Osmanlı Padişahı III. Selim tarafından 1794 yılında ahşap olarak yaptırılan Selimiye Kışlası, yangın nedeniyle 1827 yılında kâgir (taş yapı) olarak yeniden inşa edildi. Başlangıçta III. Selim dönemindeki Nizam-ı Cedid Ordusu’nun oluşumu için kullanıldı. 1854 yılındaki Kırım Harbi nedeniyle yaralı İngiliz askerlerine tahsis edilen Kışla'da, İstanbul'a gelen hemşire Florence Nightingale ile birlikte 30 kişilik bir kadın sağlık ekibi hasta ve yaralıların tedavisiyle ilgilendi. 1877 ve 1959 yılları arasında hastane, acemi eğitim merkezi, binicilik okulu gibi faaliyetler için kullanılan Selimiye Kışlası, 1920’de İstanbul’un işgali sırasında da İtilaf Devletleri’nin Türk askerlerini esir tuttukları hapishane olarak faaliyet gösterdi.
Selimiye Kışlası, 1959 yılından itibaren askerî liselere kaynak oluşturacak bir askerî ortaokul olarak faaliyete başladı. Ortaokula giriş için bir sınav yapıldı. Bu sınav, yazılı, s.zlü (mülakat) ve beden eğitimi olmak üzere üç aşamalıydı. Beden eğitimi sınavları, Kuleli Askerî Lisesi’nin futbol sahasında gerçekleştirildi. Kimi öğrenci adayları, yoksulluk nedeniyle spor ayakkabı alamadıkları için çıplak ayakla hatta iç çamaşırlarıyla hareketleri yapmak zorunda kalıyorlardı. Bunlar yürek parçalayan manzaralardı.
Okula başvuran yaklaşık 15 bin adaydan ancak 1.875’i sınavları kazanabildi. Birinci sınıfın mevcudu 1.091, ikinci sınıfın mevcudu 412, üçüncü sınıfınki ise 372’ydi. Zorlu sınavlara katılıp da 15 bin aday arasından başarıyla çıkan 1.875 öğrenci arasında bu satırların yazarı da yer alıyordu. 1959’da henüz 11 yaşındaki bir subay adayının önünde nasıl bir gelecek olduğunu hâliyle tahmin edemiyordum.
“SİDİKLİ DEĞİLİM”
Okula başlarken her aileden noter tasdikli bir taahhütname istenmişti. Taahhütnamede öğrencinin okuldan kaçması, ayrılması ya da ilişkisinin kesilmesi hâlinde 9 bin liralık bir tazminatla okul masraflarını ödeme yükümlülüğü yer alıyordu.
Taahhütnamede ayrıca şunlar yazılıydı: "Öğrenci iken evlenmeyeceğimi, saralı, uyku hâlinde gezme, bayılma ve benzeri marazi hastalıklara müptela (yatkın) bulunmadığımı ve ayrıca sidikli olmadığımı (idrar kaçırmadığımı) beyan ederim."
Okulda yemek olarak zaman zaman Amerikan Marshall yardımı ile gelen 1945 damgalı et ve hindiler veriliyordu. Okul yemekhanesine geç gelen öğrencilerin yemekleri saklanır, kendilerine “amuda kalktın” yani aç kaldın demek istenirdi.
Soğuk kış gecelerinde sınıflardaki ya da koğuşlardaki sobalarda dışarıdan getirilen sucuk veya kestaneler pişirilirdi. Sınıf mevcutları genelde 40 kişiydi.
Her hafta çarşamba günleri öğleden sonra aileler ziyarete gelirdi. Nizamiye kapısından “Nizamiye kapısına acele gel, ziyaretçin var” şeklinde anonslar yapılırdı. Öğrenciler de heyecan içerisinde ailelerini bekler, evden getirilen çeşitli yiyecekler birlikte yenirdi.
Okulda öğrenci harçlığı olarak aylık 187 kuruş verilirdi. Ama bu para bir çikolata almaya bile zor yetiyordu.
“KARA BELA” EFSANESİ
Harçlıklara göz koyan bir son sınıf öğrencisi, daha alt sınıflarda okuyan öğrencilerin yatakhanedeki yastıklarının altına kâğıtlar bırakırdı. Bu kâğıtlarda, “Yastığının altına ya da falanca tuvaletin şu yerine para bırak yoksa bu jiletle seni keserim” gibi korkutucu notlar olurdu.
Bu kişinin adı okulda “kara bela”ya çıkmıştı. Kara bela için “gözleri renkli, far gibi yanan, ayaklarındaki yaylar sayesinde bahçeden zıplayarak üst katlara ulaşabilen ve hortlak görüntüsünde” bir kişi tanımı yapılıyordu. Bir çarşafla hayalet gibi dolaşırdı.
