1978, aylardan mart. Hava muhtemel soğuklukta. Hangi bayrama denk geldiğini bilemiyorum ama bir bayram haftası. Bu sebeple, doğduğum Zeynep Kamil Hastanesi’nde doktor adedinde eksikler var ve yine bu sebeple doğmam gereken tarih geciktirildiği için zehirlenerek doğuyorum. İşte hikâyem böyle başlıyor. Baba tarafım Yozgatlı bir aile iken anne tarafım birkaç kuşak İstanbullu. Gözümü ilk açtığım semt ise Kurtuluş. Tabii tek gözümü. Doğduğumda biri komple kapalıymış.

Hayatıma otuz üç senelik anılar sıkıştıran aslında sıkışık nizam bir semtten, Kurtuluş’tan, daha doğrusu hatırasından bahsedeceğim.
Aile büyükleriyle birlikte yedi nüfuslu orta halli bir ailenin, mahalle kültürü ile büyüyen bir çocuğuydum. İlkokulu Feriköy Özel Ermeni İlkokulu’nda okudum. Çalışkan olmayan ama derslerinde başarılı haylaz cinslerdendim. Beşinci sınıfa kadar neredeyse tüm piyeslerde mutlaka sahnede bir yerlerde olurdum.

Kurtuluş’ta uzun yıllar yaşadığımız evimiz Emek Apartmanı, Seymen Sokak’taydı; halen anlatırken kahkahalarla güldüğümüz nice güzel hatıranın başrolündedir. Dedik ya mahalle diye, doğal olarak tüm esnaf ve yaşayanlar birbirini tanırdı. Dünya üzerindeki en muhteşem apartman komşuluğunu yaşadım. Evlerin kapılarının üstünde her daim anahtar vardı ve ben de yaramaz ve meraklı bir çocuk olduğum için istediğim her daireye girip çıkardım. Hangi evin akşam yemeği daha güzel ise akşama o evdeki masada yerimi alırdım.

Köşede bakkalımız Orhan Bakkal’dı. Hâlâ orada. Birbirimizi her gördüğümüzde ya “nanooo nanooo şazbaaat” ya da “patlıcan kafalı şiş göbek” diye bağırırdık. Muhtemelen o dönemki çizgi filmlerden birinin replikleriydi. Şimdi hangisi hatırlamıyorum. Berberimiz yine aynı mahallede Osman Abi’ydi. Koltuk üstüne tahtalı tıraş döneminden ergen olup abuk sabuk saç modelleri istediğim dönemlere kadar nazımızı çekti sağ olsun. Ne zaman ki lise bitip saçları uzatmaya başladım, berber konusunda Osman Abi’den hemen yanındaki kadın kuaförü Bayram Abi’ye terfi ettim. Bayram Abi koyu Galatasaray taraftarıydı. Ben de İnönü’de Eski Açık tribününde davul çalan fanatik bir Beşiktaşlı. Birbirimizi kızdırmaya bayılırdık. Haaaaa, Osman Abi de bu arada fanatik Fenerbahçeliydi. Kucağımda davul evden çıkıp maçlara giderken bazen birden dükkânlarına dalar, içeride müşteriler de varken bangır gümbür davula vurur kaçardım. Osman Abi’de sıkıntı olmuyordu da kadın kuaföründe çarşı pazar karışıyordu.

İstanbul’da ‘87 senesinde büyük bir kar fırtınası olmuştu. İlk kez arabaları kapatacak boyda kar görmüştüm. Doğal olarak tüm yollar kapanmış, babalarımız işe gidememişlerdi. Mahallece toplanıp sokakta kardan adam yapmaya başladılar, sonra da ortaya mangal kurdular ve sucuk-ekmek yapıp gelene geçene ikram ede ede karın tadını çıkardılar.
Liseye yeni başladığım dönemde taşınmak zorunda kaldık. İki mahalle aşağı Bilezikçi Sokak’a geçtik. Daha düzayak bir sokak olduğu için artık mahalle maçları da yapabiliyorduk. Mahalleler arası turnuvalar, sayısız cam kırığı, yamulan kaputlar, gol oldu olmadı, taşın üstünden geçti geçmedi kavgaları, saklambaç, kuka, inşaatın ikinci katından kuma atlamalar ve akşam mahalle arkadaşlarımız ile sohbetler. Hiçbiri unutulmaz.
Kurtuluş Caddesi’nde meşhur Pelit Turşucusu vardır. Bir gün tam karşısına başka bir turşucu açıldı. Okul çıkışı eve dönerken okuldan arkadaşlar ile rutin turşu suyu içme aktivitemizi bu yeni yerde denemeye karar verdik. Tezgâhta duran birader gençten biri olunca makara büyüdü ve her okul çıkışı ona gitmeye başladık. Her şey yolundaydı ama bir tek noktada sıkıntımız vardı. Dükkânda dört sandalye vardı ve biz beş kişiydik. Ya otobüsten iner inmez en hızlı koşan yeri kapacaktı ya da çeşitli planlar yaparak birimizi elememiz gerekiyordu. Bu sebeple “Harbiye’de inip Kurtuluş’a yürüyeceğiz” yalanı atarak arkadaşlarımızın bir kısmını otobüsten indirip otobüsle devam etmişliğimiz vardır.

Yukarıda da belirttiğim gibi, semtin yapısal dokusundan ziyade insanları ile yaşadığım dokunuşları hatırlıyorum. Mekânları hatırlanır ve özel kılan da aslında temaslarımız.