriyet’in onuncu yılına kadar gerçekleştirilen inkılap eserlerini anlatacak renkli levha ve resimler konulacaktır.
Bayram tatili üç güne çıkarılacak, devlet nakil araçlarına, bayramdan on gün önce başlayarak on gün sonrasına kadar yüzde 50 indirimli tarifeler uygulanacak, tiyatro, sinema, temsil, konferans ve bina cephelerine levha asılacak, bayram donanmalarının komitelerce ücretsiz temin edilmesi sağlanacaktır.
Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim sabahı TBMM’de kordiplomatik delegeleri, elçileri kabul eder, halkı selamlayarak kutlamaların merkezi olan Hipodrom’a geçer. İstiklal Marşı’nın ardından hem meydanı dolduran kalabalığa hem de radyo başındakilere dört sayfadan oluşan Onuncu Yıl Nutku’nu okur.
Her ilde kutlamanın yapıldığı meydanların adı daha sonra “Cumhuriyet Meydanı” olarak değiştirilir. Ayrıca bayram süresince bütün vatandaşlara söz söyleme imkânı vermek üzere şehrin en büyük meydanına bir kürsü konulur. Konuşmak isteyenler, inkılabın lehinde komitenin belirteceği sıraya bağlı kalmak kaydıyla konuşma yapar.
Bayrama özel posta pulu, sigara paketleri basılır. Hilal-i Ahmer onuncu yıl nedeniyle özel iskambil kâğıdı yaptırır. Bayram süresince müzeler açık tutulur.
Yine kutlamalar dahilinde Ankara Numune Hastanesi, Sıhhiye Enstitüleri, Ziraat Enstitüleri ve Eskişehir Şeker Fabrikası’nın açılışları yapılır.
İstanbul’daki törenler için Beyazıt ve Üniversite Meydanı’nda yaklaşık 150 bin insan toplanır. 30 bin kişi geçit resmine katılır. Akşam fener alayı, Dolmabahçe Sarayı’nda bir balo düzenlenir. 10. yıl, bugünden bakıldığında bile Cumhuriyet tarihinin en görkemli kutlamalarına sahne olur.
1934’te Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı hazırlanır. Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası, bu plan kapsamında kurulur. Hammaddesi tamamen yurt içinde üretilen pamukları işlemek üzere kurulan fabrika, Sovyetler’den alınan krediyle inşa edilir. Amaç halka ucuz ve sağlam giysi sağlamaktır. Fabrikanın temelini 20 Mayıs 1934’te Başbakan İsmet İnönü atar. Fabrika, 16 Eylül 1935’te Ekonomi Bakanı Celâl Bayar ve SSCB’den gelen misafir teknik heyetin katılımıyla hizmete açılır. O yıl fabrikada iki bin beş yüz erkek, dört yüz kadın işçi ve 155 memur çalışmaktadır. Türkiye’de sanayileşme hareketini başlatan ve devlet tarafından yapılan ilk tesis olan Sümerbank Kayseri Bez Fabrikası, büyük bir devrimin eseridir.
Özellikle eğitimde istenen ilerlemenin sağlanamamış olması Atatürk’ü endişelendirmekte ve üzmektedir. Günümüzde millî eğitim bakanlığı olarak bilinen kurum 1923'ten bugüne birçok isim değiştirir. 1923- 1935 yılları arasında Maarif Vekâleti olarak isimlendirilen kurumun başına Mustafa Necati geçer. Aynı zamanda avukat olan Necati, uzman öğretmen yetiştirmek üzere Avrupa'ya öğrenci göndermek, 10 bölge merkezinde öğretmen okulu inşaatı başlatmak, ortaöğretimin parasızlaştırılması ve okul kitaplarının bakanlıkça bastırılması gibi birçok devrim niteliğindeki adımın başındaki isimdir. O zamanlar adı Kültür Bakanlığı olan Milli Eğitim Bakanlığı’nda göreve getirilen isimler sürekli değişmektedir. 1935’te, devrim ilkelerine bilimsel yöntemlerle bağlı bir eğitim politikasını hayata geçirebilecek kişi olarak Saffet Arıkan seçilir ve bakanlığa getirilir. Eğitimci olmayan Arıkan, kendini işine adayacak, ülkenin gerçeklerini bilen bir genel müdür aramaya başlar ve sonunda Gazi Eğitim Enstitüsü yöneticisi ve resim-iş bölümü öğretmeni İsmail Hakkı Tonguç’ta karar kılınır. Arıkan ile Tonguç, Türkiye’de yeni bir eğitim anlayışının temellerini atacaktır. Bu isimlere 1938 yılında yeni Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel eklenecektir. Hasan Âli, Atatürk vefat ettikten sonra Aralık ayında milli eğitim bakanı olacaktır.
1933’te Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesi, Türkiye’ye yeni bir göç dalgası başlatır. Nazi rejiminin zulmüne uğrayan 80’den fazla ünlü Alman bilim insanı ve sanatçı Türkiye’ye sığınır. Cenevreli pedagoji profesörü ve siyaset bilimci Albert Malche, mevcut Türk üniversitelerinde reform ihtiyaçlarını ve imkânlarını araştırmak ve gerekli önerileri yapmak üzere Türk Hükûmeti tarafından görevlendirilir. Malche’nin verdiği bilgiler, Atatürk başkanlığındaki Türk Hükûmeti’ne ve Eğitim Bakanı Reşit Galip’e benzersiz bir fırsat sunar: Almanya’daki Nazi rejimi nedeniyle göç etmek zorunda kalan tanınmış bilim insanları Türkiye’deki üniversite alanında yapılması istenilen reform çalışmalarında yer alacaktır. Mimar Bruno Taut, ünlü ekonomistler Alexander Rüstow, Gerhard Kessler ve Wilhelm Röpke Türk üniversitelerinin veya 1935 yılında Dr. Ernst Praetorius Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kurulmasına yardımcı olurlar. Clemens Holzmeister, Atatürk’ün emriyle Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Çalışma Bakanlığı binalarının projesini ve yapımını üstlenir. Ernst Reuter, Ulaştırma Bakanlığı’nda idari ve trafik konularında uzman olarak çalışır ve Şehir Planlaması Enstitüsü’nün kurulmasında yer alır.
1936 yazında, hâlâ bir soyadı seçmemiş olanlar birkaç kez uzatılan süre dolmadan evvel bir soyadı alabilmek için nüfus müdürlüklerine koşmaktadır.
Aynı yıl kasım ayında SEKA yani İzmit Kağıt Fabrikası açılır. Cumhuriyet’in büyük sanayi hamlelerinden biri olan fabrikanın müdürü, Türkiye’nin ilk kâğıt mühendisi Mehmet Ali Kağıtçı’dır. SEKA 1998’de özelleştirme kapsamına alınır ve 2005’te üretimi tamamen durdurulur.
Cumhuriyet’in ilk yılları musiki inkılabına da sahne olur. Halk türküleri derlenmeye başlanır. Hatta bunun için ünlü Macar besteci Bela Bartok 1936’da Türkiye’ye gelir.
Cumhuriyet’in 15. yılı kutlamaları yine coşkulu fakat Atatürk’ün hastalığı nedeniyle buruktur. Buna rağmen 10. yıl kutlamalarından daha yoğun bir yayın ve kutlama faaliyetine sahne olur. Atatürk, bayramdan 11 gün sonra hayata gözlerini yumar.
Celâl Bayar’ın başbakanlığı sırasında yaşanan, resmî belgelere “Dersim İsyanı” adıyla geçen olaylar sonunda Seyit Rıza ve oğlu idam edilir. Geride tarihe gömülen büyük bir acı kalır.
17 Nisan 1940 tarihli yasa ile Köy Enstitüleri resmen kurulmuş olur. Amaç, köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmalarıdır. Zorunluluktan değil özveriyle öğrenci yetiştirecek öğretmenler aranmaktadır. Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kurulur. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni değildir. Aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğrenmektedir. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardır. 10 yıl sonra ülkedeki toplam köy öğretmenlerinin üçte ikisi bu okullardan yetişmiştir.
Bu arada II. Dünya Savaşı patlak vermiş, tarafsızlığını koruyan Türkiye için yokluk dönemi başlamıştır. 1942’de ekmek karneye bağlanır. Kişi başına günlük ekmek istihkakı yedi yaşına kadar çocuklar için 187,5 gram, yedi yaşından büyükler ve yetişkinler için 750 gram olarak belirlenir. Savaş bitene kadar ekmek karneyle satılmaya devam edecektir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, “Bizi ekmeksiz bıraktın” diye eleştirenlere “Evet, ekmeksiz bıraktım ama babasız bırakmadım!” der. Türkiye savaşa girmez ama yine de bombalanır.
Kasım 1942’de Varlık Vergisi Kanunu çıkarılır. Resmî gerekçesi, hükûmet tarafından “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek” olarak açıklansa da Aralık 1942 ve Ocak 1943’te İstanbul’da gayrimüslimlere ait binlerce taşınmaz mülk el değiştirir. El değiştiren mülkler arasında İstiklal Caddesi’ndeki yapıların büyük bir kısmı bulunmaktadır. Satılan mülklerin yüzde 67 kadarı Müslüman Türkler, yüzde 30 kadarı da resmî kurumlar tarafından alınır. 21 Ocak 1943’ten itibaren İstanbul’da binlerce gayrimüslime ait ev ve işyerleri haczedilerek haraç mezat satılacaktır.

1943-1953
ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ
27 Ocak ile 3 Temmuz 1943 arasında, Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen ve tümü gayrimüslimlerden oluşan toplam 1229 kişi çalışmak üzere Erzurum Aşkale’ye, bir kısmı oradan Eskişehir Sivrihisar’a yollanır. II. Dünya Savaşı’nın kritik günleridir, 1943 Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on ay sonra evlerine gönderilir.
Kadının ekonomiye katkı sağlaması, millî iktisat politikasının bir parçasıdır. Biçki dikiş kursları, akşam kız sanat okulları sayesinde kadınlardan oluşan bir terzi ordusu yaratılır. 1945’te kurulan Kız Olgunlaşma Enstitüleri’nin amacı, en az ilköğretim okulunu bitirmiş öğrencilerin Türk giyim ve el sanatları konusunda bilgi ve becerilerini geliştirmelerine imkân sağlamaktır. Enstitüler yıllar içinde Paris’ten New York’a uzanan defileler düzenler, kraliyet düğünleri için hediyeler hazırlar. Sophia Loren, Kraliçe II. Elizabeth gibi isimlere siparişler hazırlanır. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’ndaki yatağını örten Türk bayrağı da bu enstitülerden birinde dikilmiştir.

Celâl Bayar, 7 Ocak 1946’da Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü ile birlikte Demokrat Parti’yi (DP) kurar. Aynı yıl yapılan seçimlere hazırlıklı olmadıklarından Meclis’e ancak 65 milletvekili sokabilirler. Türkiye’de artık çok partili sisteme geçilmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası ilk olimpiyatlar 1948’de Londra’da düzenlenir. O sene Türkiye bugüne kadar aşılamamış bir başarıya imza atar: Sporcularımız altı altın, dört gümüş, iki bronz madalya ile ülkeye döner. Türkiye genel sıralamada Finlandiya’nın ardından altıncı olur. Kafilede Gazanfer Bilge, Yaşar Doğu, Celal Atik, Lefter Küçükandonyadis de vardır.
14 Mayıs 1950 seçimlerinde DP oyların yüzde 55’ini alarak iktidar olur. Sonraki 10 yıl boyunca Celâl Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan ve Refik Koraltan meclis başkanı olarak görev yapacaktır. 1950’de Kuzey Kore’nin Güney’i istila etmesi üzerine BM Güvenlik Konseyi, üye ülkelere yardım çağrısında bulunur. Menderes hükûmeti, Meclis onayı almadan 4 bin 500 kişilik bir tugayın Güney Kore’ye gönderileceğini açıklar. Savaşın sonuna kadar bu sayı 14 bin 939’u, hayatını kaybeden asker sayısı ise 722’yi bulacaktır. Cumhuriyet tarihinde ilk kez ülke sınırları dışına askerî birlik gönderilmektedir. Bu destekle de bağlantılı olarak 1952’de Türkiye NATO’ya üye olur.
NATO’nun kurulması ve Truman Doktrini’nin ilanıyla dünya artık iki kutuplu bir düzene geçmiştir. NATO kadar Truman Doktrini de Türkiye’yi yakından ilgilendirmekte ve etkilemektedir. Marshall Planı bu doktrinin devamı niteliğindedir. Plan, 1948-1951 arasında yürürlüğe konan, ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. Türkiye bu paket kapsamında 137 milyon dolar yardım alır.

