“Yaşamda kalmak için hikâyeler anlatmalısınız.” Umberto Eco’ya ait bu söz aslında yazar ve şairlerin ruhlarına dair ipucu verir. Onlar için yaşamda kalmak üretmektir. Sürekli değişen dünyada üretmeye ruhen muhtaç olan yazarın işi hiç de kolay değildir fakat bazı isimler bu zorluğun üstesinden gelip sesini günümüze kadar ulaştırır. Hiç şüphesiz Hüseyin Rahmi bu isimlerden biridir.
1864 yılında İstanbul’da doğar Hüseyin Rahmi. O yıllarda Osmanlı, Namık Kemal’in Hürriyet kasidesinde belirttiği gibi kükreyen yaralı bir aslandır. Çağın gerekliliklerine ayak uydurmaya çalışan imparatorluk, ünlü yazarın doğumundan 25 yıl önce Tanzimat Fermanı’nı, 8 sene önce de Islahat Fermanı’nı ilan ederek Batılılaşmayı devlet politikası hâline getirir. Böyle bir siyasi kırılmanın hemen sonrasında doğan Hüseyin Rahmi henüz üç yaşındayken annesini kaybeder. Bu gelişmeler Gürpınar’ı iki yönden etkileyecektir.
XIX. yüzyılda Osmanlı’da Batı tarzı edebî ürünler kendini göstermeye başlar. Şinasi’nin Şair Evlenmesi, Şemşettin Sami’nin Ta’aşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı, Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’le Rakım Efendi’si gibi eserlerin yayımlandığı bir edebî ortamda büyüyen yazarımız, Tanzimat eserlerini okur. O, Şinasi’nin “Zatının [Allah] birliğini aklımca doğrulamak gerek, can ve gönülden [yalvarıp] yakarıp, ibadet etmek gerek” dizelerindeki sorgulayan aydın tipolojisinin içinde kendi sesini bulmaya çalışır. Annesizlikse yazarın edebî yönünü dolaylı yoldan etkiler. Çocukluğunu anneannesi ve teyzesiyle geçiren Hüseyin Rahmi’nin rol modeli kadınlar olur. Eserlerindeki gözlem işçiliği ve detaylara hâkimiyeti bununla alakalıdır. Çocukluğunda Aksaray’daki evlerine gelen komşu kadınları dinlemesi onun romanlarında kadın karakterleri başarılı bir şekilde işlemesinin sebebidir.
Tam bir kitap kurdudur. Agâh Sırrı Levend onun için “12 yaşında iken alıp okuduğu romanlar Fransızcadan Monte-Cristo, Lord Hobb, Türkçe’den Hasan Mellah, Paris’te bir Türk gibi romanlarmış” der. Agâh Sırrı’nın işaret ettiği 12 yaşındaki Hüseyin Rahmi sadece okumakla kalmaz yazmaya da başlar fakat Aksaray yangını bazı kitaplarla birlikte yazarın ilk piyesini, Gülbahar Hanımı da kül eder. O dönemdeki çoğu yazar gibi Fransız edebiyatı etkisi altındadır fakat bu etki Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası’ndaki züppe karakteri Bihruz Bey’in yarı Türkçe yarı Fransızca konuşması gibi yarım yamalak bir etki değil, Vidinli Tevfik Paşa’nın içinde doksan iki ciltlik Voltaire külliyatı da bulunan geniş kütüphanesini ona hediye etmesiyle oluşan bir etkidir.
