'Zor bir ülkedeyiz!'

Fotoğraf
Cem Talu
27 Şubat 2023 - 15:32

Londra’da dünyanın değişik ülkelerinden gelmiş öğrencilerin birlikte kaldığı altı yedi katlı yurdun üst katlarındaki odasına çıkmakta olan Türkiyeli kız öğrenci “memleket özlemi” içinde merdivenleri tırmanıyordu. Henüz bir buçuk iki ay olmuştu geleli. Yurtta tanıdığı pek yoktu. Yorgun argın ve de dalgın bir şekilde basamakları adımlarken birden kulağına tanıdık bir melodi çalındı. Sonra müziğin geldiği kattaki odaya yöneldi. Artık müziği gayet net duyuyordu:

"Yiğidim aslanım burda yatıyooor!”

Zülfü Livaneli çalıyordu. Türkiyeli, birkaç arkadaş edinirim düşüncesiyle kapıyı açıp içeri girdi. Ama içeride tek bir Türkiyeli genç yoktu. Odadakilerin tümü Latin Amerikalı öğrencilerdi! Livaneli’nin “Nâzım Türküsü” bir anda sınırları kaldırmıştı. Olayın kahramanı Zeynep Gülsoy, Latin Amerikalı gençlerin arasına karıştı, şarkıların sözlerini onlara çevirdi.

Livaneli, o gece Zeynep için giderilmiş bir “memleket hasreti” olmuştu...

Memleket hasretini en iyi bilenlerden biridir Zülfü Livaneli... Hem 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası döneminde hem de 12 Eylül 1980 sonrasında “sürgün” olarak yurdundan uzaklarda yaşadı.

Onun adının yanında en çok “hasret” yer alır. Yanı sıra “direniş” gelir. Ardında da “umut” vardır.

1984 yılıydı. Türkiye "kaçılan" bir ülkeydi. Zülfü Livaneli bütün riskleri göze alıp ülkesine döndü. Hem de sessizce değil. Şan Sineması'nda cesaret dolu konserlerle...

Zülfü Livaneli ile ilgili ne yazsam eksik kalır. Aralık 2016’da onun 50. Sanat Yılı ile ilgili “Barış ve Özgürlüğe Adanmış Yaşam: Livaneli” başlıklı bir sergi ve bir sempozyumun düzenlenmesine (Amaç Bükmen ve Gülçin Parlak ile) vesile olmuştum. Görkemli yaşamına ilişkin pek çok detayı bizimle paylaşmıştı. Aynı zamanda ne kadar tevazu sahibi olduğuna da yakından tanıklık etmiştik.

O yüzden Zülfü Ağabey için böylesi söyleşilere “giriş yazıları” her zaman eksik kalır. Dünyada 20. yüzyıl içinde çağına damga vurmuş sanatçılar sayılırken Zülfü Livaneli adı her koşulda ön sıralarda yer alır. O bir dünya sanatçısıdır!

Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli’nin hayatında “eksik kalmış” bir parça var mı? Hedefleyip de ulaşamadığınızı düşündüğünüz bir yer kaldı mı?

İçimde şunu da yapmam gerekir diye bir heves bir hırs ya da benzer bir duygu yok. Çünkü nispeten uzun bir hayat yaşadım. Çok erken yaşlarda sanatla uğraşmaya başladığım için de hem müzikte hem edebiyatta kendimce beni tatmin eden eserler ortaya koydum sanıyorum. Bunun takdiri tabii kitlelere ait. Dolayısıyla içimde böyle bir şey yok. Tam tersine yapacaklarımı yaptım duygusu var. Ama tabii ki yazmaya devam ediyorum o da ayrı.

Böylesi bir yol için kendinize hedefler koymaya ne zaman başladığınızı hatırlıyor musunuz?

Böyle bir hedefi insanlar bazen bütün bir ömür boyu ararlar... Bu bakımdan çok şanslıyım. Çünkü çocukluktan itibaren kafamda bir tek yazarlık vardı. Müzik sonradan eklendi ama hep yazarlık vardı. Kendimi yazar olarak geliştirmeye çalışıyordum. Dolayısıyla bu hedef belliydi!

OKUL BENİ SIKIYORDU

Nasıl bir öğrenciydiniz? Size göre okul başarısıyla hayat başarısı arasında nasıl bir ilişki var?