Yaklaşık yedi yılda ülkeye 17 bin 342 öğretmen, 8 bin 756 eğitmen, 57 yazar ve şair kazandıran Köy Enstitüleri, CHP iktidarında sekteye uğrayıp küçültülürken DP iktidarında, 27 Ocak 1954'te tamamen kapatılır. Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğu, karma eğitimle kızların namusunun lekelendiği iftiraları, karalamaları ve saldırıları giderek artmıştır. Oysa bu kurumların açılışından kapanışına kadar geçen sürede, 15 bin dönüm arazi tarıma elverişli hâle getirilir, buralara su kanalları açılır. Yaklaşık 750 bin fidan,1.200 dönüm bağ tesis edilir. Öğrenci ve öğretmen katkılarıyla 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km yol yapılır.
Sonraki yıl, 6-7 Eylül 1955’te, İstanbul’daki gayrimüslim azınlığa özellikle de Rumlara ve onların mal varlıklarına yönelik saldırılar gerçekleşir. İki gün süren yağma ve saldırılarda 11 kişi öldürülür. Resmî rakamlara göre 30, gayriresmî rakamlara göre 300 kişi yaralanır. Ayrıca 4 bin 214 ev, 1.004 iş yeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğrar. Maddi hasarın, o günün değerine göre 150 milyon-1 milyar Türk lirası arasında olduğu tahmin edilmektedir. Oysa DP Hükûmeti zarara uğrayıp tescil ettirenlere sadece 60 milyon Türk lirası civarında tazminat öder.
1958’de Cumhuriyet tarihinin en büyük devalüasyonu yaşanır. 1959’da gazete kapatmaları başlar. Muhalefet lideri İnönü iki kez saldırıya uğrar. 27 Nisan 1960’ta muhalefetin siyasi huzursuzluklar çıkardığı iddialarını araştırması ve gerekirse siyasi yasaklar getirebilmesi için Tahkikat Komisyonu kurulur. Komisyonun kurulması yeni bir süreci tetikler.
27 Mayıs 1960’ta Millî Birlik Komitesi tarafından askerî bir darbe yapılır. Komite, ihtilalin başına emekli Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’i getirir. 14 Ekim’de Yassıada Duruşmaları başlar ve Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ile 11 kişi daha idama mahkûm edilir. Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan 16 Eylül 1961’de, Adnan Menderes ise bir sonraki gün idam edilir. Celâl Bayar, yaşlı olduğu için cezası müebbete çevrilmiştir.
Askerî Darbe sonrası tezat oluşturacak biçimde Türkiye tarihinin en özgürlükçü anayasası hazırlanır. Toplu sözleşme ve grev hakkı, sendikal haklar tanınır, üniversitelere özerklik tanınır, Anayasa Mahkemesi kurulur, yargı bağımsızlığının altı çizilir. Cumhurbaşkanı olan Cemal Gürsel, yeni anayasanın yürürlüğe girdiği 1961 yılını ikinci cumhuriyetin kuruluş yılı ilan eder.
Tamamen Türkiye'de tasarlanan ilk yerli otomobil Devrim, 1961 yılında, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in talimatıyla, Eskişehir Demiryolu Fabrikası'nda, 129 günde üretilir. Bu iş için farklı şirketlerde çalışan 24 mühendis görevlendirilmiştir. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına yetiştirilen otomobil ile Cemal Gürsel Anıtkabir’i ziyarete gider.
Bu arada Türkiye’den Almanya’ya dış göç, kırsaldan büyük kentlere iç göç yükselmektedir. 27 Mayıs’tan sonra kurulan Devlet Planlama Teşkilatı, Beş Yıllık Kalkınma Planları hazırlar. O plan çerçevesi içinde işçileri dışarıya toplu göndermek ve onlardan gelecek parayı değerlendirmek gündeme gelir. Ülke yüksek dış borç ve işsizlikle boğuşmaktadır. 30 Ekim 1961'de Almanya ve Türkiye arasında İşgücü Anlaşması imzalanır ve aynı yıl ilk işçiler gitmeye başlar. Bu tarih, bugün her iki toplumu da yeniden şekillendirecektir. Başlangıçta “misafir işçilerin” Almanya’nın inşasına destek olması, sonra da ülkelerine geri dönmesi planlanmıştır. Ancak işçilerin makine değil insan olduğu gerçeği, süreli olarak planlanmış bu anlaşmadan uzun bir göç hikâyesinin, Türk-Alman nesillerin doğmasına yol açar.
Aynı dönemde yurt içinde kuvvetli bir göç dalgası yaşanmaktadır. Gecekondu kelimesi ilk kez 1947’de kullanılmaya başlanmışsa da 50’lerin ikinci yarısı ve özellikle 60’larda Ankara ve İstanbul’un periferisi gecekondularla dolmaya başlayacak, kentliler gecekondu gerçeği ile tanışacaktır.

1963-1973
İLK AVRUPA BİRLİĞİ HEDEFİ
1964’te Türkiye’nin geleceğini biçimlendiren iki önemli olay meydana gelir. 29 Kasım’da Adalet Partisi genel başkanlığına seçilen ve o tarihte henüz 40 yaşında olan Süleyman Demirel, uzun yıllar önce başbakan sonra cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi yönetecektir. Böylece mühendis siyasetçiler dönemine de girilmiştir. İleride başbakan olacak Necmettin Erbakan, Turgut Özal gibi isimler de İTÜ’den dönem arkadaşıdır.
1 Aralık’ta ise önceki yıl imzalanan Ankara Antlaşması’na göre Avrupa Birliği üyeliği için hazırlık dönemi başlar. Yaklaşık 60 yıl sonra bugün AB üyeliği, Türkiye’ye belki o tarihte olduğundan çok daha uzak.
1963’teki İzmir Fuarı’nda, Bernar Nahum ve Rahmi Koç’un dikkatini İsrail yapımı bir fiberglas araç çeker. Sac kalıp üretimine göre çok ucuz olan bu yöntem Vehbi Koç’u yerli otomobil konusunda cesaretlendirir. Böylece 1966 yılı sonlarında Anadol doğacaktır. Otomobilin ismi yarışmayla belirlenir, ambleminde Hitit heykellerinden esinlenilir.
İstanbul’da, özellikle de Sultanahmet’te, 1964’te başlayan beatnik (ya da bitnik) hareketliliği, 1966’nın ilkbaharında tatlı bir istilaya dönüşür. 1968’de beatnik yerine hippi kullanılmaya başlanır. Sonrasını Derya Bengi dergimizin 10. sayısında şöyle anlatıyordu: “Basında onlara takılan sıfatlar ‘asalak’tan ‘murdar’a, ‘âdem baba’dan ‘sahte evliya’ya, ‘yalın ayak, başı kabak’tan ‘pabucu yarım’a, ‘pis turist’ten ‘bitli turist’e uzanıyordu.
Lale Pastanesi, Divanyolu üzerinde, çaprazdan Sultanahmet Meydanı’na göz süzen, 1957 yılında Çolpan ailesi tarafından açılan, dışarıdan bakınca camekânlarında dizi dizi muhallebi, sütlaç, tavukgöğsüçanakları görünen alelade bir muhallebiciydi. Hippilere (ya da ‘çiçek çocukları’na), devrin diğer sol gençlik hareketleriyle kıyaslandığında örgütsüz, yumuşak başlı, pasifist, kaçak güreşen tutumları nedeniyle eğer şakayla karışık ‘muhallebi çocukları’ denebilirse buluşmak için bir muhallebiciden iyisini mi bulacaklardı? Buraya doluşmaya başladıklarında Lale Pastanesi’ni bildikleri dilde Pudding Shop’a çevirdiler, rengârenk yeni bir tabelayla bu adı tescillediler. Pudding Shop’ın kahvaltısı doyurucu, ıspanaklı yumurtası namlıydı. Değişim neskafeyle başladı, makarnalardan köfteye, dönere kadar uzandı, Pudding Shop-Lale Restaurant dört başı mamur bir lokanta hâlini aldı. Ama çok daha önemlisi, burası masalarında saksofon üflenen, gitar tımbırdatılan bir müzik dershanesi, duvardaki tahtada çeşit çeşit haberleşme notları yazılı alternatif bir PTT’ydi.
İran Konsolosluğu’na en kestirme hangi yoldan gidilir, motosiklet tamirinden anlayan var mı, falanca kişiler Hindistan’dan ne zaman dönüyor, filanca otelde yatak boşaldı mı, her derde deva not kâğıtları üst üste asılıydı. Kimi kolyesini, heybesini, gömleğini bu yolla satıyor, kimi bu notlarla uzak diyarlara gidecek ekip kuruyordu: “Afganistan’a kadar arabamda 15 dolar karşılığında iki kişilik yer var. Yarın sabah 7’de hareket ediyorum.”
Ekim 1965’te yapılan genel seçimler sonrası ülkeye Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi koalisyonu hükûmet ederken başbakanlığa Süleyman Demirel gelir.
Bu arada Kıbrıs’ta gerilim giderek tırmanmaktadır. Kasım 1967’de Rauf Denktaş, Rumlar tarafından tutuklanır. TBMM’de 18 saat süren gizli görüşme sonunda hükûmete, silahlı kuvvetleri kullanma yetkisi verilir. Kıbrıs’taki Türk köylerine Yunan saldırılarının ardından Yunan kuvvetlerine Türk hava saldırıları düzenlenir.
1968’de öğrenci olayları da başlamıştır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Devrimci Hukukçular Örgütü’nü kurar, birkaç ay sonra Ankara Dil Tarih Coğrafya’da ilk öğrenci işgali gerçekleşir. 6. Filo’nun İstanbul ziyareti sırasında yükselen protestolarda can kayıpları yaşanır.
Necmettin Erbakan, 26 Ocak 1970’te İslami kimlikli Millî Nizam Partisi’ni kurar. Parti ertesi yıl şeriatı savunduğu gerekçesiyle kapatılır. Erbakan bu kez Millî Selamet Partisi’ni (MSP) hayata geçirir. Siyasi felsefesine “Millî Görüş” adı vedilir.
12 Mart 1971 Muhtırası’nın ardından yakalanan Deniz Gezmiş ve arkadaşları, 6 Mayıs 1972’de idam edilir.