YILDIZLARI GÖRMEK İÇİN AĞAÇLARA TIRMANIRKEN
Osmanlı’nın ilk pozitivisti olarak bilinen Beşir Fuat’ın “Bu çocukta espri komik var, dikkat edin” dediği Hüseyin Rahmi henüz genç yaşında dikkatleri üstüne çekmeyi başarabilmiş bir yazardır. Onun için asıl dönüm noktası Ahmet Mithat’la tanışmasıdır. Yazar ilk romanı olan Şık’ı Mithat’ın başında olduğu Tercüman-ı Hakikat’e gönderir. Gürpınar hemen ertesi gün gazeteye çağırılır ve kendisinin deyimiyle “Gür kaşlı, kara sakallı, iri yarı, heybetli bir zat” olan Ahmet Mithat’la tanışır. Henüz 23 yaşında bir delikanlıyı karşısında bulan Mithat inanamadığından olacak, ona “daha ağzının süt koktuğunu ve bu romanın usta işi bir kalemden çıktığını” söyledikten sonra kendisine yardım eden birinin olup olmadığını sorar. Duygusal bir yapısı olan Rahmi bu soru karşısında kendisini tutamayıp ağlar, “efendiye dokunan” bu duygusal yanıt sonucunda Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi’ye inanır. Böylece yazarımızın ilk romanı bu “heybetli adamın” gölgesinde Tercüman-ı Hakikat’te yayımlanır. Bu tanışma Hüseyin Rahmi’nin hayatına sadece edebî manada tesir etmez. Ahmet Mithat kızıyla evlenmesi için Hüseyin Rahmi’ye bir teklif götürür ancak “Hayır” cevabını alır. Hayatında hiç evlenmez Hüseyin Rahmi, insanlardan uzak bir yaşam ister hep, onun için yazmak hayati bir uğraştır. “Eğer evlenmiş olsaydım 45 romanımdan üçünü bile yazamazdım” demesi yazmaya verdiği önemin göstergesidir.
SANSÜRÜN TAM ORTASINDA YALNIZ BİR KALEM
Şık’ın 1898’de yayımlanmasıyla başladığı edebiyat yolculuğunu o dönemde yazın dünyamızı domine eden Servet-i Fûnun’la hiç birleştirmez, bağımsız kalmayı tercih eder. Bir röportajında “Edebiyat-ı Cedide’ye karşı o zamanlar hiçbir şey düşünmüyordum. İltihak [katılma] için teklif bile ettiler. Eğer o zümreye geçseydim, onların havasına uymak lazım gelecekti; hâlbuki serbest kalmak istiyordum” diyerek bireysel yaşamındaki yalnızlığını edebî çizgisinde de sürdürdüğünü gösterir. Asıl ününe Mürebbiye’yle ulaşır. XIX. yüzyıl İstanbul’unun konak ya da yalılarında işe alınan çoğunlukla Fransız olan yabancı mürebbiyeler yazarın bu romanında kendine yer bulur. Mürebbiye Anjel üzerinden Osmanlı toplumunun ahlak anlayışı irdelenir. Bu irdeleyiş sadece Mürebbiye romanında yapılmaz, yazarımız birçok romanında toplumsal ahlak normlarını sorgular ve bu yüzden ülkemizdeki iktidarlarla başı derde girer. Mürebbiye’yle bu dert uluslararası bir boyut kazanır. Romandaki Fransız mürebbiye aslında bir hayat kadınıdır. Bu durum I. Dünya Savaşı sonrasında işgal kuvvetleri arasında yer alan Fransızları rahatsız eder ve roman toplatılıp nüshaları imha edilir.
Yazının başında belirttiğimiz gibi Hüseyin Rahmi, Tanzimat eserlerini okuyarak büyür fakat yazma serüveni bu eserlerin toplatıldığı bir ortamda, II. Abdülhamid’in 1876’da Kânûn-u Esâsi’yi kabul etmesi şartıyla padişah yapıldığı bir dönemde sekteye uğrar. Baskıcı yönetim edebiyatı da vurur. Halkı aydınlatma amacı güden Tanzimat edebiyatının sesi kesilir. Namık Kemal’in İntibah’ı ve Cezmi’si, Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’i, Mehmed Murad’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı eserleri toplatılır. İnkılap, hürriyet, cumhur, cumhuriyet kelimelerinin bile yasaklı olduğu bir ortamda eser vermek çok zordur. Hüseyin Rahmi’nin 1901 yılında İkdam gazetesinde yayımlattığı Alafranga hikâyesi, içinde haşerat kelimesinin geçmesinden ötürü II. Abdülhamid’in Sansür Kurulu tarafından yayından kaldırılır. Yazarının ifadesiyle “istibdat şehidi” olan hikâye ancak 1911 yılında Şıpsevdi ismiyle roman olarak yayımlanır.