Bazı derslerde çok iyi bir öğrenciydim, bazılarında değildim. Genel olarak okul beni sıkıyordu çünkü okul dışında daha iyi öğreniyordum. İlgilendiğim konularda daha iyi eğitim yapabiliyordum. Her gün deliler gibi okuyordum ve notlar alıyordum. Benim bir eğitim hayatım vardı okul dışında... Okul içinde de felsefe dersi mesela sevdiğim bir dersti ama felsefe hocamız bana yetersiz geliyordu. Edebiyat hocamız yetersiz geliyordu. Bir yandan da benim hiç ilgimi çekmeyen dersler de vardı. Zorla bir şeyler öğrenip sınav vermeye çalışıyordum. Bazı alanlar benim alanım değil gerçekten, yani fen bilimleri diyelim daha çok... Dışarıdan daha iyi okuyabiliyorum. Mesela ilgimi çeken, fenden fizik. Şu anda ben fizik kitapları okuyorum. Fizikçilerden öğrenmeye çalışıyorum dördüncü boyutu, zamanı, zamanın eğilmesini... Sürekli okuyorum bunları. Ama okulda böyle ilgi çekici biçimde değil daha klişeler veriyorlardı. Sonra o matematik dersleri falan beni çok sıkıyordu. O yüzden genel olarak iyi bir öğrenci sayılmam çünkü fiks menü veriyorlar, özellikle üniversitelerde de fiks menü. Yani gideceksin, sana sormadan önüne börek de getiriliyor, balık da getiriliyor, et de getiriliyor. Hâlbuki ben kendi menümü kendim oluşturmak istiyordum. O yüzden Stockholm’a gittiğimde felsefe okudum ve başka bir okulda da müzik okudum. Çünkü ben bu ikisini okumayı istiyordum. Dolayısıyla onu yapabildim.

ZÜLFÜ LİVANELİ’NİN MEHMET YILMAZ BASMACI ADINA OLAN SAHTE PASAPORTU

SİYASETİ BAŞARAMADIM

Zeynep Oral der ki “Zülfü Livaneli ne yaparsa iyi yapar.” İyi yapmadığınız bir iş var mı?

Zeynepciğim sağ olsun, o böyle hep cömert yüreklidir. Yapmadığım iyi şey var tabii canım, nasıl olmaz. Bir kere siyaset var, hiçbir zaman iyi yapamadım. Çünkü siyaset ülkenin koşullarına göre yapılır. Ben bir ara zoraki aday olduğum dönemde rakiplerden birisi “Livaneli çok iyi başkan olur ama Viyana’ya” demişti. Ben bu ülkenin ilişkilerini bile iyi anlayamıyorum, kavrayamıyorum ki siyasette bunları kullanayım. Bilenler biliyor ben her zaman içinde ne varsa dilinde de o olan insanım. Bu da Türkiye’de maalesef olmuyor.

İLK PASAPORTUM SAHTEYDİ

Çok ülke, pek çok şehir gördünüz. Dünya vatandaşlığı yoluna çıkarken nasıl bir pasaporta sahiptiniz? Sonrasında sahip olduğunuz pasaportları ve hikâyelerini anlatır mısınız?

Pasaportlarım benim hayatımın özeti gibidir. Önce yurt dışına çıkmak istediğimde bir pasaport vermediler bana. Hapisten çıkmıştım. Bir sahte pasaport temin ettiler bu yurt dışına devrimcileri gönderen arkadaşlar, sağ olsunlar hiç unutmam. Ve başka isimle, Mehmet Yılmaz Basmacı adıyla yurt dışına çıktım. Daha sonra İsveç’te bir iltica başvurusunda bulununca soluk mavi Birleşmiş Milletler’in en alt düzey bir pasaportunu aldım. Sonra Türkiye’de af ilan edilince konsolosluğa müracaat ettim. Hiçbir suçumuz olmadığı hâlde ondan yararlanıp normal Türk vatandaşı pasaportu aldım. Daha sonra UNESCO’ya büyükelçi seçildiğimde UNESCO’nun en üst düzey kırmızı pasaportunu aldım. Diplomatik dokunulmazlığı olan Birleşmiş Milletler genel sekreteri imzasıyla sonra Avrupa Konseyi kimliğini aldım. Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin en yüksek diplomatik pasaportunu aldım. Yani cebimdeki kâğıtlar değişti ama ben hep aynı insan kaldım.

ZÜLFÜ LİVANELİ’YE VERİLEN FRANSA’NIN BÜYÜK ÖDÜLÜ LÉGION D'HONNEUR

UNESCO Büyükelçiliği gibi çok itibarlı bir mevkiden istifa yoluyla ayrıldınız, neden?