Cumhuriyet’in 50. yılı, Boğaziçi Köprüsü’nün açılışıyla kutlanır. İki ay sonra, 15 Aralık 1973’te İsmet İnönü yaşama veda edecektir. Ekim 1973 genel seçimleri, 12 Eylül 1980’e kadar sürecek bir istikrarsızlık dönemi başlatır. Yeni hükûmet CHP-MSP koalisyonuyla kurulur.
50. yıl kutlamaları kapsamında İstanbul Belediye Başkanı Fahri Atabey, şehrin farklı yerlerine konmak üzere 20 heykel sipariş eder. Bu heykellerden biri olan “Güzel İstanbul,” Karaköy Meydanı’na yerleştirilir. İstanbul’u, başını geriye atmış oturan bir kadın gibi sembolize eden heykel nedeniyle MSP kadroları kıyameti koparır ve “Güzel İstanbul” Yıldız Parkı’na yerleştirilir.
Bu dönem aynı zamanda Necmettin Erbakan’ın “ağır sanayi hamlesi” planları ile tanışır ülke. Erbakan sürekli bundan bahsederken ülkenin her yerine temel atmaktadır ancak temeller tesise dönüşmez. Sonunda Erzincan Cumhuriyet Senatörü Niyazi Ünsal, 11 Temmuz 1976’da Erbakan’ın Erzincan’da attığı bir temeli arabasının bagajına yükleyip TBMM’ye getirir. Meclis önünde basın toplantısı düzenleyerek temelin devlet kayıtlarında bulunmadığını açıklar. “Otomobil bagajında taşınan bu temel Milliyetçi Cephe Hükûmeti’nin bir süredir yurt düzeyinde attığı sahte temellerden birisidir” der. Ünsal hakkında bu basın toplantısının ardından “temel çalma” suçundan dava açılır.
70'li yıllar, daha sonrasında dört dönem başbakanlık yapacak olan Mustafa Bülent Ecevit'in siyasette etkin rol üstlendiği yıllardır. CHP, Ecevit'in liderliğinde 14 Ekim 1973'te yapılan genel seçimlerde birinci parti olur. 26 Ocak 1974'te ilk kez başbakanlık koltuğuna oturan Ecevit'in bu tarihten sadece 4 ay sonra vereceği kararla dünyanın gözü Türkiye'ye çevrilir.
20 Temmuz 1974 sabaha karşı, Türkiye, tarihinde ikinci kez ülke dışında savaşmak üzere harekete geçer. Kıbrıs Çıkarması başlamıştır.
1975’te Türkiye, ilk defa Eurovision Şarkı Yarışması’na katılır. Elemeler aylarca sürer, televizyonlar günlerce yarışan şarkıları dinletir. Nihayetinde Semiha Yankı’nın seslendirdiği “Seninle Bir Dakika” Eurovision’da yarışan ilk şarkı unvanını kazanır.
Ülkede öğrenci ve işçi eylemleri artarak sürmekte, sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasında çatışmalar yaşanmakta, demokratik kitle örgütleri ülkedeki koşulları protesto etmektedir.
1977’de 36 kişinin öldüğü kanlı 1 Mayıs yaşanır. Tırmanan süreç, 12 Eylül 1980’de başında Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in bulunduğu askerî darbe ile sonuçlanır. Darbe sonrası sıkıyönetim döneminde 650 bin kişi gözaltına alınır, 7 bin kişi hakkında idam kararı verilirken 50 kişi idam edilir. Bu isimler arasında henüz 17 yaşında bir çocuk olan Erdal Eren de vardır. İşkencelere dayanamayan 200’e yakın kişi hayatını kaybeder.
“Sakıncalı” olduğu gerekçesiyle 1 milyon 683 bin kişi fişlenir, 30 bin kişi Türkiye’den çıkmak zorunda kalır. Gazetecilere toplam 3 bin 314 yıl 6 ay hapis cezası verilirken 30 ton gazete yakılır. Her türlü siyasi faaliyet yasaklanır, tüm siyasi partiler kapatılır.
Askerî cunta yönetimi 1983’e kadar devam edecektir.

1983-1993
LİBERAL EKONOMİ VE ÖZELLEŞTİRMELER
12 Eylül Darbesi, ülkeyi yeni bir siyasi figürle tanıştırır: Turgut Özal. Darbenin ardından Bülent Ulusu tarafından kurulan hükûmette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevini üstlendiğinde geniş kitleler onu henüz tanımamaktadır. Ancak 1982’de istifa eder, 1983’te Anavatan Partisi’ni kurar. O yıl, yapılan darbe sonrası ilk genel seçimde partisi yüzde 45,14 oy alınca hükûmeti kurarak başbakan olur.
1980’li yıllar, tüm dünyada yeni bir sağ anlayışın egemen olmaya başladığı dönemdir. İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan iktidardadır. Özal’ın liberal ve muhafazakâr politikaları destek görür, hatta onu küresel bir siyasi figür hâline getirir. Onun siyasi anlayışı daha sonra Özalizm/Özalcılık olarak anılacaktır. Özal, kamunun küçültülmesini, özelleştirmeleri, serbest piyasa ekonomisini, bireyin girişimciliğini savunmaktadır.
1985’ten itibaren 244 kuruluştaki kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 386 taşınmaz, altı otoyol, iki Boğaz köprüsü, 103 tesis, altı liman, şans oyunları lisans hakkı ile araç muayene istasyonları özelleştirme kapsamına alınır. Halka arz yöntemiyle özelleştirilen kuruluşlar arasında Kepez Elektrik, Erdemir, POAŞ, Çukurova Elektrik, PETKİM, THY, TÜPRAŞ vardır.
Katma Değer Vergisi ve “orta direk” tanımıyla da Özallı yıllarda tanışır Türkiye. 1985’te İstanbul Menkul Kıymetler Borsası kurulur. 1. Körfez Savaşı sırasında “Irak Savaşı’na Amerikalıların yanında girersek bir koyar üç alırız”, diyen Özal, Meclis onayı almadan ABD’ye hava sahasının açılmasının Anayasa’ya aykırı olduğu eleştirilerine, “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” diyerek siyasi literatüre yeni sözler armağan eder.
“Benim memurum işini bilir” sözünü de kitleler onun ağzından duyacaktır.
1986’da İstanbul Boğazı’na ikinci köprünün yapımına başlanır. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, iki yıl sonra açılır.
Ünlü halterci Naim Süleymanoğlu, Bulgaristan’daki baskılardan kurtulmak ve Türkiye adına müsabakalara katılmak için 1986’da Melbourne’de düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası’nda Türkiye Büyükelçiliği’ne sığınarak Türkiye’ye iltica eder. Türkiye’ye ilticasında ve getirilmesinde Turgut Özal devreye girer.
1990 yılına gelindiğinde Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Başbakan Yıldırım Akbulut ve ana muhalefet lideri Erdal İnönü’dür. O yıl Türkiye’nin ilk özel televizyonu olan Magic Box Star yayın hayatına başlar.
27 Mayıs Darbesi sonrası idam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın naaşları, İmralı Adası’ndan İstanbul’a getirilir ve Topkapı’da yaptırılan anıt mezara devlet töreniyle defnedilir. Yazar Turan Dursun ile akademisyen Bahriye Üçok, birer ay arayla suikaste kurban gider.

1993-2003
SOSYAL, POLİTİK VE JEOLOJİK DEPREMLER DÖNEMİ
1993 yılı ülkenin kaderini değiştirecek ölümlere sahne olur. Ocakta gazeteci-yazar Uğur Mumcu, otomobiline konan bir bomba ile öldürülür. Birkaç gün sonra Maliye Bakanı Adnan Kahveci trafik kazasında ailesiyle birlikte hayatını kaybeder. İki hafta sonra Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in uçağı Ankara’da düşer.
17 Nisan’da Cumhurbaşkanı Turgut Özal kalp krizi geçirerek vefat eder. Sivas’taki Madımak Oteli radikal İslamcılar tarafından ateşe verilir, büyük bölümü aydınlar ve şairlerden oluşan 35 can yitirilir.
Artık Tansu Çiller ve Mehmet Ağar’lı yıllar başlamıştır. 80’li yıllarda Doğu ve Güneydoğu illerinde ilan edilen olağanüstü hâl hâlâ sürmektedir. Bölgede faili meçhul cinayetler, zorla kaybetmeler artmaktadır.
27 Mart 1994’teki yerel seçimler sonrası Refah Partili Recep Tayyip Erdoğan yüzde 25 oyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olur.
3 Kasım 1996’da gerçekleşen Susurluk Kazası, devlet-polis-mafya ilişkilerini ortaya çıkarır.
Kazanın ardından kamuoyu, yasadışı ilişkilerin ortaya çıkarılmasını talep ederek “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemlerine başlar.
Sonraki yıl postmodern darbe olarak anılan 28 Şubat süreci yaşanacaktır.
1995 seçimlerinden Refah Partisi birinci parti olarak çıkmış, Necmettin Erbakan başbakan olmuştur. Erbakan’ın ilk yurt dışı ziyaretini İran’a yapması, ardından da Mısır, Libya ve Nijerya’ya gitmesi eleştiri konusu olur. Libya’da Muammer Kaddafi’nin çadırında, Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlayan ağır sözler karşısında sessiz kalması basın ve muhalefet tarafından büyük tepki çeker. Susurluk Kazası’yla ortaya çıkan kirli ilişkilere “fasa fiso”, “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemine katılanlara ise “gulu gulu dansı yapıyorlar” der. 11 Ocak 1997’de resmî Başbakanlık konutunda tarikat liderleri ve şeyhlere iftar yemeği verir. 4 Şubat 1997’de Sincan’da askerler; 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yapar. 23 Şubat 1997’de Fatih Camii’ndeki öğle namazının ardından bir grup, ellerindeki yeşil bayraklarla “Şeriat isteriz!”, “Yaşasın Hizbullah!” sloganları atarak yürür. Sonunda, 28 Şubat 1997 tarihli Millî Güvenlik Kurulu toplantısından “irtica ile mücadele” kararı çıkar. Erbakan görevinden istifa eder, REFAHYOL Hükûmeti dağılır.
İBB Başkanı Erdoğan’ın kariyeri bu 10 yıllık dönemde inişli çıkışlı seyredecektir. İlk beyiti Mehmet Cevat Örnek son iki beyiti ise Ziya Gökalp'e ait olan bir şiiri Siirt’te okuması sonrası TCK 312/2’den (halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek) yargılanır ve ceza alır. Kararın kesinleşmesi sonrası 26 Mart 1999’da dört ay hapis yatmak üzere cezaevine girer. Artık siyasi yasaklıdır. 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurar, genel başkan seçilir. Parti 2002 seçimlerinde birinci parti olur. Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için başbakanlığa Abdullah Gül getirilir. Yeni meclisin ilk icraatlarından biri Erdoğan’ın siyasi yasağının kaldırılması olur. 2003’te artık başbakandır.
1999-2002 yılları arasında dördüncü ve son kez T.C. başbakanlığı yapmış Bülent Ecevit bu dönemde birçok zorlukla karşı karşıya kalır.
17 Ağustos 1999 sabahı 03.02’de Gölcük merkezli, 7,6 büyüklüğünde bir deprem gerçekleşir. Deprem, resmî raporlara göre 17 bin 480, Meclis araştırması raporuna göre 18 bin 373 kişinin yaşamına mal olur. Tüm dünyadan yardım teklifleri gelirken dönemin Sağlık Bakanı MHP’li Osman Durmuş, Yunanistan ve Ermenistan’ın yardım tekliflerini, ABD’nin 6. Filo’ya bağlı üç gemisini yüzer hastane olarak kullanma önerisini kabul etmez. Bu karar ülkede büyük tepkiye neden olur, Bakan’ın istifası istenir.
1999’un son ayları, milenyuma girerken dijital kıyamet senaryolarıyla geçer. Korkunun nedeni, bilgisayarların yılları son iki haneye göre 98, 99 olarak kullanmasıdır. 1 Ocak 2000’e girildiğinde “zamanın sıfırlanmasından”, yani bilgisayarların 00’ı 1900 olarak algılamasından, bu nedenle de tüm dijital sistemin çökmesinden korkulmaktadır. Kamu hizmeti veren kuruluşlar aylar öncesinden dijital kıyamet için hazırlanmaya başlar. Haberleşme, elektrik, su ve doğalgaz hizmetlerinde bir aksilik olmayacağına dair kamuoyuna garantiler verilir.
İstanbul Valiliği bir dijital kıyamet kriz masası kurar. Bülent Ecevit, yeni yıla Başbakanlık Kriz Merkezi’nde girer ama korkulanların hiçbiri olmaz.
19 Şubat 2001 tarihinde yaşanan ve tarihe "kara çarşamba" olarak geçen, Ahmet Necdet Sezer'in Bülent Ecevit'e Anayasa kitapçığını fırlatmasının ardından ülke büyük bir ekonomik krizin içine düşer.