Tüm şaşasıyla gelen II. Meşrutiyet’in yalancı bir bahar olduğu çok geçmeden anlaşılır. Basın, İttihat ve Terakki’ye yakın olan ve olmayanlar olarak ikiye bölünür. Hüseyin Rahmi’yse Ahmet Rasim’le birlikte Boşboğaz ile Güllabi mizah dergisini çıkarırken bu gergin siyasi ortamdan payına düşeni alır. Derginin 8. sayısında “Bak gazetecinin biri ne yazmış” şeklinde başlayan bir bölümde, bazı askerlerin kadınları heveslerine alet ettiğiyle alakalı bir bölüm geçtiği iddia edilir hatta bunun için bir araştırma komisyonu bile kurulur. Sonrasında Hüseyin Rahmi’nin dergide bir özür yayımlaması da yeterli olmaz ve dergi kapatılır.
“ESKİLER İZ SÜRERDİ…”
Heybeliada yokuşlarını bile bisikletiyle arşınlayan Hüseyin Rahmi bu başlıktaki gibi sürekli iz süren ve “eski”meyen bir kalemdir. Eskimemesinin nedeni toplumun doğal yanlarını kalemiyle örselemeden kendi entelektüel süzgecinden geçirip kâğıda aktarmasıyla alakalıdır. Şık züppeler, kadınlar, cahiller, mülkiyeliler, entelektüeller… Neredeyse toplumun her kesiminden kişi kendine onun kaleminde yer bulur. Tanpınar’ın tespitiyle “Edebiyatımıza sokak, onunla girmiştir.” Yazarın II. Meşrutiyet’ten sonra yazdığı bir diğer dikkat çekici romanı Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’tır (Bundan sonra KYABİ olarak yazılacaktır.). Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı haberi İstanbul’da yayılır. Ortada çok büyük bir bilgi kirliliği, “hurafe” dolu bir kaos ortamı vardır. Galip İrfan Bey o sıralarda şehri saran kuyruklu yıldız söylencesi hakkında Aksaray’daki evinde konferanslar verir. Kadınlar Vaizi hikâyesinde camide dedikoduya gelen kadınların derdi yazarın bu romanında Halley kuyruklu yıldızı olur:
“(…) Zehirli imiş… Dokunduğu kimseleri sam rüzgârı vurmuş gibi telef edecekmiş. Kibarlar demir kapaklı mahzenlere girmeye hazırlanıyorlarmış… Fazlıpaşa’daki Binbirdirek’in tepe deliklerini kapatıp içine birer lira giriş parasıyla adam koyacaklarmış.
Emeti Hanım: Parası olmayanlar ne yapacaklarmış?
Hayriye Hanım: Parası olmayanları kim düşünür ilahi anne!”
Alelade bir mahalle dedikodusu olarak görülebilecek bu diyalogda söylenen kibarlar, zenginlerden başkası değildir… Pasajda Hayriye Hanım’ın zenginleri kibar olarak niteleyip onların kendini mahzenlerde korumaya alması ve bu mahzenlere giriş için belirli bir ücret alacaklarını söylemesi, yazımı 1910 yılında bitmiş bir kitap için çok fütüristiktir. Günümüzde çekilen Hollywood filmlerinde zenginlerin dünyaya çarpacak bir meteordan korunmak için sığınaklar yaptıkları çokça görülür. Sınıf temelli yaklaşımı ve gelecekçiliği bir mahalle dedikodusuna konu edebilecek kadar doğallıktan yanadır Hüseyin Rahmi, entelektüel bilgisini küçükken dinlediği kadın hikâyeleri üzerinden son derece saydam ve kibirden uzak bir şekilde işleyebilmiştir.
