Sultanbeyli: Şehrin doğu kapısı

Fotoğraf
Oksana Özgür
20 Mayıs 2022 - 12:18

Çarşamba günleri kurulan pazarın girişindeyiz. Pazar çok kalabalık değil. Esnafa göre biraz Ramazan olmasından kaynaklı biraz da sebze meyve fiyatlarının yüksekliğinden böyle. Tezgâhtan tezgâha birbirlerine seslenerek eğleniyorlar. Fotoğrafçı arkadaşıma poz veriyorlar, ardından “Kardeşimi de çek, amcamın oğlu şu tezgâhta, iyi poz verir” diyor biri. İlçe sınırları içinde her gün başka mahallede kurulan pazarlarda tezgâh açıyorlarmış: “Dün Orhangazi’deydik, yarın Yavuz Selim’deyiz.”

Pazarın kurulduğu sokağın kestiği Kuran Kursu Caddesi’nde biraz araç trafiği var. Elinde alet çantası karşıya geçen biri, aniden kalkan bir araba tarafından ezilmekten kıl payı kurtulunca sinirleniyor. Aracın şoförü de iniyor. Kavga çıkacakken pazar esnafı araya giriyor. Adam, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye bağırıyor. Şoför, “Sen Kamil’in kuzeni değil misin?” diyor. Araya girenlerin çoğu da birbirini tanıyor belli ki... Trafik kilit tabii, zabıta aracı trafikte kalakalmış. İki zabıta memuru da geliyor, trafiğin açılması gerektiğini söylüyorlar. Konu çoktan tatlıya bağlanmış. Şoför aracına biniyor. Diğeri de kalabalıktan iki kişiyle konuşarak uzaklaşıyor. Trafik açılıyor, eski sakinliğine dönüyor ortalık.

Burası İstanbul’un Anadolu Yakası’ndaki ilçelerinden Sultanbeyli. İlçenin merkezini oluşturan Fatih Bulvarı’nın araçlarla, insanlarla dolu kalabalık ve canlı hali, İstanbul’un en yeni ilçelerinden birinin hızla büyüyüp geliştiğinin göstergesi. Aslında kalabalık bir ilçe, 2021 verilerine göre nüfusu 349 bin 485. Ama kuruluş aşamasındaki dinamikler nedeniyle mahalle kavramı hâlâ yaşıyor. Biraz önce tanık olduğumuz tatlıya bağlanan olay, Sultanbeyli’nin yapısını anlatan küçük bir örnek.

Aydos Kalesi, Sultanbeyli

2000’li yıllardan sonra kendimize geldik, 2004’ten sonra Büyükşehir’e bağlanınca İstanbul’un evladı olduk. Sultanbeyliler modernleşmek için ellerinden geleni yaptılar, yani İstanbul’a ait olmak için çaba harcadılar” diyor Sultanbeyli’de yerel gazete çıkaran Ahmet Işıkdağ. 

Sultanbeyli 1957‘de köy olmuş. Öncesinde resmi olarak bir yerleşim yeri değil. Tarihi çok daha eskilere gidiyor ama modern zamanda Sultanbeyli arazisinin sahiplik meselesi karışık olduğu için kaotik bir yapılaşma ve büyüme dönemi geçirmiş. 1989’da belde, 1992’de ilçe olacak kadar büyük bir nüfusu çekmiş İstanbul’un Anadolu’dan gelen yolun üzerindeki tarihi kapısı.

Kitabı var

Sultanbeyli’yi anlamak için önce tarihini kısaca özetlemek gerekiyor. “İstanbul’un kapısı” benim yakıştırmam değil; Coşkun Yılmaz editörlüğünde önemli tarihçilerin kaleme aldığı Sultanbeyli tarihi konulu kitabın adı bu.

Sultanbeyli’de yerleşim Bizans dönemine kadar gidiyor ve asıl merkezi bugün doğal ve arkeolojik sit alanı olan Aydos Tepesi’ndeki kale. Arkeolojik kazılar 11. ve 12. yüzyılda inşa edildiğini gösteriyor. Bu tarihleme Bizans’ın son, Osmanlı’nın erken dönemine denk geliyor.