“Kara bela”, gece “yat” borusundan sonra kışlanın ıssız ve karanlık koridorlarında helaya gitmek üzere yatakhaneden ayrılan 11 yaşındaki öğrencilerin .nüne aniden çıkarak onları tehdit ediyordu. “Kara bela”nın el yazısı daha sonra okul yönetimince tespit edildi ve okulla ilişiği kesildi.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 1963 tarihli bir emriyle askerî öğrenci eğitimine son verildi. Kışla, 1963 yılından itibaren 1. Ordu Komutanlığı’na tahsis edildi. Selimiye Askerî Ortaokulu’nda okuyup 1965 ile 1970 yılları arasında subay çıkanların sayısı 2 bin 550 civarındadır. (Selimiye Kışlası’ndaki askerî ortaokulla ilgili bilgilerin bir bölümünü sınıf arkadaşım Emekli Kurmay Albay Cenap Duru’dan temin ettim.)
SELİMİYE ASKERÎ CEZAEVİ
Selimiye’den sonra Kuleli Askerî Lisesi ardından 1967 yılında Kara Harp Okulu’nu bitirerek piyade subayı olarak kıta hizmetine çıktım. 1968 yılında Kartal-Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay’da göreve başladım.
68 kuşağının bir bireyi olarak dönemin siyasi gelişmelerinden etkilenmiştik. Gerek ordu içindeki devrimci subay arkadaşlarımızla kurduğumuz ilişkiler gerekse sivil devrimci kesimlerle irtibatımız sonucu, 12 Mart 1971 muhtırasıyla birlikte tutuklandım.
Ziverbey köşkündeki (nam-ı diğer kontrgerilla karargâhı) işkenceli sorgudan sonra Selimiye Askerî Cezaevi’ne getirildim. Başlangıçta birkaç kişinin birlikte kaldığı odalara yerleştirdiler. Daha sonra 30 kişilik koğuşlara gönderildik. Burası benim için çok ilginç bir yerdi. 1959-1962 yıllarında öğrenci olarak okuduğum bu yerler, aradan geçen 10 yıl sonra 1972’de benim için cezaevi olmuştu…
Selimiye’ye ilk geldiğimde kaldığımız odada üç kişiydik. İkisi havacı subay arkadaşımdı. Askerler sabahtan gelip ihtiyaçlarımızı sorarlardı. Sigara, gazete, yiyecek gibi ihtiyaç siparişi verirdik. Her seferinde askerin malzeme taşıdığı sepette fazlasıyla maydanoz görürdüm. Bir keresinde bu maydanozları kimin istediğini sordum. Görevli asker, “Yan odada bir artist var, o aldırıyor” dedi.
MAHPUS ARKADAŞIM YILMAZ GÜNEY
Daha sonra koğuşlara geçtiğimizde tesadüf olarak o artistle aynı ranzada altlı üstlü kalmaya başladık. Bu artist, sanatçı Yılmaz Güney’di. Yılmaz Güney’e “Neden bu kadar çok maydanoz aldırıyorsun?” diye sorduğumda, “En fazla C ve D vitamini maydanozda var. Vücudumuz güneş görmüyor, bari C ve D vitaminini maydanozdan alalım” diye yanıt vermişti.
Yılmaz Güney’le aynı davadan yargılandık, aynı koğuşta kalıp birlikte volta attık. 30 kişilik koğuşta her gün bir kişi nöbet tutardı. Nöbetçi arkadaşımız, koğuşun temizliğinden sorumlu olmasının yanı sıra yemek dağıtımı, bulaşık yıkama gibi görevleri de ifa ederdi.
Koğuş nöbeti Yılmaz Güney’e geldiğinde, kendisi sabah erkenden kalkar, tabakları yerleştirir, herkesin tabağının yanına bir de renkli kâğıt peçete koyardı. O zaman kâğıt peçetenin kullanımı bu kadar yaygın değildi. Bizim küçüklüğümüzde el bezleri vardı. Güney, kendi parasıyla dışarıdan renkli peçeteler aldırır, nöbetine büyük bir özen gösterirdi. Hapishanede renkli bir kâğıt peçete bile insana moral kaynağı olurdu.
Yılmaz’ın eşi Fatoş Güney görüşme günlerine muntazaman gelirdi. Bir gün Fatoş’a verdiği siparişler arasında çok sayıda renkli boya kalemi dikkatimi çekmişti. Nedenini sorduğumda, “Çocukluğumda hiç böyle kalemlerim olmadı, hiç olmazsa bu yaşta bu özlemimi gidereyim” diyordu. O sıralarda 3-4 yaşlarında olan oğlu Yılmaz için tahtadan oyuncaklar yapar ve onları annesiyle gönderirdi.