CADI ÇARPIYOR
KYABİ gibi birçok eserinde hurafenin, batılın eleştirisini veren Gürpınar, hurafelerin ete kemiğe bürünen hâllerini de romanında rahatsız etmeye başlar. Cadı romanında eşi Binnaz Hanım’ın vefat etmesiyle dul kalan Naşit Nefi Efendi, Şükriye Hanım’la yeniden evlenir ve bir anda evinde cadılar dolaşmaya başlar. Binnaz Hanım’ın el yazısıyla konağa gelen tehdit mektupları, ruh çağırma seansı, Binnaz Hanım’ın Şükriye Hanım’a gece görünmesi olayları Şükriye Hanım’ı çok korkutur. “Ay estağfirullah merhumeyi taşlıkta iki defa gördüm” diyen konağın emektar hizmetçisi İrfan Hanım da kuyuya son taşı atınca işler çığırından çıkar. Naşit Efendi’nin komşusu Binnaz Hanım’ın arkadaşı Aramdil Hanım’dır ve bütün oyunları Binnaz Hanım’la “kim erken ölürse diğerinin eşini rahat bırakmayacağı konusunda anlaşma” yapmasından ötürü tertipler. Tüm bunlar Aramdil Hanım’ın oğlu Kadir Bey’in mektubuyla ortaya çıkar. Cadının varlığına inanıp “Cadı karı, kocamı elimden aldı” diyen Şükriye Hanım konaktan ayrılır ve Naşit Efendi bir daha evlenemez. 1912 yılında tamamlanan ve böyle tantanalı bir hikâyeye sahip olan roman çok büyük bir yankı uyandırır. Şahabettin Süleyman “Cadı ne bir ciddî sanat eseri, ne de bir mizah sanatı eseridir” diyerek roman hakkında hırçın bir eleştiri yapar hatta yazarın edebî bir ölümle karşı karşıya olduğunu söyler. Hüseyin Rahmi’yse Rübab dergisi merkezinde şekillenen bu tartışmalara önce tepki göstermez fakat daha sonra Zamane Münekkitlerine Cevap: Cadı Çarpıyor adlı 72 sayfalık bir kitapla eleştiriye cevap verir. Okuduğunuz yazının satırları kimin öldüğünü kimin diri kaldığını gösterir niteliktedir. Cadı sadece o dönemdeki edebî çevreleri çarpmamıştır. Hüseyin Rahmi ayrıksı olanı edebiyata sokarak günümüze kadar ulaşır.
İSPANYOL GRİBİ VE İTTİHAT’TEN HAKKA SIĞINDIK
Cadı tartışması ve I. Dünya Savaşı kendisini çok yormuş olmalı ki Hüseyin Rahmi 1914-17 arasında herhangi bir eser kaleme almaz. 1918 yılında ise Hakka Sığındık eseriyle yoluna devam eder. Yazarın gelenek ve görenekler üzerinde duran kalemi bu sefer I. Dünya Savaşı’nın toplumsal katmanları keskinleştirdiği, adalet dengesinin bozulduğu bir ortamı anlatır. Savaş sonunda yaşanan İspanyol gribi, kaosu bir kat daha arttırır. Yazar, roman karakterlerinden Hacı Ferhat Efendi’nin zengin olma macerası üzerinden İttihat ve Terakki eleştirisi yapar: “İttihat ve Terakki yönetiminin inkâr olunmaz bir gayreti, bir kadir bilirliği, ayak takımlarını besleyişi, efendiliği vardır: Çevirdiği kötülük dolabının koluna yapışanları korur, gözetir, çapullara sattırır ve kimi kez de tövbe yoksulu olmak derecesinde her şeye kavuşturur.”
BEN DELİ MİYİM?