Kalenin 11. yüzyılda sıklaşan Türklerin saldırılarına karşı İstanbul’u korumak için inşa edildiği, sonra dış sur eklenerek güçlendirildiği anlaşılıyor. Aydos Tepesi Anadolu’dan İstanbul’a gelen İpek Yolu’nun üzerinde 537 metre yüksekliğiyle stratejik bir yer. Merkezdeki Fatih Bulvarı ise aslında tarihî Bağdat Yolu’nun üzerine yapılmış. Bir zamanlar etrafında küçük bir kasaba oluşan ve çevrenin idari yönetiminin yürütüldüğü Aydos Tekfurluğu’nun arazisi, 1328’de Osmanlı’nın egemenliğine geçmiş. Bugün sık ormanlarla çevrili, doğal hayatı korunmuş sit alanı.

Ünlü tarihçi Halil İnalcık, Aydos Kalesi’ni “İstanbul’un fethinin başladığı yer” olarak tanımlıyor.

Sultanbeyli Belediyesi Strateji Geliştirme Müdürü Mehmet Aktaş

"Altımızda kale olduğunu bilmiyorduk"

İlçe hakkında bilgi almak için Sultanbeyli Belediyesi’ne gidiyorum. Belediye’nin Strateji Geliştirme Müdürü Mehmet Aktaş ile yaptığım görüşmede, konuya Aydos Kalesi ile giriyorum. Çünkü onunla buluşmaya gelmeden önce Aydos Tepesi’nde zorlu, uzun bir yürüyüşü tamamlayıp randevuya biraz geç kalmıştım.

Aydos Kalesi’ne kadar çıktığımı ama içeri alınmadığımı söylediğimde, gülümsüyor ve kale bölgesine arkeolojik ve çevre düzenleme çalışmaları nedeniyle ziyaretin yasak olduğunu söylüyor.

Kalenin ortaya çıkarılması çok eski tarihe dayanmıyor. Mehmet Aktaş çocukluğunda arkadaşlarıyla Aydos’a sık gittiklerini anlatırken ilginç bir detay veriyor:

"Çocukken Aydos Tepesi’nin en yüksek noktasına çıkıp oturuyorduk. Meğer biz çocukken kalenin en büyük burcunun üstünde oturuyormuşuz. Tamamen toprak ve bitki örtüsüyle kaplıydı. Restorasyon büyük ölçüde tamamlandı, çevre düzenlemesi yapılıyor, yakında açılacak. Projelendirilmesiyle birlikte 2009’dan beri çalışılıyor."

İstanbulensis

Aydos'un çiğdemi: İstabulensis

Aktaş doğal sit alanı ile arkeolojik sit alanının iç içe geçtiği bir bölgede, çevreci bilinçle titiz bir çalışmanın yürütüldüğünü söylüyor ve Sultanbeyli Belediyesi’nin 2010’dan beri logosunda kullandığı İstabulensis çiçeğini anlatmaya başlıyor:

"Aydos kentin ortasında bir vaha gibidir. İstanbul’da hep Belgrad Ormanı bilinir. Ama Aydos’ta ağaçlar daha sık, daha yalıtılmış. Biyoçeşitliliği de çok zengin.

Bilimsel adı Crocus Olivieri İstanbulensis olan İstanbul çiğdemi, dünyada sadece Aydos Tepesi’nde yetişiyor. Her yıl şubat ayında açmaya başlayan bu koruma altındaki çiğdem türü, mart ortalarından sonra solmaya başlıyor.

"Dolayısıyla,” diye devam ediyor sözlerine “kale alanına dozerlerle girilmedi. Doğal çevreye zarar vermeden titizlikle sürdürüldü çalışmalar.” Zaten belediye çevre koruma bilincini kimlik olarak almak için eski logosunu değiştirip İstanbulensis’i kullanmaya başlamış. Belediye ayrıca 2012’den bugüne çiçeğin adına mayıs ayında Uluslararası İstanbulensis Şiir Festivali düzenliyor.