2003-2013
AKP'Lİ YILLAR
Türkiye 2003 yılında arka arkaya gelen bombalı saldırılarla sarsılır. El Kaide, beş gün arayla İstanbul’daki Bet Israel ve Neve Şalom sinagoglarına, HSBC Genel Müdürlüğü binası ile Birleşik Krallık’ın İstanbul Başkonsolosluğu binasına patlayıcı yüklü birer kamyonetle intihar saldırıları düzenler. Saldırganlar dahil 57 kişi yaşamını yitirir. 2000’lerin başında AKP Hükûmeti, AB üyeliğini somut bir hedef olarak belirlediğini ortaya koymaktadır. Reform çabaları ivme kazanır.
Müzakerelerin açılması için ön şart olan siyasi kriterlerin karşılanmasına yönelik uyum yasası paketleri Meclis’ten geçirilir. Temel hak ve özgürlüklerin kapsamını genişleten, demokrasi, hukukun üstünlüğü, düşünce, ifade özgürlüğü ve insan hakları gibi alanlarda mevcut düzenlemeleri güçlendiren ve güvence altına alan reformlara devam edilir. Bu çerçevede 2002-2004 yılları arasında sekiz Uyum Paketi, 2001 ve 2004 yıllarında da iki Anayasa Paketi TBMM’de kabul edilir. 17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye’nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek 3 Ekim 2005’te müzakerelere başlanması kararı alınır. 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da yapılan Hükûmetlerarası Konferans ile Türkiye resmen AB’ye katılım müzakerelerine başlar. 2006-2010 arasında 13 fasıl müzakereye açılır.
Bu arada özelleştirmelerde yeni bir aşamaya geçilmiş, vites büyütülmüştür. Cumhuriyet’in büyük sanayi hamlelerinden biri olan SEKA Fabrikası 1998 yılında özelleştirme kapsamına alınır, 2005 yılında Sümer Holding ile birleştirilerek kapatılır. 2011’de ise Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü kapatılacaktır.
Haziran 2004’te Ankara-İstanbul arasında çalışacak “hızlandırılmış tren” hizmete girer. Bir ay sonra tren aşırı hız nedeniyle Sakarya Pamukova’da raydan çıkar ve 41 yolcu ölür.
2005’in ilk günü Türk lirasından altı sıfır atılır ve Yeni Türk Lirası tedavüle girer. Özelleştirilenler kervanına Türk-Telekom ve Erdemir de katılır.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007’de suikaste uğrar. Dink uzun zamandır hedef gösterilmekte ve tehdit edilmektedir ancak devlet tarafından korunmaz. Cenazesinde 100 binden fazla insan tabutunun arkasında yürür.
Aynı yıl, laiklik ve askerin siyasetteki yeri tartışmaları büyür. Görev süresi dolmak üzere olan Ahmet Necdet Sezer yerine Erdoğan veya başka bir AK Partilinin cumhurbaşkanı olma ihtimaline karşı farklı illerde Cumhuriyet Mitingleri düzenlenir. 27 Nisan’daki oylamada Abdullah Gül, kullanılan 361 oydan 357’sini alır. Genelkurmay Başkanlığı’nın sitesinden tarihe e-muhtıra olarak geçen bir bildiri yayınlanır. Bildiride laiklik karşıtı gelişmelere dikkat çekilerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nin laikliği savunacağı vurgulanmaktadır. Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclis’te en az 367 milletvekilli bulunması gerektiğine hükmedince erken genel seçim kararı alınır ve 22 Temmuz’daki seçimlerde AK Parti, oy oranını yüzde 46,6’ya çıkarır. Tam bir yıl sonra Ergenekon Davası başlayacaktır.
2010’a gelindiğinde Türkiye’de 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü 32 yıl aradan sonra ilk kez Taksim Meydanı’nda kutlanır. Aynı yıl Anayasa değişikliği referandumu gündemdedir. Askerin yetki ve askerî yargının görev alanını daraltan değişiklik teklifi, 12 Eylül ve darbe anayasası ile hesaplaşmak isteyen çevrelerin desteğini alır. Bu kişiler daha sonra “Yetmez Ama Evetçiler” olarak anılacaktır. Referandumda yüzde 57,88 evet oyu çıkar.
Bir yıl sonra Suriye iç savaşı başlayacak, bu gelişme Türkiye’nin kaderini de etkileyecektir. Savaştan kaçan ilk mülteciler, Reyhanlı’daki Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye sığınır. Sonraki yıllarda sayıları milyonları bulacaktır.

2013-2023
ÇÖZÜM SÜRECİ-GEZİ İSYANI-ARTAN BASKI
21 Mart 2013 tarihi Kürt meselesiyle ilgili çözüm sürecinin miladıdır. Abdullah Öcalan’ın mektubu Diyarbakır’da Nevruz kutlamaları sırasında okunur. Öcalan, PKK’nın Türkiye’deki silahlı güçlerini çekmesini ister.
Çözüm süreci önemli bir açılımdır ancak AKP giderek daha baskıcı bir yönetim benimser. 1 Mayıs 2013’te işçilerin Taksim Meydanı’na çıkmasına izin verilmez. 10 gün sonra Reyhanlı patlamalarında 53 kişi yaşamını yitirir ancak failleri karanlıkta kalacaktır. Erdoğan kadınların kaç çocuk doğurması gerektiğine, nasıl doğurması gerektiğine, öğrenci evlerine, toplu taşımada sevgililerin nasıl oturması gerektiğine dair art arda açıklamalar yapar. İstanbul’da 3. Havalimanı, 3. Köprü, Kanal İstanbul gibi yapılacağı duyurulan altyapı projeleri tepkiyle karşılanır. Nihayet Gezi Parkı’nın sonunu getirecek Topçu Kışlası Projesi’ni açıklaması sonrası parkta ağaç kesimi başlayınca Gezi İsyanı patlak verir. İsyan birkaç gün içinde tüm Türkiye’ye yayılacaktır. 28 Mayıs’ta başlayan eylemler, farklı illerde Eylül ayına kadar sürer.
AKP ile Gülen Hareketi arasındaki kavga, 17 ve 25 Aralık 2013’te iyice su yüzüne çıkar. Erdoğan, Gülen Cemaati’ni “paralel yapı” olarak tanımlar.
Sonraki yıl, Recep Tayyip Erdoğan, halkın oylarıyla seçilen ilk cumhurbaşkanı olur. İnşasına bir yıl önce başlanan ve Atatürk Orman Çiftliği’nin yaklaşık 50 dönümü kullanılarak yapılan Saray, artık Cumhurbaşkanlığı Sarayı olacaktır. SİT alanı olarak korunan Atatürk Orman Çiftliği’nde inşaat yasağı bulunduğu için sarayın inşasının durdurulmasına dair çeşitli mahkeme kararları çıksa da inşaat tamamlanır.
AKP, 7 Haziran 2015 seçimlerinden birinci parti çıkmasına rağmen tek başına hükûmet kuracak çoğunluğu sağlayamaz. Koalisyon görüşmelerinde sonuç alınamayınca yeniden seçim kararı alınır. İki seçim arasında PKK ve IŞİD saldırıları yoğunlaşır. Suruç’ta 34, Ankara’da 109 kişinin öldüğü intihar saldırıları düzenlenir. 1 Kasım’daki seçimlerde AKP, yüzde 49,5 oyla yeniden hükûmeti kuracak çoğunluğu sağlar.
15 Temmuz 2016 akşamı, kendine Yurtta Sulh Konseyi diyen bir grup asker, darbe girişiminde bulunur. Vatandaşların sokağa çıkarak direndiği darbe girişimi kısa sürede bastırılır. İktidar, darbe girişiminden Fethullah Gülen grubunu sorumlu tutar. Ardından ilan edilen olağanüstü hâl sürecinde binlerce kamu görevlisi tutuklanır veya görevden alınır.
Yavuz Sultan Selim Köprüsü 26 Ağustos 2016 tarihinde açılır.
16 Nisan 2017’de “başkanlık sistemi” yapılan bir referandumla kabul edilir. Türk tipi başkanlık sisteminin adına “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” denecektir.
Başkanlık sisteminin kabul edilmesinden sonra yine ulaşım alanında gelişmeler yaşanır. 29 Ekim 2018'de açılan İstanbul Havalimanı ve 18 Mart 2022'de Çanakkale Köprüsü'nün açılması bu gelişmelerdendir.