UNESCO’da bizim iyi niyet elçiliği yılları gerçekten verimliydi, güzeldi. 1996’dan sonra çok güzel çalışmalar yaptık. Birçok kıtada; Latin Amerika’da, Avrupa’da, Asya’da ve daha çok eğitim alanında çalıştık. Çocukların eğitimiyle, “Ömür boyu eğitim” denilen programla ve barış kültürü programıyla ilgili çok çalışma yaptım, çok görev aldım. Güzel şeyler de yaptık. Bunların içinde mesela bir tanesi unutulmazdır. Granada’da, Elhamra Sarayı’nda FKÖ lideri Yaser Arafat ile İsrail Başbakanı Simon Peres’i buluşturduk. Bu inanılmaz bir başarıydı ve barış yoluyla bir diyalog başlatılmıştı ama barışın düşmanı çoktur biliyorsunuz dünyada. Çeşitli suikastlarla falan o olayları da bitirdiler. Ama daha sonra biraz anlamını kaybetmeye başladı UNESCO iyi niyet elçileri grubu. Sonra hakikaten anlamını kaybetti. En sonunda da İstanbul’da bir insani zirve yapmaya kalktılar. Ben de yazdım dedim ki “Şu anda mesela Diyarbakır’da tarihî Sur ilçesi bombalanıyor, başka yerler, bir sürü şey var, Türkiye’de hem insan hazinesine hem tarihî hazineye saldırılar yapılıyor. Bunu yapmayın, İstanbul’da güç vermiş olursunuz” dedim, dinlemediler. Ben de uluslararası basına bir açıklama yaparak istifa ettim, çok da mutluyum yaptığım için...

Zülfü Livaneli

ZOR YILLAR BİTMİYOR

20. yüzyılın ikinci yarısını alabildiğine “aktif” olarak yaşamış birisiniz... Sanıklık, hapislik, sürgün. Milyonluk konserler, rekor satışlı müzik albümleri, çok ödüllü kitaplar, filmler... Türkiye’nin tanık olduğunuz dönemini (1950- 2020) 10’ar yıllık dilimlere ayırsak en iyi ve en kötü 10 yıl hangileri olabilir?

Biliyorsunuz Zor Yıllar diye bir albüm yapmıştım. Bu albüm hayatımın her döneminde yapılabilirdi aslında. Çünkü ilk önce çocuk ve yeni bir genç olarak, 20 yaşıma kadar falan fazla anlamadım yani sakin bir Ankara’da yaşıyorduk. Fakat sonra 12 Mart 1971 Askerî Muhtırası’yla birlikte hayatımız altüst oldu. Bizim kuşak gençler hapse atıldı. Zulümler yaptılar, yurt dışına gitmek zorunda kaldık. Daha sonra da sanki ilginç bir şey bir mucizevi kuş kanadını değdirmiş gibi müziğim ve edebiyatım beni önce kendi ülkemde sonra dünyada tanıttı. Hayatımı değiştirdi ve dediğim gibi isteklerimi yapabildim. Neden? Çünkü ne benim ne eşimin amacı hiçbir zaman para kazanmak, çok zengin olmak, muazzam hayatlar yaşamak falan değildi. Bizim kuşağın değerleri arasında bu yoktu. Hiçbir şeyi para için yapmadık. Çok yoksulluk da çektik aslında. Ama bunu da hiç afişe etmedik. Bakın biz ne kötü durumdayız, şuyuz buyuz falan diye... Ama o yılları bilen bilir tabii. Şimdi de çalışarak yaşıyorum. 76 yaşındayım. Gene emeğimle yaşıyorum. Normal bir hayat sürdürüyorum. Dolayısıyla Türkiye’de sanatçıların, yaratanların, üretenlerin değil onun üzerinden ticaret yapanların para kazandığını hepimiz biliyoruz. Benim de öyle oldu kaderim ama pek de şikâyetçi değilim doğrusu.

İçinizde ukde kalan bir şey var mı?

İçimde ukde kalan şey şudur: Halkın çok aydınlık bir kesimi bana güvendi, bana inandı, Türkiye’nin en büyük konserlerini yaptırdı, Türkiye’nin en itibarlı noktasına beni taşıdı. Sağ olsunlar. Ama bunu, bu popülariteyi, kitle gücünü siyasette de temsil etmemi istediler ve 1994’teki o heyecanlar, o kitlelerdeki büyük heyecan daha sonra milletvekili seçildiğim gün hiç unutmuyorum mazbatayı almaya gittiğimde, o kaç katlı binanın ortasında bir boşluk vardı avlu gibi. Katlardan her yerden çıkıp memurların alkışlaması benden büyük umutlar beslendiğini gösteriyordu ama ben onu yapabilecek bir politikacı değilmişim. Ben de yapmaya çok çalıştım ama isteklerini yerine getiremedim. İçimde ukde kalan şey budur.

Son dönemlerdeki kitaplarınız pek çok gizli-saklı kalmış bilgileri tartışmaya açıyor. Çok titiz araştırmaları içeren bu çalışmalar için nasıl bir yol izliyorsunuz? Bize bir çalışma gününüzü anlatır mısınız?