Mehmet Aktaş’ın çocukken oturduğu yer, İstanbul’un en yüksek noktası gerçekten. Aydos ismini de bu özelliğinden almış. Yunancada “Aetos”, kartal anlamına geliyor.

Tepeden aşağıya bakıldığında Sultanbeyli, bir beton ormanı gibi uzayıp gidiyor. Kale aşağıdaki kalabalıktan, keşmekeşten azade. İlçenin yeni merkezinin hikâyesi ise daha karmaşık.

Sultanbeyli, İstanbul

Sultanbeyli'de Yahudi devleti mi kurulmak istendi?

Bugün ilçe sınırlarını belirleyen topraklarda 19. yüzyılda Sultanbeylik, Demirci ve Şalgamlı adlı üç çiftlik varmış. Osmanlı sadrazam ve paşaları arasında gidip geldikten sonra 1883’te bölgenin haritasını da yaptıran Hüsnü Paşa’nın elinde 84 tapu halinde kalıyor. 1911 yılında tapular el değiştiriyor. Yeni sahibi olarak Sultanbeyli ahalisinin hâlâ inandığı bir söylenceye neden olacak Franz Philipson adı çıkıyor karşımıza.

Strateji Müdürü Mehmet Aktaş, “Philipson yanlış bir biçimde Yahudi olarak lanse edilir ama kendisi Levanten.” diyor.

Levanten, Osmanlı döneminde Tanzimat sonrasında ticaretle uğraşan Hristiyanları tanımlamak için kullanılan bir kelime. Halk arasında Sultanbeyli’de bir Yahudi devleti kurulmak istendiği rivayeti yıllar boyunca anlatılagelmiş.

Bu rivayetin çıkışını Mehmet Aktaş şöyle açıklıyor: "O dönemde Sultanbeyli’ye devlet eliyle yerleştirilen, Ukrayna bölgesinden gelen Yahudiler var. Burada onlar için çiftlikler oluşturuluyor. Kayıtlarda 33 aileden bahsediliyor. Daha sonra Güney Amerika ve Orta Doğu’ya göç ediyorlar zaten."

İstanbul Kapısı adlı kitapta ise Sultanbeyli arazisinin merkezi Paris’te bulunan Yahudi Kolonizasyon Birliği tarafından satın alındığı ve Philipson’un da bu birliğin başkanı olduğu bilgisi var.

Nihayetinde Philipson’un çocukları 1940’ların başında, Sultanbeyli arazisini satmak istiyor. Ancak geçen süre içinde orman arazilerini ve toprak mülkiyetini düzenleyen yasalar değişiyor. Vârisler dava üstüne davalar açarak sonunda 1954’te Sultanbeyli’yi satmayı başarıyor. Ama dava Sultanbeyli’deki ormanlık alanlar devletleştirilmeden tamamlanmış oluyor.

Sultanbeyli

Sultanbeyli'ye hücum

Bu arada mirasçıların geri alıp satamadığı bir bölüm var. Dava sonuçlanmadan önce 1953’te Demokrat Parti hükümeti Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu uyarınca Sultanbeyli arazisinin yedi hektardan biraz fazla bir bölümünü istimlak ediyor. Burayı parsellere ayırıp Bulgar göçmenlere dağıtıyor. İşte bu bölüm bugün Sultanbeyli’nin merkezini oluşturmuş.

Sultanbeyli özellikle 1988’de Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün açılışı ve ardından TEM Otoyolu’nun 1992’de tamamlanmasıyla hızlı bir iç göç akınına uğruyor. TEM Otoyolu Sultanbeyli’yi ikiye bölüyor. Araziler bir kısmı resmî satışla, bir kısmı gayriresmî satışla el değiştiriyor. Bir kısım orman alanı da hızlı gecekondulaşmadan payını alıyor ve yıllar sonra çıkartılan 2B adı verilen Orman Vasfını Yitirmiş Hazine Arazisi ilan edilerek sahiplik sorunları çözülüyor. Hâlâ devam eden mülkiyet sorunları var tabii, bunun için belediye “Mülkiyet Ofisi” kurmuş.