Tarihçiler ve yazarlar ne diyor?
Karşı devrim iddiaları, yitirilen demokrasi, yok olan kurumlar, kaybedilen değerler, dışlananlar, küskünler, kazanımlar, kayıplar… Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık heybesi pek çok tartışmayla dolu. 29 Ekim 2023’e yaklaşırken yeni yüzyılın adı konusunda bile bölünmüşlük var. AKP “Türkiye Yüzyılı” derken CHP “İkinci Yüzyıla Çağrı” toplantısı yaptı, bir vizyon belgesi açıkladı. Kimi yeni yüzyıldan umutlu, kimi Cumhuriyet’i çoktan kaybettiğimizi iddia edecek kadar karamsar.
Günümüzün koşullarına insan ömrünün sınırlılığından çıkıp tarih perspektifinden baktığımızda her şey daha anlaşılır, daha berrak olabiliyor. Bu nedenle dünü, bugünü ve yarını nasıl gördüklerini tarihçilere ve tarihle ilgilenen gazeteci ve yazarlara sorduk. Tarih profesörü Ahmet Kuyaş, Mustafa Kemal’i yetiştiren koşulları, genç Cumhuriyet’in mücadele ettiği sorunları ve bugünü anlattı. Gazeteci-yazar Fikret Bila karşı devrim tehlikesinin sürdüğünü söylerken yazar Ümit Aktaş toplumun bir bölümünde yaratılan rövanşist duygulara dikkat çekti.
PROF. DR. AHMET KUYAŞ, TARİHÇİ
“Sadece bir ulus devlet olarak değil, ulus olarak da çok genciz”
100 yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti nasıl görünüyor sizce? Yaşına göre sağlıklı mı?
Bence sağlığında bir sorun yok. Şu anda durumdan memnun musunuz diye sorsanız “hayır” diyeceğim ama Cumhuriyet artık toplum tarafından benimsenmiş bir değer. Çok ufak bir hilafetçi azınlık var. Kendine “Elhamdülillah Müslümanım” diyenlerin ezici çoğunluğu onlara dönüp bakmıyor bile. 100 yılda çok daha iyi yerlere gelebilir miydik? Gelebilirdik. Ama her ülke için bunu söylemek mümkün.
Mevcut koşullar içinde 1923’ten geleceğe bakıldığında, bugün yaşadığımız sorunları yaşayacağımız bir ölçüde tahmin edilebilir miydi?
Dünya tarihindeki her devrimin bir restorasyonu olabiliyor. Bu kadarı öngörülebilirdi. Restorasyon tanımını Ahmet Davutoğlu bakanken çok kullanıyordu. Zaten o yüzden birtakım Kemalistler “1946’dan beri karşı devrim iktidarda” diyor. Ben buna katılmıyorum. Bazı meselelerde bunu düşündüren şeyler var ama unutmayalım ki tek partili hayattan çok partili hayata geçmiş dünyada tek ülkeyiz. Kimse beceremedi bunu.
100 yaşında bir Cumhuriyet için genç diyebiliriz, değil mi?
Genç, çok genç. Cumhuriyet kurulduğunda Türk milleti diye bir şey yoktu. Biz sadece bir ulus devlet olarak değil, ulus olarak da çok genciz. Annem babam 1923 doğumluydu, lahmacunu ilk kez 1961’de benim elimde gördüler. Bir İstanbullu, Ankaralı, 1960’lara kadar lahmacun diye bir şey bilmiyordu. Ülkenin batısı doğusunu tanımıyor, hangi ulustan bahsediyoruz. Etimiz ne budumuz ne, ne bekliyoruz? Beklediğimiz şeylerin olabilmesi için yeterli toplumsal ve ekonomik altyapı var mı? Bunları elde etmek için çalışacağız tabii ama elimizdeki ham maddenin ne olduğunu unutmadan yapacağız.
Genelde Cumhuriyet tarihini 10 yıllık dilimler hâlinde ele alma eğilimi var. Bir noktadan sonra bunun bir sebebi de 10 yılda bir darbe olması elbette. Siz 100 yılı bölümleyecek olsanız nasıl yapardınız?
Cumhuriyet tarihini dönemlere ayırmak zor. Doğrusunu söylemek gerekirse 1923’te başlayan dönemi liberalleşme ve İngiltere’ye yakınlaşma politikası bakımından 1934’te mi yoksa 38’de mi bitireceğime karar veremedim. Ben liberalleşmenin Atatürk’ün sağlığında başladığına artık ikna oldum. İlk adımlar 1934’te atılıyor ama meyve vermesi 1936’yı buluyor. O tarihte İngiltere ile iyice içli dışlı oluyoruz. 1937’de Celâl Bayar’ın başbakan yapılmasının bile o programın bir parçası olduğunu düşünüyorum. Çünkü özel teşebbüsün adamı, İş Bankası’nı kurmuş. İsmet Paşa da cumhurbaşkanı olur olmaz jakobenleri dışlayıp daha muhafazakâr, ılımlı diyebileceğimiz isimleri milletvekili yapmaya başlıyor. İmam hatip okulları açsak nasıl olur diye 1941’de konuşulmaya başlanıyor. 1930’ların başında borç almayıp kendi yağımızla kavrulmak gibi bir bakış var. Sıfır faizle, ayni karşılıklar vererek Sovyetler’e yaptırıyoruz fabrikaları. 1936’da ise demir çelik fabrikasının yapımını uzun vadeli ve düşük bir faizle İngilizler üstleniyor. Yaklaşmakta olan savaşta Almanların yanında olmamızı istemiyorlar.
Türk donanması hiç karasularının dışına çıkmazken 1936’da Malta’da İngiliz deniz üssünü ziyaret ediyor. Aynı yıl 8. Edward İstanbul’da Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ediyor. Batı’yla yeniden ahbaplığımızın kurulmasıyla birlikte bizde de yavaş yavaş bir yumuşama başlıyor. İkinci bir bölümleme ise tek parti ve çok parti dönemi olarak yapılabilir. Sonra tabii 27 Mayıs önemli. 12 Mart 1971 benim için çok önemli değil açıkçası ama 12 Eylül’ü böyle bir bölümlemeye almak gerekir. Şu anda dördüncü dönemdeyiz. AK Parti öncesi ve sonrası olarak bölmek gerekecek mi, bunu konuşmak için çok erken.

Sizce Cumhuriyet’in en büyük başarısı nedir?
Cumhuriyet’in kendisidir. Cumhuriyet artık ortak değerimiz oldu. Şunu unutmamak lazım, Cumhuriyet ilan edildiği zaman Mustafa Kemal Paşa’nın yakın çevresinden, silah arkadaşlarından bile homurdananlar olmuştu. Türk toplumu seçim denilen şeyi müthiş benimsedi ve sevdi. Referandumda Ankara ve İstanbul’un az farkla da olsa hayır demesinin nedeni, Erdoğan’ın Meclis’i bir bakıma Yalova Kaymakamlığı durumuna düşürmesi oldu. Toplum vekilini seçip Meclis’e göndermeyi seviyor. 1950 seçimlerine neden “Beyaz İhtilal” diyoruz, bu yüzden. Atatürk’ün partisi iktidardan gidince halk verdiği oyun hakikaten işe yaradığını gördü.
Bundan iki yıl önce İBB Yayınları için 100 yaş ve üzerindeki İstanbullular ile görüşmüş ve bir kitap hazırlamıştık. Konuştuklarımız kurucu nesildi ve aralarında mimarlar, iktisatçılar, akademisyenler, sporcular vardı. Yokluk içinde ama azimle, heyecanla çalıştıklarını, bir ülke inşa ettiklerini anlatıyorlardı. İkinci yüzyıla girerken o seferberlik hâli bir kez daha yakalanabilir mi?
Onların o heyecanını, seferberlik duygusunu anlıyorum. Başka türlü olması imkânsızdı zaten. O heyecan olmasa, Mustafa Kemal başarılı olamazdı ve millet sevdi onu. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bir misyonu vardı: Ülkeyi kurtarmak. Mustafa Kemal öyle parlak bir adam ki bir yandan tarih kitabı okuyor bir yandan Yakup Kadri ile Refik Halid okuyup karşılaştırmasını yapıyor. Bugün hangi bakanımız bize edebiyattan bahsediyor? Eski bakanlarımızın hepsi şairdi. Mustafa Kemal de İnönü de Fransızca, Almanca, İngilizce öğrenmek için çabalıyor. Çünkü misyonları var. O duyguyu yeniden yakalayabiliriz ama bize iyi bir öykü lazım. Bugün beka sorunumuz yok. Yunanlar İzmir’e mi çıktı, Kars Ermenilerin mi olacak, Adana’yı Fransızlar mı alacak? Hayır. Zaten milliyetçiliğin komik tarafı bu işte, hep bir beka meselesinden bahsediyorlar. Bugün o seferberlik duygusunu yaratacak şey beka meselesi değil, iyi bir programdır. Ama bu kimsede yok. Bulan, alıp götürecek ülkeyi zaten. Gençlere “Siz Avrupa’ya gitmeyin, burayı Avrupa yapalım” demek lazım.
Bir de en büyük başarısızlığını sorayım size Cumhuriyet’in…
Ben başarısızlık görmüyorum. Eğitim ve kültür konusunda çok sefil durumda olduğumuzu söyledim ama onun için para lazım. Bunu aslında kuruluş dönemi için söylüyorum ama maalesef bugün için de geçerli. Ama bugün tabii ekonomik değil ideolojik bir mesele var ortada. İyi bir eğitim Batı’yla içli dışlı eğitimdir. Ama işte Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılanlar, ODTÜ’ye yapılmak istenenler ortada. Türkiye, Cumhuriyet’i ilan ettiği zaman, yapacak dağlar kadar şeyi olan parası da neredeyse hiç denecek kadar az olan bir ülkeydi. O yüzden o parayı dağıtırken eğitimi öne alamadılar. Zaten eğitimi öne alsalardı, durum daha kötü olabilirdi çünkü ülkenin eğitimli gençlere verecek fazla bir şeyi yoktu. Dolayısıyla yavaş yavaş gittiler. II. Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü müthiş devrimsel bir şeye başlayarak Köy Enstitüleri’ni kurdu. Bugün hâlâ liberal solda bile Köy Enstitüleri ile alay edenler var, tarihsel olarak büyük bir hata yapıyorlar. Soğuk Savaş’ın da Türkiye üzerinde çok kötü etkisi olduğunu söylemek lazım. Demokrasi adına söylenen her şey “Ooo komünizm” diye eleştirildi. 1923 ila 1939 arasında açılan ilkokul sayısının bir buçuk misli fazlası 1939 ila 46 arasında açılıyor. 26 yılda yapılanın bir buçuk katı altı yılda yapılmış. Çünkü ithalat yok, buna karşılık ihracat yaptığımız için bol paramız var. İthalat olmadığından demiryolu yapamıyoruz, fabrika kuramıyoruz ama cebimiz para dolu. Bunun üzerine eğitime yatırım yapmaya karar veriliyor. O dönem dış ticarette acayip kârlıyız, Almanlara sürekli krom satıyoruz. Karşılığında ne şeker ne çelik alabiliyoruz çünkü herkes savaşta. Eğitime başından beri para harcamak istiyorlar ama ülkeyi birbirine bağlayacak demir yolları yapılması lazım. Şeker, bez fabrikası lazım. Ancak II. Dünya Savaşı sırasında ithalatla birlikte diğer yatırımlar da durunca eğitime sıra geliyor. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte yerel muhafazakârların da etkisiyle okullaşma oranları düşüyor. TÜİK rakamları bunu gösteriyor. Tanzimat’tan itibaren sürekli artan okullaşma oranı 1950 ila 1960 arasında düşüyor. Nasıl olsa bizimkiler iktidarda, çocukları artık okula göndermemiz gerekmiyor diyor halk. Okulda din dersi yok, kitaplarda kız çocuklarıyla oğlan çocukları bir arada, Türk’ten çok Avrupalıya benziyor… Çocuklar İslam’dan uzaklaşacak endişesi var. Bazıları da iktisaden çocuğa ihtiyaç duyduğundan göndermiyor okula. Birçok köyde okul inşaatları duruyor. O günlerde anne-babasının okula göndermediği çocuklar, bugün torunları için en iyi eğitimi istiyor.
Bundan beş yıl evvel verdiğiniz bir söyleşide, “Atatürk ve kurucu kadro bugünün Türkiye’sine baksa bardağın yarısı dolu derler” demiştiniz. Hâlâ aynı fikirde misiniz?
Evet, buna inanıyorum. KONDA’nın yaptığı araştırmaları takip ediyorum, ulus olmak konusunda salyangoz hızıyla da olsa bir ilerleme var. Örneğin kızımı Alevi’ye vermem ya da oturduğum apartmanda Kürt olmasından hoşlanmam diyenlerin yüzdesinde yıllar içinde sürekli küçük küçük düşüş görüyorum. Ama tabii bu şehirlileşmeyle ilgili… Aynı iş yerinde çalışıp aynı çok katlı apartmanda oturup tanıyınca fikirler de değişiyor. Köyde işler böyle değil.