Kitaplarımı büyük bir araştırma sonucu yazdığım doğrudur. Roman olmasına rağmen gerçeklikle ters düşmemesine çalışıyorum. Dolayısıyla o büyük emeği verirken küçük küçük hatalar da yapmamaya çalışıyorum. Çünkü onlar olduğu zaman uzmanları hemen anlıyor. Mesela Mutluluk romanını yazarken yelkencilikle ilgili çok ders aldım, çok bilgi edindim. Yani bir rüzgârı yanlış yazsanız uzmanları hemen fark eder ya da diyelim ki askerlikle ilgili mayınlardan birinin rengini yanlış yazsanız hemen fark eder uzmanı. Böyledir zaten, çok eleştirirler sağ olsunlar yani böyle hatalar olduğu zaman. Olmamasına çok çalışıyorum. Dolayısıyla belli bir disiplinim, şu saatle şu saat arasında çalışırım falan diye bir şey yok. Daha çok çağrışımlarla, aklıma gelenlerle yazıyorum. Seyahatte bile yazarım ben.

ZÜLFÜ LİVANELİ’NİN SELDA BAĞCAN İLE 1979’DA ALMANYA’DA VERDİĞİ KONSERİN AFİŞİ

"Duvarlar” adlı bestenizde “Ne böyle zulüm olsun/ Ne de böyle şarkılar” dedikten sonra da yine “böyle” şarkılar bestelediniz. Devamlı aynı duraklara varmak sizde nasıl bir etki yapıyor?

Evet, “Duvarlar”da böyle demiştim, “Ne böyle zulüm olsun/ Ne de böyle şarkılar”... Ama Türkiye devam ettikçe biz de böyle şarkılar yapmaya devam ettik. Şimdi gerçi çok şarkı bestelemiyorum, daha çok daha büyük müzikal eserler, orkestra eserler ya da piyano çello sonatları üzerinde çalışıyorum fakat dediğiniz doğru. “Yiğidim Aslanım” adlı ağıtın da söylenmeyeceği bir Türkiye’yi özlüyorum derim ben. O Türkiye’ye ulaştığımız zaman evet, beni de unutsunlar razıyım.

Aydınlar açısından yaşanması kolay olmayan bir ülkede, düşüncelerinizi açıklamaktan geri durmayan bir sanatçı olarak kendiniz için kaygı duyuyor musunuz?

Aydınlar için kolay bir ülkede değiliz! Bizden önceki kuşaklar çok acı çekti, hapislerde geçti ömürleri... Öldürülenler oldu. Yurt dışına gidenler oldu, sürgünler yaşandı. Bizim aydınıyla barışık olmayan bir devletimiz var. Ve bu asker, sivil, şu parti bu parti fark etmiyor. Her dönemde aydınına zulmediyor. Çünkü aydınlar, entelektüeller bir ülkenin hem dilidir hem de düşünme biçimidir. Dolayısıyla devlet kendi dilini kesiyor. Bunu bizim devletimiz yapıyor maalesef.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılındayız. Toplumsal gelişmişlik olarak yüzyılda ne kadar mesafe katetmiş olduğumuzu düşünüyorsunuz?

100. yılda maalesef çok iyi bir noktada değiliz. Tartışmalarla, kuşkularla, kafalardaki sorularla ve kutuplaşmış hâlde giriyoruz. Bu çok acı bir şey... Yüzüncü yıla göğsümüzü gere gere büyük bir gururla girmek isterdik. Maalesef öyle değiliz. Ama gene de umutsuz olmamak lazım, belki de olgunlaşma sürecidir bu, 250 yıllık Doğu-Batı kavgamızın nihai dönemlerinden birine gelmişizdir! O bakımdan umutsuz olanın atı koşmaz. Dolayısıyla umudumuzu bir kenarda oturup bekleyerek değil o umuda giden yolda mücadele ederek muhafaza etmemiz gerekiyor.

Zülfü Livaneli
Edebiyat
Politika
Müzik
Nâzım Türküsü
Yiğidim Aslanım
Sayı 013

BENZER

İnsanın hayatının bir döneminde yaşadığı sokağın ismi hayatını, karakterini, ilerde yapacağı seçimleri etkiler mi bilmiyorum, ama ben komediye bayılan bir oyuncu olarak Kadıköy’deki Şakacı Sokak’ta hayatıma başlamışım. 
Kısa bir süre önce hizmete giren akıllı uygulama nedir, nasıl kullanılır?
Duayen oyuncu, Akbank Sanat'ın Atölye Serileri Programı kapsamında 25 Mart Cumartesi günü katılımcılarla buluşacak.