Nüfus patlaması

Sultanbeyli 1985 yılında 3600 nüfuslu bir köydü. Sadece beş yıl sonra 1990’da nüfusu 82 bin 289 olmuştu. Bu, beş yılda 22 katlık bir artış demek. Nüfus bugün 350 bini zorluyor. 1989 yılında belediye kurulana kadar köy olan, çiftçilik yapılan Sultanbeyli’ye bugün bağlı olan tek bir köy yok; tarım namına da hiçbir şey kalmamış durumda.

Böyle bir nüfus patlaması tabii ki beraberinde altyapı başta olmak üzere birçok sorunu getiriyor.

Gazeteci Ahmet Işıkdağ’ın ailesi Bitlis’ten göç etmiş. Kendisi Bitlis doğumlu, ancak Sultanbeyli’de büyümüş. 2000 yılında Sultanbeyli’de yerel bir gazete olan Haber Takip’i kurmuş. 1985 sonrası göç akınından hatırladıklarını anlatıyor:

"Burası İstanbul’a göç edenlerin ekonomik olarak tutunabilecekleri ucuz yerlerden biriydi. Önceliğimiz farklıydı bizim. Sultanbeyli ekonomik olarak ayakta kalmaya çalışıyordu."

Nöbetleşe Yoksul çalışması, Işıkdağ’ın ilk gelenlerin büyük ekonomik sıkıntılar çektiğine dair görüşünü doğruluyor. Ancak bu yoksulluk kitaba adını veren “nöbetleşe” bir yoksulluk. Burada piramit yapılı ekonomik bir ilişki kuruluyor:

"Sultanbeyli’ye göç sürecinde erken dönemlerde yerleşenler ve yerleşmese de arsa işgaline katılanlar çok önemli avantajlar kazanmıştır. Bu avantajlar sonraki dönemlerde gelenler açısından azalmış ve özellikle son yıllarda gelenler arasında herhangi bir arsa ve ev elde edemeyenler çoğunluğu oluşturmuştur."

Özetle nöbetleşe yoksulluk, ilk gelenlerin yoksulluklarını sonra gelenlere aktarması şeklinde oluşuyor. Yoksulluğun devredilmesi Sultanbeyli’de kısa bir sürede ve kaotik bir biçimde gerçekleşse de kendi dinamikleriyle bir tür hemşehri dayanışması, cemaatleşme, ekonomik bağımlılık gibi ilişki biçimleri doğurmuş ve mahalleler bu ilişkiler içinde şekillenmiş. Çarşamba pazarındaki küçük tartışmada görülen “tanışıklık” bu yapının günümüze yansıyan biçimini oluşturuyor.

Sultanbeyli'de çarşambaları kurulan pazar

Mahallelilik

Gazeteci Işıkdağ o günleri ve yerleşimcilerin ortaklaşa mücadelesini şöyle aktarıyor:

"Biz Sultanbeyli’ye 1987’de geldik. O zaman fosseptik çukurları vardı. Mahalleler bir araya gelip, kepçe kiralayıp kanalizasyon borusu döşedi. Su sorunu vardı, İSKİ’den talep edildi, vermediler. Ana vanadan kaçak su çekildi. Mahalle aralarına çeşmeler yapıldı. Ama çeşmelerin başına nöbetçi dikildi, su boşuna kullanılmasın diye. Su devletin, çarçur edilmesin. Hatırlıyorum, etraftan taş toplayıp kaldırım yaparlardı."

Strateji Müdürü Aktaş da mahallelilik kavramının hâlâ yaşadığını doğruluyor: "Burada mahallelere gittiğinizde herkes birbirini tanır. Sultanbeyli’de her bölgeden, her ilden insan bir arada yaşar. İstanbul’a yeni gelenler, özellikle mülteciler Beşiktaş’ı, Şişli’yi filan tercih etmiyor, Sultanbeyli’ye geliyorlar. Oralarda kiralar yüksek, hayat pahalı diyeceksiniz. O bir yere kadar doğru ama oralarda sosyal kabul edilirlik ne düzeyde? Sultanbeyli’de ise herkes göçle gelmiş, göçle yeni gelenle empati kuruluyor burada."