PROF. DR. ŞADUMAN HALICI, TARİHÇİ - YAZAR
“Tarihimizi bilmezsek ders alma ve geleceği güvenle kurma şansımız yok”
Bir kadın bilim insanı olarak Cumhuriyet’in 100 yılını değerlendirmenizi istesem ne derdiniz?
Sorunuzun yanıtı o kadar kapsamlı ki… Önce bilim insanı olarak sonra kadın olarak değerlendireyim. Bunu yapmadan önce Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri nedir? sorusunu yanıtlamamız gerekir. İki temel ilke vardır. Tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik. Bu iki ilke daha sonra Kemalizm olarak adlandırılacak olan altı ilkenin çatı ilkeleri. Millî Mücadele emperyalistlere karşı tam bağımsızlık ideali ile yürütülmüştür. Bu mücadelenin askerî zaferler dizgesi Büyük Taarruz ile sonlanmıştır. Siyasal zaferi ise 100. Yılı’nı kutladığımız Lozan Barış Antlaşması’dır. Millî Mücadele aynı zamanda tebaadan vatandaşlığa geçişin, ulus olma bilincinin filizlendiği bir ortamdır. Türk milleti Cumhuriyet’i 1923’te benimseyecektir ama 23 Nisan 1920’de seçimle üstelik dünya tarihinde ilk kez iki seçimle gelen milletvekilleri TBMM’yi oluşturarak kendisi hakkında karar vermeye başlamıştır. Dikkat edelim Meclis “büyük milletin” meclisidir ve bu millet Türk milletidir. Seçimlere Türk ve Müslüman olanlar katılmıştır. Oluşan millî meclis bu nedenle milliyetçiliğin, Atatürk milliyetçiliğinin hukuksal açıdan ilk organıdır. 13 Eylül 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM’ye sunduğu Halkçılık Programı, Meclis’in halkçılığının yani halk için var olduğunun ifadesidir. Aynı zamanda emperyalizm ve kapitalizmle mücadele edileceğini de vurgular. Geri kalan esas maddeler ise yeni Türkiye Devleti’nin ilk anayasası olur ve bu anayasa “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini yineler. Cumhuriyet’in ilanının ardından hız verilen devrimlerin amacı çağdaş bir ulus-devlet inşa etmektir kuşkusuz. Öte yandan Lozan’ın kazanımlarını yitirmemek ülküsü de vardır. Düşününüz bir kere yanmış yıkılmış bir ülke, savaş yorgunu bir halk var. Girişimci yok. Sermaye yok. Sanayi kurumları yok. Para politikasına yabancı kurumlar egemen. Limanlarınız, madenleriniz, demir yollarınız hep yabancıların elinde. E böyle olunca buralarda konuşulan dil de Türkçe değil. İşte Atatürk dönemi olarak adlandırdığımız 1923-1938 arası dönem Türkiye’yi çağdaş ve dünya devletleri arasında onurlu, saygın bir devlet yapma savaşının verildiği dönemdir. Millîleştirme/devletleştirme hemen başlar ve 1930’larda hız kazanır. Demir yolları, limanlar, elektrik, dok, antrepo yabancıların elinde ne varsa satın alınır. Düyun-ı Umumiye borçları da ödenir bir yandan. İş Bankası, Emlak ve Eytam yani Yetimler Bankası kurulur. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası içeriden ve dışarıdan gelen onca baskıya karşın tamamen bağımsız olarak hizmete girer. Şeker fabrikaları kurulur, kendi uçağını üreten hatta ihraç eden bir ülke olur. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı başarıyla uygulanır ki bu plan sayesinde ağır sanayi ile tanışır Türkiye Cumhuriyeti. Kemalizm’in devletçiliği işte budur. Bağımsızlık ve kalkınma yan yana yürürken hukuk devleti olma ideali de uygulamaya konur. Türk Medeni, Türk Ceza yasalarını Borçlar, Ticaret yasaları izler. Yasa devletinden hukuk devletine geçiş başlar. Uluslararası hukukta eşitlik ve karşılıklılık Lozan’dan beri temel ilkedir. Hatay bu bakış açısıyla ana vatana katılmıştır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi aynı bakış açısının ürünüdür. Atatürk’ün en büyük özlemlerinden biri çok partili demokrasidir. O hayattayken yaşanan iki deneyim ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Onun özlemi İnönü döneminde gerçekleşmiştir. 27 yıllık CHP iktidarının yerini DP’ye terk etmesinin sarsıntısız, barışçıl bir ortamda yaşanması aslında demokrasi istencinin ne kadar yerleşmiş olduğunun da göstergesidir. Ne var ki “Devr-i sabık yaratmayacağım” sözünü veren DP bu sözünü tutmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti az sonra gelenek hâline gelecek olan darbelerle ilk kez bu dönemde karşı karşıya kalır. DP dönemi aynı zamanda Atatürk devrimlerinden verilen ödünlerin de hızlandığı bir dönem olmuştur. Hızlandığı diyorum zira bana göre süreç çok partili yaşama geçişle hatta 1940’ların başından itibaren zaten başlamıştır. 1961-1970 arası dönemi saymazsak sonrası Türkiye’nin tam bağımsızlığını yitirdiği, milliyetçilik sözcüğünün içinin boşaltıldığı ve ırkçılıkla eş anlamda kullanıldığı, laikliğin demokrasinin ön koşulu olarak değil de İslam karşıtlığı olarak algılandığı, ulus-devlet kimliğinin reddedilip ümmetçiliğin ön plana çıkarıldığı, hukukun millet için değil hükûmet için var olduğu bir garip düzene dönüşme öyküsü olur. Kadın bir akademisyen olarak diyeceğim tek cümle var. Türk milleti kadını ve erkeği ile bir bütündür. Atatürk’ten ilham alarak diyebilirim ki birini zincirle yere bağlarsanız diğerinin yükselişi o zincirin boyu kadar olur. Atatürk devrimleri kadını görünür kılmanın önünü açmıştır. Ancak atılan adımlar sırf kadınlar için değildir. Amaç toplumu çağdaşlaştırmaktır. Çağdaş, aklı ve bilimi temel alan bir toplumda Türk kadını zaten kendi yolunu çizebilecektir. Pozitif ayrımcılık değil, eşitliktir arzu edilen. Her anlamda eşitlik.

100 yılı dönemlere ayırmanız gerekse kilometre taşları hangi olaylar olurdu ve kaça bölerdiniz?
Atatürk dönemi, İnönü dönemi, DP dönemi, 1961 Anayasası dönemi, darbeler ve demokrasiyi yaşatma çabaları ve Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi gibi altı genel dönemlendirme yapılabilir. Bununla birlikte söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhuriyet değerleri ise değerlendirmeyi Tek Parti dönemi ve Çok Partili dönem olarak ikiye ayırmayı uygun bulurum. Türkiye’nin “Atatürkçü yılları”; hedefi demokratik çağdaş bir hukuk devleti olan ve bu hedefe ulaşmak için birbiri ardına devrimler yapılan devrim dönemidir. Yalnızca iki örnek bile Atatürk’ün Cumhuriyet idealinin özeti olabilir. İlk örnek 3 Mart 1924 tarihli yasalardır. Bu tarihte üç yasa vardır. İlk yasa ile Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü, Genelkurmay Bakanlığı yerine de Genelkurmay Başkanlığı örgütlenmiştir. Böylece ordu ve din konuları siyasetin dışına çıkarılmıştır. İkincisi Öğrenimin Birleştirilmesi Yasası’dır ki bu yasa ile Türk eğitiminde eşitlik ilkesi sağlanmış, karma eğitimin önü açılmıştır. Daha da önemlisi Osmanlı’da olduğu gibi iki farklı kaynaktan iki farklı dünya görüşünde insan yetiştirilmesi garabetine son verilmiştir. Hilafetin Kaldırılması ise millet egemenliği anlayışının perçinlenmesidir. İkinci örnek Türk Medeni Yasası’dır. Bu yasanın gerekçesi tarihimizde yapılmış en gerçekçi laiklik tanımını içerir. Özetle der ki “Din kuralları değişmez, sürekli değişim hâlinde olan devlet değişmeyen din kuralları ile yönetilemez.” Yasa hükümleri ruhunu bu cümleden almıştır. Düşünün bir kere yasada din eğitiminin ana baba tarafından verileceği ve reşit bireyin dini seçmekte özgür olduğu vurgulanmıştır. Ne zaman? 1926 yılında. O günün Türkiye Büyük Millet Meclisi bu hükümleri içeren yasayı kabul etmiştir. Günümüzde gelse kabul edilir mi? sorusunun yanıtı aslında ikinci dönemin özetidir. Yani çok partili yaşama geçişle birlikte başlayan dönemin. Zira iktidar olma ve iktidarını koruma hırsı Türkiye’yi “Atatürkçü yıllardan” uzaklaştırmıştır. Din, siyasetin göbeğine yerleştirilmiş, iktidar ile muhalefet arasında Atatürk devrimlerinden ödün verme yarışına dönüşmüştür. II. Dünya Savaşı günlerinden başlayarak giderek artan ekonomik sorunlar toplumsal tepkiyi doğurmuş, tepkinin şiddete dönüşmesi iktidarları demokrasiden ve demokratik kurallardan uzaklaştırmış ve Türkiye bir kısır döngü içine girmiştir. Bunun dış etkenleri de vardır.
Bugünün gençliği kurucu kadrolardan, nesilden tek bir haslet edinecek olsa o neslin hangi özelliğini öne çıkarırdınız? Bugün Türkiye’nin o nesilden öğrenmesi gereken en önemli şey nedir?
Aklın ve bilimin yol göstericiliğini benimsemektir. Vatan ve millet sevgisini aklın ve bilimin ışığında Türkiye Cumhuriyeti’ni yüceltmeye yönlendirmektir. Türk gençliğinin Atatürk ve arkadaşlarından ne öğrenmesi gerektiğinden önce onların yaşamlarını ve yaşadıkları dönemi öğrenmelerini arzu ederim. Zira onların içinde bulunduğu Osmanlı Devleti ve o günün dünyası tanındığında, Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarının çocukluklarından itibaren yaşadıkları ortam, karşı karşıya kaldıkları güçlükler analiz edildiğinde onların neden Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdukları ve Cumhuriyet’in neden devrimlerle çağdaşlaşmayı zorunluğu gördüğü daha iyi anlaşılacaktır.

FİKRET BİLA, GAZETECİ - YAZAR
“Karşı devrimin tamamlandığı görüşüne katılmıyorum”
"100. yaşına giren Türkiye Cumhuriyeti maalesef iyi bir noktada değil. Atatürk’ün ideallerinin çok uzağına düşmüş, karşı devrim sürecini hızlandırmış, modernleşme kazanımlarını tek tek kaybetmeye başlamış bir durumda. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün hedef gösterdiği Türkiye değil. Demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, kadın-erkek eşitliğine dayalı Türkiye Cumhuriyeti yerine her geçen gün siyasal İslam devletine dönüştürülen bir Türkiye ile karşı karşıyayız.
100 yıllık Cumhuriyet tarihi Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimleri yerleştirmeye ve savunmaya çalışan devrimcilerle, laik Cumhuriyet’i yıkıp yerine din devleti kurup hilafeti geri getirmeye çalışan karşı devrimcilerin mücadelesinden oluşur.
1950 yılında Demokrat Parti’nin (DP) iktidarıyla başlayan ve 72 yıllık çok partili hayatın yaklaşık 60 yılında iktidar olan sağ partiler dini ve dinî değerleri siyasete alet etmiş ve Atatürk’ün yasakladığı tarikat ve cemaatlerle iç içe siyaset yapmışlardır. Bu siyaset tarzı AK Parti döneminde çok daha yoğunlaşmış ve etkili olmuştur.
DP’nin iktidarda olduğu dönemde, oy uğruna laik Cumhuriyet zedelenmiştir. Atatürk devrimlerini halka indiren Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi kurumlar kapatılmış, CHP’nin mallarına el konulmuş, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) küçümsenmiştir. Bu süreç 27 Mayıs 1960 Darbesi’yle durdurulmuştur. 27 Mayıs sonrasında hazırlanan özgürlükçü, demokratik, hukukun üstünlüğüne dayanan 1961 Anayasası ile ilerici bir süreç başlatılmıştır. İfade, örgütlenme ve basın özgürlüğünün genişletildiği bu dönemde CHP’nin ve sol partilerin yükselişi, “komünizm tehdidi” olarak görülmüş ve 27 Mayıs’a karşı önce 12 Mart 1971 ve sonra 12 Eylül 1980 darbeleri gerçekleştirilmiştir. 12 Eylül müdahalesi Türkiye’de solu ezerken Türk-İslam Sentezi ideolojisiyle siyasal İslam’ın önünü açmış ve karşı devrim sürecini hızlandırmıştır. AK Parti’nin 20 yıllık kesintisiz ve tek başına iktidarında ise laik devlet İslamcı devlete doğru dönüşmüştür.
Bu süreçten CHP başta olmak üzere Atatürk ilke ve devrimlerini, laik Cumhuriyet’i savunan parti, sendika, sivil toplum ve meslek kuruluşlarının çıkarmaları gereken dersler vardır. Bunlardan ilki, demokrasinin ve laik Cumhuriyet’in korunması görevinin TSK’ye ait olmaması gerektiğidir. Ülkede demokrasi dışı ve laiklik karşıtı siyasi faaliyetler karşısında, “Bir tehlike olursa nasıl olsa ordu müdahale eder” rahatlığına kapılmamaktır. 1960’tan sonra bu hata yapılmıştır. Demokrasiyi ve laik Cumhuriyet’i korumak akıl ve bilime dayalı eğitim sistemin yetiştireceği bilinçli, aydın halk ve onun parti ve diğer demokratik örgütleri ile olmalıdır.
AK Parti iktidarının, TSK’nin, emniyetin ve yargının laik, Atatürkçü kadrolarını tasfiye etmesinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik başta olmak üzere kuruluş değerlerinden hızla uzaklaştırılıp İslamcı bir yapıya dönüştürülmesi bu gerçeği ifade eder. AK Parti iktidarının kuvvetler ayrılığı ilkesini fiilen rafa kaldırıp “üçlü vesayet” dediği “ordu-cumhurbaşkanı-yüksek yargı” kurumlarını kontrol altına alması ve anayasal bağımsızlıkları ve özerklikleri ortadan kaldırmasıyla siyasal İslamcı bir parti devleti oluşturulmuştur.
Bu süreçte siyasal İslamcıların hedeflerine varabilmek için kolaylıkla takiye yapmaları, kendilerini saklamaları, asıl hedeflerini gizlemeleri, tarikat ve cemaatlerle koalisyona gitmeleri, Avrupa Birliği’ne girmeye çok hevesliymiş gibi görünüp otoriter bir rejim oluşturmuş olmalarından da çıkarılacak çok ders vardır.