Yalnız bir yaşam sürmek isteyen, her daim çevresine karşı mesafeli olan bir kişiliğin romanlarında toplumu aydınlatma amacı gütmesi belki de onun kişisel alanında yapamadıklarını kalemiyle yapmak istemesinin dışavurumuydu. Hüseyin Rahmi, romanlarında devlet yöneticilerinin rüşvet ve kayırmalarına karşı tavizsiz bir çizgidedir. İster Abdülhamid ister İttihat ve Terakki ister yeni kurulan Cumhuriyet dönemi olsun, kamuoyuna mal olan herhangi bir iltimas olayı yazarın kelimelerinden kurtulamaz. İki İstanbullu genç Şadan ve Kalender Nuri’nin toplumsal kuralları ve yozlaşmayı sorgulamasının anlatıldığı Ben Deli Miyim? romanı bunun en büyük edebî ispatıdır. Yazar erken Cumhuriyet döneminde gerçekleşen bir yolsuzluk olayına romanında yer verir. Kurtuluş Savaşı döneminde yabancı pasaport edinerek yurt dışına çıkan bazı Ermeni zenginler savaş bittiğinde geri dönmek ister fakat Türk Hükûmeti bu isteği Ermenilerin kendilerini vatandaşlıktan çıkardıkları gerekçesiyle reddeder. Daha sonra bu kişilerin maddi gücünü kullanarak ülkeye geri dönmesinin anlaşılması üzerine büyük bir infial yaşanır. Özellikle İkdam, İleri, Son Telgraf, Müstakil Gazete gibi devrin çok okunan gazetelerinde sorumluların hesap vermesini isteyen yazılar yayımlanır. Gelişmeleri takip eden Hüseyin Rahmi’yse 1924 yılında Son Telgraf gazetesinde Ben Deli Miyim? adlı romanını yayımlatmaya başlar ve daha ilk bölümde bu olay karakterlerin diline dolanır. Şadan annesiyle konuşurken tonu çok yüksek cümleler kurar: “Hah, şimdi ağzından söze benzer bir şey çıktı. Bizde işlerin kapıları iki anahtarla açılır: Tabasbus, rüşvet!” Bu bölümün yayımlamasından sonra yazarımıza roman karakterlerinden Kalender Nuri’nin ahlaksız bir hareketi delil gösterilerek “ahlaka mugayirlik” davası açılır fakat asıl mevzunun romandaki eleştiri olduğu açıktır. Hüseyin Rahmi kendisine açılan davanın iki duruşmasında da siyasi değil edebî bir savunma yapmak zorunda kalır. Mahkeme heyetine natüralizmden bahseder. Sonuç olarak ikinci duruşmada gazetenin mesul müdürü Fevzi Lütfi (Karaosmanoğlu) ile kendisi hakkında beraat kararı verilir.
BİTİRİRKEN…
Pertev Naili Boratav’ın deyişiyle edebiyatımızda ilk büyük hamleyi yapar Hüseyin Rahmi. Eldivensiz dışarı çıkmaz, aşırı titizdir, çok lezzetli reçeller yapar. Sessizliğinin ardında çok renkli bir kişiliği vardır. Kim bilir belki annesizlikten belki de küçükken yaşadığı hastalıktan içine kapanmıştır. Tanzimat, Servet-i Fûnun, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde eser verebilecek kadar üretken bir yazardır. Sabah, Vakit, Son Telgraf, Cumhuriyet, Zaman gibi dönemin revaçta olan gazetelerinin hepsinde yazar. Dönemine damgasını vurur. Tek geçim kaynağı olan yazarlığının hakkını verirken hakkını da alır. Şıpsevdi romanından kazandığı parayla Heybeliada’daki köşkünü yaptırır. Hüseyin Rahmi, kendisine en yakın kişi olan Miralay Hulusi Bey’in ölümüyle hayatında ilk defa İstanbul’dan çıkıp Mısır’a gider. Gerek bu durum gerekse TBMM’de iki dönem Kütahya milletvekilliği yapması 1930’lu yıllarda yazarın çok fazla eser kaleme alamamasına sebep olur. Milletvekilliği görevinden sonra Heybeliada’da inzivaya çekilir. 8 Mart 1944'te hayata gözlerini yumar. 45 roman, 8 öykü, 5 oyun, 3 polemik/eleştiri yazısı olmak üzere 61 eser veren Hüseyin Rahmi her daim göz önünde olan bir yazar olur.
Kucağından kedileri Sarı ile Hüsnü hiç eksik olmayan Hüseyin Rahmi’nin vasiyeti yerine geçen son sözleri de onlar için olur:
“Kedilerimi iyi doyurunuz.”
SİNEMAMIZIN İLK ROMAN UYARLAMASI
Hüseyin Rahmi gibi kelimeleri edebiyatı aşan yazarların metinleri kendilerine farklı mecralar arar ve bu mecra genellikle sinema olur. Sinemamızın ilk roman uyarlaması 1919 yılında yapılır. Bu uyarlama Hüseyin Rahmi’ye büyük ün kazandıran Mürebbiye eserindendir. Filmin senaryosu Ahmet Fehim tarafından yazılır. Ahmet Fehim’in ilk yönetmenlik denemesi olan filmin yapımcısı Fuat Uzkınay’dır. At üstünde İstanbul’a giren işgal kuvvetleri komutanı General Louis Franchet d’Espérey, Mürebbiye filmini Fransız kadınlarını ahlaksız olarak lanse etmesinden dolayı vizyondan kaldırtır.