Kitapta yapılan geniş örneklemli anket çalışmasında ilk gelenlerin sırasıyla Trabzon, İstanbul, Rize, Gümüşhane ve Bayburt’tan 1987 öncesinde göç ettiği ortaya çıkmış. İkinci grup Erzincan, Erzurum ve Muş’tan ’90’ların başında; sonuncu grup ise Van, Elazığ, Siirt, Bitlis, Tunceli, Hakkâri ve Diyarbakır’dan ’90’ların ikinci yarısında göç etmiş. Sultanbeyli’yi böylesine büyüten ve toprakları ilk elden sahiplenenlerin dört Karadeniz kentinden geldiği anlaşılıyor. Tüm grupların temel motivasyonu bir ev ya da arazi sahibi olmak. Ancak son grupta gelenler Sultanbeyli’nin kiracı nüfusunun bir kısmını oluşturuyor. Kiracı nüfusun diğer bölümü ise son yıllarda Suriye’den gelenler.

Sultanbeyli Bilim ve Teknoloji Merkezi

En alttakiler

Nöbetleşe Yoksulluk çalışması 1998’deki yapıyı anlatıyor. Dolayısıyla en alttaki grup o yıllarda iç göçle Türkiye’nin en doğu ve güneydoğusundan gelenlerden oluşuyordu. Artık piramidin en altında Suriyeliler var.

İçişleri Bakanlığı verilerini derleyen Mülteciler Derneği rakamlarına göre ilçede Nisan 2022 itibarıyla 19 bin 744 Suriyeli yaşıyor. Aynı verilere göre 24 bin 870 Suriyeliyle 2019 yılında en yüksek seviyesine çıkmış.

Metin Koçyiğit, Sultanbeyli’de 32 yıl öğretmen olarak çalışmış. Artık emekli ve Sultanbeyli Kaymakamlığı’na bağlı İnsan Hakları Kurulu üyesi olarak hem yoksulluk hem de göçmenlik sorunlarıyla yakından ilgili. Eğitimciliğinden gelen bir refleksle Sultanbeyli’nin en alttakilerini çocuklar üzerinden anlatıyor:

"Zorunlu eğitim yaşında 30 bin çocuk varsa bunun neredeyse 3’te 1’i ya düzgün eğitim alamıyor ya da hiç eğitim almıyor."

Eğitim durumu ne olacak?

Gazeteci Işıkdağ da eğitim meselesine dikkat çekiyor:

"Eğitim düzeyi biraz düşük bir yer burası. Göçle gelenlerin önceliği ekonomik sıkıntılar olmuş, haliyle eğitim arka planda kalmış."

Metin Koçyiğit eğitim konusunda geç kalınmışlığı kendi deneyiminden şöyle anlatıyor:

"1990’da geldim İstanbul’a. O zaman sürgün yeriydi. İstanbul İl Eğitim Müdürlüğü beni Sultanbeyli’ye verdi. Bir tek Turhan Fevzioğlu Ortaokulu vardı, yeni açılmıştı. Merkez Camii’nin olduğu yerdeydi. Cami yapılınca yıkıldı. 2000’e yakın öğrencisi vardı. 75 kişilik sınıflarda ders verdik. Eğitim zorlu koşullarda yapılıyordu. İlkokullar barakalarda eğitim veriyordu."

Metin Koçyiğit’in anlattıklarından eğitimdeki meselenin sadece ekonomik yetersizlikler olmadığı anlaşılıyor:

"Özel okulların artması eşitsizliği arttırıyor. Devlet okullarının kalitesinin düşmesine de neden oluyor. Yetişmiş tecrübeli öğretmenleri, sivrilen iyi öğrencileri bünyesine katan özel yapılar var. Bazı dezavantajlı bölgelerden gelen yoksul aileler çocuklarını okula yollayamıyor, tıpkı Suriyeli, Afganistanlı çocuklar gibi onların çocukları da kayıtsız iş gücüne katılıyor."