Atatürk devrimlerinin özünü laiklik ilkesi oluşturur. Laiklik olmadan demokrasi olmaz, yurttaşlık olmaz, millet ve milliyetçilik olmaz, halkçılık olmaz. Laiklik olmadan hukuk devleti olmaz.
Bu nedenle karşı devrim laiklik ilkesinin fiilen ortadan kaldırılmasıdır. Bugün Türkiye’yi yöneten kadroların yaptığı da laiklik ilkesini rafa kaldırıp yerine dinî referanslarla yönetilen bir toplum ve devlet yaratmaya çalışmaktır.
Karşı devrim tehdidinin ABD destekli olduğu çok açık. Zaten bunu CIA istasyon şefi Graham Fuller ve yazar Huntington kitaplarında açıkça söylediler. Türkiye’nin Atatürk’ten vazgeçmesini, İslam liderliğine soyunmasını istediler. Çünkü bu ABD’nin Rusya’yı çevreleyen Yeşil Kuşak projesinin bir gereği olarak görülüyor. Atatürk’ün izinde, demokratik, laik bir Türkiye ise ABD’nin yayılmacı politikasına engel olarak görülüyor.
Karşı devrimin tamamlandığı görüşüne katılmıyorum. AK Parti iktidarının bu yolda çok büyük bir mesafe aldığı gerçektir. Ancak henüz tam olarak hedefine ulaştığını söylemek mümkün değil. Geçtiğimiz seçimlerde de görüldüğü gibi halkın en az yarısı bu iktidara ve uygulamalarına karşıdır. Bu çok önemli bir oran. Bu nedenle muhalefetin iktidar olması hâlinde AK Parti’nin 20 yılda yaptığı tahribatı onarmak zaman alsa da mümkündür diye düşünüyorum.
Tabii Atatürk’le, devrimleriyle, laiklikle, kadın haklarıyla, insan haklarıyla, demokrasiyle sorunu olmayan muhalefet partilerinin bu bilinçle hareket etmelerinin çok önemli olduğunu da vurgulamalıyım.
Cumhuriyet’in kurucu kadroları bugünün Türkiye’sini görseler kesinlikle çok üzülürlerdi. Çok yazık diyecekleri kesin. Ama umutsuzluğa kapılmadan çağdaş Türkiye’yi yeniden inşa etmek için kolları sıvayacaklarından da kuşkum olmaz.
Önümüzdeki yüzyıldan umutluyum. Atatürk’ün büyüklüğünü gösteren yaklaşımlarından biri de “En büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni gençliğe emanet etmiş olmasıdır. Bizler de umutsuzluğa kapılmamalı, gençliğin mutlaka Atatürk’ün değerini ve öngörüsünü kavrayacaklarına inanmalıyız. Gençliği bu yönde bilinçlendirmenin yolu ise bilime ve akla dayalı eğitimden geçiyor. Bu nedenle muhalefet partilerinin ve sivil toplum kuruluşlarının bir numaralı gündem maddesi eğitim olmalıdır."

ÜMİT AKTAŞ, YAZAR
“Sert üslup ve dayatmalar rövanşist duygulara yol açtı”
Cumhuriyet’in 100. yılının Türkiye’nin dindar nüfusu için anlamı nedir? Elbette ülkedeki tüm dindar bireyleri tek bir görüş/ his altına toplamak mümkün değil ancak umuyorum genel bir çerçeve çizmek mümkün olur. En azından “Cumhuriyet’in 100. yılı” dediğimizde toplumun tamamı aynı duyguyu ve düşünceyi paylaşıyor mu, bu konuda ne dersiniz?
Uzaktan bakınca dindarlar denilebilecek bir sosyoloji var gibi gözüküyor ama bu tıpkı ormana bakarken ağaçların görülememesi gibi farklılıkların da görmezlikten gelinmesine yol açıyor. Elbette kabaca böyle bir sosyoloji var ama bu Kemal Karpat’ın da belirttiği gibi oldukça trajik bir tarihsel süreç içerisinde, neredeyse Abdülhamid’den ve hatta Tanzimat’tan beri oluşan âdeta bir “Müslüman ulus”un önemli bir parçası ki bu ulusun oluşmasında İttihatçılar kadar Mustafa Kemal’in de büyük katkısı var. Bu âdeta biyopoltik süreç içerisinde Osmanlı’nın kozmopolit toplumunun yerine bir Müslüman ulus/millet oluşturulur. Bu ulus âdeta iki sarmal kod gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde oluşmuş iki eğilimi, dindar ve laik sosyolojileri ihtiva eder. Bir açıdan da her iki eğilim kendisi kadar karşıtını da oluşturmuştur. Aynı yurtta yaşama, aynı dili konuşma ve kendileri pek kabullenmeseler de ortak bir yazgıyı paylaşma mecburiyeti kimi müştereklikler de sağlamıştır. Ancak birisi modernleşme ve bunu sağlayacağına inandığı Batı kültürünü öne çıkarırken öteki kalkınmayı ve dindarlığı öne alır. Bir de arada olanlar var ki bunu Kur’an’dan aldığım bir kavramla “arâftakiler” olarak tanımlıyorum. Ama bu yaygın anlamıyla “arada kalmışlar” olarak değil de her iki sosyolojiye de uymadıkları ya da sığmadıkları için ara bir durumu tercih etmiş olanlar, âriflerdir: Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Kemal Tahir, Attilâ İlhan, İdris Küçükömer, Stefanos Yerasimos gibi şahsiyetler ki Yerasimos bir kitabında Anadolu coğrafyasının Doğu ile Batı arasındaki bu ara ve denge konumundan söz eder. Bu ara durumu ya da bir irfanî/yüksek bakışı yakalayabilenler, Doğu ve Batı arasındaki dengeyi de sağlayabilenlerdir. Her iki kesim arasında ortak bir duygudaşlık elbette ki var. Ama ciddi yarılmalar ve düşmanlıklar da söz konusu. Bu sadece kültürel bir çerçevede izah edilemeyecek olan sınıfsal, ideolojik ve tarihsel kimi uzlaşmazlıklara da dayanmaktadır. Cumhuriyet’in sağladığı bir ortaklaşalık kadar böldüğü bir tarih ve sosyolojiden de söz edebiliriz. Ama belirttiğim gibi bu belki de ta Osmanlı’nın kuruluşuna dek giden ve hatta öncesinde Bizans’tan sirayet eden, coğrafya ile ilgili bir sorun. Pek farkına varmasak da Bizans kültürü de Türklük ve İslamlık kadar sinmiştir müşterek kültürümüze. Beri yandan oldukça paradoksal bir biçimde Anadolu’yu tarihinde ilk defa bütünüyle Müslümanlaştıran, yani Müslüman bir sosyoloji oluşturan da Cumhuriyet. Bu ise tehcir ve mübadele kadar, Lozan’da mutabık kalınan coğrafi sınırlarla ve bir daralmayla gerçekleşti. Tabii kabına sığmayan bir toplum açısından bu daralma, çoğu bastırılmış, unutturulmuş hikâyelere dayanan trajedi ve travmalara da yol açtı. Bütün bunları dikkate alınca toplumun her kesimi açısından Cumhuriyet’in yüzüncü yılı denilince aynı duygu ve düşüncede olmaktan söz etmek pek de mümkün değil.
“100 yıllık parantez”, Cumhuriyet’e karşı rövanşist duyguları hülasa temsil eden bir kavrama dönüştü ve bir de bu parantezin kapatılması tartışması var. Böyle bir parantezden bahsetmek mümkün mü size göre?
Esasında günümüz Türkiye’sinin kurumlarının tarihi genel olarak yüz elli yıl hatta daha da öncesine gittiğinden Cumhuriyet’ten daha eskidir. Cumhuriyet ise bir kopmadan ziyade sürekliliği temsil eder. Osmanlı tarihinin yüz yıllık döngülerinden birisidir. Bu sürekliliğe rağmen toplumu neredeyse ortadan yaran bir bölünme, aynı zamanda bir karşıtlık yanında dinamizm de üretmektedir. Hatta Kemalist ilkeler olarak kabul edebileceğimiz CHP’nin altı oku da bir ayrışmadan ziyade benzerlikleri de ifade eder. Orada sorun teşkil eden tek ilke laikliktir belki ama günümüz cari sistemi Fransa’dan ziyade Osmanlı’yı da andırır. Zira Cumhuriyet dinle devleti ayırmayıp dinî teşkilatı devlete bağlı kılmıştır. Sindirilemeyen veya gerilime yol açan birkaç devrimden birisi de alfabe değişikliğidir ki Fransız düşünürü Jacques Derrida bunu duyduğunda bir “alfabe darbesi” olarak tanımlar. Ama tüm bunların ötesindeki asıl sorun, Cumhuriyet seçkinlerinin üslubu ve sertliğidir. Öyle ki onların bu tavırları kimileyin sömürge egemenlerini hatırlatır. Yoksa yapılanların çoğu Osmanlı’dan beri tartışılmakta olan ve bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan yeniliklerdir. Tanzimat bunu bir tür melezlikle gerçekleştirmeye çalışırken Cumhuriyet daha radikal bir yol izlemeye çalıştı. Bu sertlik ve aculluk ise kimi travmalara ve rövanşist duygulara yol açtı. Dolayısıyla sorun yenileşmelerde değil dayatmalarda ve üslubun sertliğinde. Bunu da daha çok devrimleri gerçekleştiren kadroların askerî kişilikler olmasına vermekteyim. Sivil bir kadro bu denli bir sertlik ve çatışma yaratmaksızın benzeri değişiklikleri daha olumlu bir biçimde gerçekleştirebilirdi. Kaldı ki sizin dindar olarak çerçevelendirdiğiniz kesimler içerisinde de bunları tartışan ve oldukça yenilikçi insanlar var ve geçmişte de vardı.
Geçen yıl kaleme aldığınız bir yazınızda Cumhuriyet’in belirli bir kesim için bir yönetim biçimi değil ulusal bağımsızlık anlamına geldiğini, bağımsızlığın ise işgal ülkelerine değil padişahlığa karşı kazanıldığı düşüncesi üzerinden ideolojileştirildiğini yazmıştınız. Bu düşünceyi izleyecek olursak çok kabaca söz konusu ideolojinin karşısında olmak otomatikman Osmanlıcılık, saltanat ve hilafet talebi anlamına mı geliyor?
Tabii ki böyle bir anlama gelmez ve hatta muhalif düşünceler oldukça parçalıdır. Öyle ki İslamcılar hem 1908’deki Meşrutiyet mücadelesinin hem de İstiklal Savaşı’nın yanında yer almıştır. Padişahçı ya da Cumhuriyet karşıtı olduklarını söylemek de mümkün değil. Ama iktidar cenahı tüm muhalifleri tek tipleştirerek baskılamış ve yer altına sürmeye çalışmıştır. Böylece süreç içerisinde kabaca iki ayrı sosyopolitik yapı oluşmuştur. Bu yapının bir kesimi Batıcı ve modernistken diğer kesim Doğucu ve dindardır. Açıkçası yenilikçi bir dindar olarak kendimi her iki kesime de eşit bir mesafede hissediyorum. Şüphesiz her iki kesimin de haklılıkları ve haksızlıkları var ve bunlar tartışılabilir meseleler. Ama Türkiye’de aklı başında bir tartışma iklimi yok. O olmayınca çatışmalar da toplumu üretken kılmıyor maalesef. Oysa padişahlığın kaldırılması İslamcılar açısından da olumlu bir gelişme. Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi de öyle. Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri de Türkiye Müslümanlığına çok şey katmıştır. Bunlar Cumhuriyet’in kazanımları evet ama Cumhuriyet, halkı bütünleştirmekte başarılı olamadı. Toplumun belli bir kesimini baskıladı ve kendisini kabul ettirmek için zorbaca bir tutum takındı. Oysa İstiklal Savaşı toplumsal bir seferberlik ruhuyla gerçekleştirilmişti. Ancak savaşın sonunda 1. Cumhuriyet Meclisi’nin yerini dar bir seçkinler zümresi aldı; bu ise meseleyi toplumsal bir kurtuluş ve istiklal mücadelesi olmaktan çıkarıp bir iç iktidar kavgasına dönüştürdü. Cumhuriyet tarihi içerisinde ciddiye alınabilecek ne bir padişahlık ne de hilafet talebi olmuştur. Bu konudaki yegâne isyan olan Şeyh Said İsyanı ise Kürtlere dönük ayrımcılık ve baskıya, bir asimilasyon endişesine dayanmaktaydı. Kaldı ki padişahlık kadar hilafet de doğrudan dinî bir esasa dayanmayan, tarih içerisinde zuhur etmiş kurumlardandır. Kur’an’da siyasetle ilgili bahsi geçen en temel hüküm ise toplumun işlerinin şûra ile yürütülmesidir ki bu ayet ilk meclisin duvarında da bulunmaktadır. Şûra ilkesi siyasete toplumsal bir katılımı ve meselelerin tartışmalar, müzakereler yoluyla çözümlenmesi anlamına gelir. Bunun günümüz şartlarında en yakın karşılığı ise cumhuriyetten ziyade demokrasidir. Çünkü demokrasi siyasete farklı kesimlerin katılımını, çoğulculuğu, örgütlenmelerin tabandan tavana doğru olmasını ve toplumsal sorunların müzakereler, istişareler ve uzlaşmalar yoluyla çözümlenme yükümlülüğünü vazeder. O nedenle günümüzün temel sorunu artık önemini kaybetmiş olan Cumhuriyet tartışmaları değil, sistemin demokratikleştirilmesi meselesidir.