CADI SİNEMALARDA
Kalemi Mürebbiye ile erken dönem Cumhuriyet sinemasına giren, daha sonra Yeşilçam’da Süt Kardeşler filmine Gulyabani eseriyle kaynaklık eden Rahmi’nin sesi günümüz sinemasında hâlâ yankılanıyor. 26 Nisan 2024’te vizyona girmiş olan Cadı filmiyse bir başka Hüseyin Rahmi uyarlaması. Furkan Andıç ve Buse Meral’in başrollerinde oynadığı filmin yönetmenliğini aynı zamanda senaryoyu da yazmış olan Erman Bostan yapıyor.
GULYABANİ İNGİLİZCEDE
Türk edebiyatının değerli eserlerini İngilizce’ye kazandıran Translation Attached yayınevi Gürpınar’ın en bilinen eserlerinden Gulyabani’yi Ghoulyabânî adıyla İngilizce yayımladı. Çevirisi Hande Eagle tarafından yapılan romanın kapak tasarımı ise Selçuk Demirel’e ait.
HEYBELİADA’DAKİ KÖŞK’ÜN BAŞINA GELENLER
Hüseyin Rahmi’nin 30 sene yaşamını sürdürdüğü Heybeliada’daki köşkün akıbeti yazarın romanlarına konu olacak cinsten. Yazarın ölümünün ardından ev aynı zamanda yazarın mirasçısı olan dayısının kızı Emine Muzaffer’e verilir. Bir süre burayı yazlık olarak kullanan Emine Muzaffer, evi 1964 yılında İl Özel İdaresi’ne müze yapılması için satar fakat çalışmalar Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak 1983’te başlar, 1987 yılında ise Adalar Belediyesi’ne verilir. Bu 32 yıllık süreç içerisinde müzeye çevrilemeyen Köşk 1996’da Ada’ya atanan Kaymakam Mustafa Farsakoğlu öncülüğünde 2000’de restore edilerek müzeye dönüştürülür. Dönüştürülür dönüştürülmesine lakin yazarın piyanosu, bisikleti, kendi yaptığı tabloları çalınır. Çalınmayan şeyler ise kitaplardır. Mülkiyeti devlet kurumları arasında âdeta elden ele gezen köşk, 2014 yılında İBB’ye geçer fakat 2022’de belediyeden alınıp başka bir vakfa tescillenir. Adalı bir Türkçe öğretmeni olan Nihan Aydar’ın başlattığı imza kampanyasında 19 binden fazla imza toplanırken İBB de köşkü geri almak için yeniden dava açar. Son olarak Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 10 Ocak 2024’teki kararıyla Köşk’ün mülkiyeti İBB’ye geçer.
KAYNAKLAR
Keser, Cem (2021): "Miskinler Tekkesi Ve Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç Eserlerindeki Marksist Söylem Üzerine", Yeni E dergisi, Sayı: 61.
Gürpınar, Rahmi Hüseyin (2017): Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, İstanbul: Kapı Yayınları.
Harmancı, Abdullah (2010): Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Öyküleri ve Öykücülüğü, Yayımlanmış doktora tezi, T.C. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Konya.
Uçman, Abdullah (2014): “Alafrangalık Sürecinde Hüseyin Rahmi’nin Mürebbiye Romanı”, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 7, Ocak 2014, s. 41-50.
Demirkaya, Serpil (2015): Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Cadı Romanı Etrafındaki Edebi Tartışmalar, Yayımlanmış yüksek lisans tezi, T.C. Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı, İstanbul.
Sağlam, Nuri (2012): “Ben Deli Miyim?” Romanında “Ahlâka Aykırı Neşriyat” Yaptığı Gerekçesiyle Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Yargılanması, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: 32, Ağustos 2012, s. 109-130.
Durmuş, Gökay (2018): “II. Meşrutiyet Dönemi Mizah Gazeteciliğinin Önemli Bir Örneği: BOŞBOĞAZ İle GÜLLABİ”, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, Sayı: 7/2 2018, s. 911-931.
Özbalcı, Mustafa (1991): “Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Bazı Romanlarında Ferdi ve Sosyal Tenkit”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 1, s. 213-226.