Çocuk işçiliğin bir sorun haline geldiği Sultanbeyli, gecekondulaşmayla büyüdüğü dönemlerden beri çoğunlukla Ümraniye, Tuzla ve Gebze’de sanayi bölgelerinde çalışan işçilerin yerleşim bölgesi.

Strateji Müdürü Aktaş, Aydos ve Teferrüç kent ormanlarının arasında kurulduğu için Sultanbeyli’nin havasının temiz olduğunu anlatırken, Ömerli Barajı’nın havzasındaki ilçenin sınırlarında fabrika bacasının tütmediğini belirtiyor:

"Daha çok hizmet sektörünün ve küçük tekstil atölyelerinin olduğu yani karbon salımının çok olmadığı bir yer burası" diyor. Belediye Sultan Korusu, Sıfır Atık Projesi, Sevimli Patiler Kliniği, Çevre Gönüllüleri platformu gibi projelerle, ilçenin etrafındaki doğal ormanlara uyumunu arttırmaya çalışıyor.

Gerçekten de çok fazla yol yapmadan Aydos Tepesi’nin eteğinde belediye tarafından oluşturulmuş Gölet’in kıyısına ulaşabiliyorsunuz. Sultanbeyli’nin uzayıp giden beton görünümüne sırtınızı döndüğünüzde temiz havayla rahatlayıp kendinizi doğaya biraz daha yakın hissedebiliyorsunuz. Ama gözünüz 2B kararları sonrası ormanlık araziye doğru tırmanmaya devam eden yapılara takılmadan edemiyor.

Sultanbeyli göleti

Kısa kısa Sultanbeyli

Coğrafya: İstanbul’un Anadolu Yakası’nda yüz ölçümü 35 kilometre kare olan Sultanbeyli, İstanbul’un en yüksek tepesi 537 rakımlı Aydos ile Teferrüç Tepesi arasındaki platoda kurulu. Güneyinde Kartal, batı ve kuzeyinde Sancaktepe, doğusunda Pendik ilçesine bağlı Kurtköy bulunuyor. İlçede 15 mahalle var.

Nüfusu: 349 bin 485

Belediye Başkanı: Hüseyin Keskin

Ulaşım: İstanbul ve Ankara’yı birbirine bağlayan TEM Otoyolu ilçenin ortasından geçiyor. Sultanbeyli gişeleriyle otoyola bağlanıyor. Üsküdar, Kadıköy, Kartal, Pendik, Kozyatağı ve Mecidiyeköy’den İETT otobüsleriyle ulaşım sağlanıyor. Ayrıca çevre birçok ilçeye dolmuş seferleri var. Üsküdar-Çekmeköy metro hattı Sancaktepe’den sonra Sultanbeyli’ye ulaşacak.

Sultanbeyli
İstanbul
Aydos Tepesi
Aydos Kalesi
Semt
Tarih
Yaşam
Sayı 010

BENZER

İstanbul’a bambaşka bir gönül bağıyla bağlı bir yazardır Pierre Loti. Bundan tam 100 yıl önce 10 Haziran 1923’te hayata gözlerini yumdu. Yaşantısıyla, İstanbul’la kurduğu ilişkiyle eşine az rastlanır bir kent-sanatçı birlikteliğini mümkün kılan Pierre Loti’yi ölümünün 100. yılında anlamak, onun eserlerindeki benzersiz İstanbul’u yeniden keşfetmek için özel bir neden.
Dalyan’dan başlayıp Bostancı’ya doğru ilerliyoruz, İstanbulluya kendisini bir anda Ege’deymiş gibi hissettirebilen sahil şeridinden son manzaraları aktarıyoruz…
Cumhuriyetin ilanından sonra şehirde düzenlenecek törenler için uygun bir alan olarak Taksim seçildi. İstanbul’un yeni kutlama, toplanma alanı burası olacaktı. Bir de özel anıt siparişi verildi. Halktan ve kurumlardan toplanan bağışların da katkısıyla tamamlanan Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın 8 Ağustos 1928’deki açılış törenine yaklaşık 40 bin kişi katıldı, meydana sığmayanlar ertesi günün sabahına kadar anıtı görmeye geldi.