DENİZLERİN İDAMI
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararlarının verilmesi üzerine tüm hapishanelerdeki devrimciler üç günlük açlık grevi yapmıştı. Bizler de Selimiye’de bu grevi uyguladık ancak Deniz’lerin 6 Mayıs 1972’de idam edilmesi engellenememişti...
Bir ara en üst kattaki (üçüncü kat) koğuşlardan en alta, bodrum kata indirildik. Burası daha önceden hayvanların ahırları olarak kullanılmıştı. Son derece izbe bir yerdi, rutubet yoğundu, neredeyse ıslak yataklarda yatıyorduk, mevcut fazlalığından ötürü bir yatakta iki kişi yatar hâle gelmiştik.
Hapishanenin bu alt bölümünde uzun bir koridor ve birbirine bitişik koğuşlar mevcuttu. Günde bir saate yakın havalandırma dışında sürekli olarak koğuşlarda kalıyorduk. Havalandırma yeri de küçücük taşlık bir alanda sadece gökyüzünü görebilen bir yerdi.
Bu arada Nâzım’ın o meşhur “o duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız” şiirini yüksek sesle okuyup hem kendimize hem de diğer koğuşlardaki arkadaşlara moral vermeye çalışıyordum.
HAPİSHANEDE AF ŞOKU
Ekim 1973 seçimleri sonucunda CHP birinci parti oldu. Ecevit’in başbakanlığında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Millî Selamet Partisi (MSP) koalisyonu kuruldu. MSP lideri Erbakan’ın “Millî Görüşü” savunan İslamcı bir kimliği vardı.
Hükûmet programında düşünce suçları için bir af öngörülüyordu. TCK’nin (Türk Ceza Kanunu) komünizm propagandası ve örgütlenmesiyle ilgili 141-142. maddeleri için 12 yıllık bir af düşünülüyordu. İslamcı, şeriatçı bir düzen kurmak isteyenlerle ilgili 163’üncü madde de MSP’nin talebi ile af kapsamına alınıyordu.
1974 baharında mecliste af görüşmeleri başladı, akşam saat 21.00’de haberleri arkadaşlarla birlikte dinledik. “Anayasanın tedbir ve tağyirine” diye başlayan TCK’nin ünlü 146. maddesinin 3. fıkrası için öngürülen 12 yıllık af maddesi CHP ve MSP oylarıyla geçmişti.
Artık rahat rahat uyuyabilirdik. Siyasi amaçla adam kaçırma, banka soygunu gibi suçlara yönelik 146. madde meclisten geçtiğine göre düşünce suçlarını içeren 141,142 ile ilgili af maddesi hayli hayli geçerdi. Koğuşlara girdik ve özgürlük hayalleriyle uyumaya başladık.
Ertesi sabah erkenden kalktık. 07.30 haberleri için koridordaki radyo hoparlörlerinin yanına koştuk. Evet, yanlış duymamıştık, bir grup MSP’li Demirel’in AP’si ve diğer muhafazakâr milletvekilleriyle birlikte hareket edip 141-142’ye ilişkin af maddelerini reddetmişlerdi.
Herkeste büyük bir şok, cezaevi bir anda sessizliğe büründü. O gün ailelerimizin, yakınlarımızın ziyaret günüydü. Annem Münevver Ertin, daha cezaevinin kapısından içeriye girmeden gür sesiyle penceredeki parmaklıklardan bakan bizlere, “Merak etmeyin aslanlarım, ben sizi ölünceye kadar beklerim” diye moral vermeye çalışıyordu. İki oğlu hapiste olan annem o günlerde büyük bir direnç göstermişti. Zaten o dönemdeki arkadaşlarımız annemi “12 Mart’ın Anası” olarak tanırlar…
NİHAYET TAHLİYE
Bizler daha sonra moralman toparlanmaya başladık. CHP, af yasasının 141-142. maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Kısa bir süre sonra Anayasa Mahkemesi, TCK’nin 141-142’nci maddelerinden yargılananları da af kapsamına aldı.
Takvimler 12 Temmuz 1974’ü gösteriyordu. Tahliye işlemleri yapıldı. O gece saat 24.00’te hapishanenin kapıları açıldı. Arkadaşım Yücel Top’la birlikte 2,5 yıllık bir hapis hayatından sonra cezaevinden çıkar çıkmaz sokaklarda koşmaya başladık. Bu, özgürlüğe doğru bir koşuydu…
Selimiye Kışlası daha sonraki zamanlarda 1. Ordu Komutanlığı karargâhı olarak faaliyet gösterdi. 12 Eylül 1980 darbesi sırasında da yine hapishane olarak kullanıldı. İlerleyen zamanlarda ve hâlen de 1. Ordu Komutanlığı karargâhı hizmetini sürdürüyor…