Günümüzde 100 yıllık Cumhuriyet’in tarihini Atatürk devrimlerini savunmaya çalışan devrimciler ve bu devrimleri yıkıp yerine hilafeti geri getirmeye çalışan karşı devrimcilerin mücadelesi olarak niteleyenler var. Katılır mısınız?
Bizim temel sorunumuz da işte bu. Karşı tarafı suçlamakla bir yere varacağını zanneden körlükler. Zira bir kere ne cumhuriyet ne de laiklik tek biçimli uygulamalar değil. Şayet Türkiye’de Avrupai anlamda laik bir devlet olması isteniyorsa neden devlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı var? Neden 1876’daki ilk meclisten bu yana 150 yıl, Cumhuriyet’ten beri de yüz yıl geçtiği hâlde Türkiye hâlâ demokratik değil? Türkiye demokrasiye geçemiyor çünkü bu Kürtlerin de dindarların da siyasal sisteme dahil edilmesini sağlayabilecek bir çoğulculuğa geçiş anlamına gelecektir. Zaten Cumhuriyet’in muhalifleştirdiği başlıca kesimler Kürtler, Aleviler ve dindarlar. Bu ise doğrudan onların kararı ve tavrı olmaktan ziyade, sistemden dışlanmalarından kaynaklanmaktadır. Yoksa bu, onların temelde demokrasiye ve cumhuriyete karşı oldukları anlamına gelmez. Laiklik ise tam da bu kritik noktada bir dışlama aparatı olarak kullanılmıştır. Bu açıdan da din sadece dindarların değil, belki de daha ziyade laiklerin bir siyasal aracıdır. Zira siyasal söylemlerinin birçoğu bunun etrafında dönmektedir.
Hâlâ hilafetin geri getirilmesini hedefleyen bir kesim var mı dindarlar arasında? Ve tabii karşı devrim meselesi onlar tarafından nasıl görülüyor?
İslam’ın bir siyasal teorisi aranacaksa bunu ifade edecek olanın şûra sistemi olduğunu söyleyebilirim. Hilafet olarak uygulamaya sokulan rejim ise tam da bu ihtimali ortadan kaldıran bir saray, saltanat ve hanedanlık rejimidir. Dayanağı ise İslam kaynakları ve Peygamber’in uygulamaları değil, Bizans ve Sasani saraylarının uygulamalarıdır. Hz. Muhammed'in (as) en hoşlanmadığı şeyler ise bu tür zorbalıklar, gösteriş ve şaşaadır. Egemenlik kadar sermayenin de halkı ezen bir biçimde yoğunlaşmasıdır. Aynı şeyler günümüz saray rejimleri için de söylenebilir. O nedenle sorunlarımızı yüz yıl ya da bin yıl öncesinin terimleri ve gerçekliği üzerinden değil de günümüzün sorunları, gerçekliği ve ihtiyaçları üzerinden tartışmak en doğrusu. Çünkü köprülerin altından akan sular, pek farkına varamasak da aynı sular değildir. Hilafet meselesinin Müslümanların zihninde sahici bir karşılığı olsaydı, bu konuda defalarca düzenlenen kongrelerden bir sonuç çıkarılabilirdi. Oysa günümüzde hemen tüm İslam dünyasının en sahici sorunu bir türlü aşılamayan despotizmlerdir. Yolsuzluklar, adam kayırmacılıklar, eğitim sorunları, mafyatik rejimler, hukukun etkisizliği, yoksulluklar, kaynak israfı, militarizm, ırkçılık gibi sorunlardır. Evet, işte bunları tartışalım. Cumhuriyet’in bu gibi sorunlara karşı ne kadar bir mesafe alabildiğini tartışalım. Ve neden bu sorunları aşamadığımızı, birbirimizi suçlamayı bir yana koyarak içtenlikle konuşalım. Karşı kamplarda güçlerimizi etkisizleştirmek yerine hak ve adalet arayışı eğilimini genişletelim; iyiliğin ve olumluluğun çoğalması için el birliği ve fikir birliği oluşturmaya çalışalım. Ama bunları bir iktidar perspektifinden de önce sahici ve öncelikli toplumsal sorunlar olarak, toplumsal bir perspektif üzerinden tartışalım.
Sizin tanımınızla bir ideoloji olarak Cumhuriyet’in dindarlarla (ya da siyasal İslamla) geçen 100 yıl içinde bir noktada barışma imkânı var mıydı? Önümüzdeki ikinci yüzyılda böyle bir şans elde edebilmenin koşulları nelerdir size göre?
Bir kere şunu belirtmeliyim, her toplumsal oluşum ve olay, en azından bir yanıyla ve doğal olarak siyasaldır ve öyle de olmalıdır. Demokratik bir toplumda ise herhangi bir toplumsal olguyu siyasalın dışında tutmanın sözü bile edilemez. Tam aksine onu siyasal oyuna, toplumsal normale dahil etmek, tüm toplumun siyasal açıdan etkinleştirilmesi için olmazsa olmaz koşuldur. Buradaki temel sorun, Fransa’dan devşirilen laisizmin dindarlar karşısında bir modernlik ayracı ve hatta silahına dönüştürülmesidir. Bu ise onu haklılık noktalarının bile umursanmadığı bir ideolojik araca dönüştürdü. Böylesi bir tutum doğal olarak demokrasi açısından oldukça muhaldir. Din, siyaset ve toplum ilişkileri dışlamacı ya da baskıcı yollarla değil, katılım, müzakere ve uzlaşmalarla çözümlenmeye çalışılmalıdır. Dindarların ya da onlar adına konuşan Millî Görüş partilerinin siyasete dahil olması ise bir barış ve uzlaşı yolundan ziyade bir emrivakiyle ve hatta ister istemez o çokça alay konusu edilen bir takiye yoluyla gerçekleşmiştir. Oysa buna dair ne bir müsamaha ne de iyi niyet gösterilmiştir. Zorbalık ve baskı ise karşı tarafı da bu yollara mecbur bırakmış ve hatta deformasyonlara yol açmıştır. İcbar edilen bu yasallığı zorlayan ama meşruiyeti, demokratik temsil hakkını arayan tutumlar ise adı konulmamış bir demokratikleşmenin de yolunu açacak, sistem bu yolla çoğullaşacaktır. Esasında mevzunun bu noktalara gelmesi Cumhuriyetçilerin bir utancı olması gerekirken buradan doğru bir barış ve demokrasi tesis etmenin imkânı aranılacağına tam aksine bu süreç yeni bir karalama kampanyasına dönüştürmeye çalışıldı. Bu sürecin akabindeki 28 Şubat sürecinin de esasında kadınların kamusallaşması açısından desteklenmesi gerekirken izlenen militarist tutum ise hâlâ hatırlardadır. Beri yandan laik ve ulusalcı kesim, sistemi çoğulculaştıracak ve demokratikleştirecek bir anayasal değişikliğe de Anayasa’nın ilk dört maddesinin değiştirilemezliği bahanesiyle hâlâ karşı koymaktadır. Bu durum demokrasi kadar toplumsal barışın da önündeki en önemli bariyerlerden birisidir. Oysa yüz yıllık tecrübenin de gösterdiği gibi tarafların birbirini saf dışı bırakmaları mümkün olmadığı gibi sorunlarımız da birbirimizi görmezlikten gelmekle çözümlenemiyor. Laikler ve dindarlar bu süreç içerisinde birbirlerine karşı üstünlük kurma mücadelesi yaşadılar ve şu gerçekle de yüzleştiler: Toplumun kurtuluşu sadece bir kesimin kurtuluşuyla gerçekleşmiyor. Zira krizin aşılması ve genel bir kurtuluş ikliminin gerçekleşmesi ancak tüm toplumsal kesimlerin de bu sürece dahil olmaları ve asgari özgürlüklerinin sağlanmasıyla mümkün olabilecektir. Özgürlükler ise kimsenin kimseye bahşettiği bir şey olmayıp insanlığımızın bir gereğidir. Beri yandan şunun farkına varmalıyız ki modernleşme olsun, dinin yaşanması veya dillerin serbestçe konuşulması olsun, ötekine rağmen ve ötekine galebe çalarak ötekinden kurtularak değil, toplumsal bir mutabakatla, insanlaşmamız ve medenileşmemizle gerçekleştirilebilecektir.