Rize'de doğmuşsun; orada mı büyüdün?
Rize'de yaşamıyorduk, doğumum oraya denk gelmiş, tesadüfen öyle olmuş. Rizeliyiz ama Ankara’da yaşıyorduk. İki ablam, bir ağabeyim var. Onlar Ankara’da doğmuşlar. Babaannemin özel isteği, benim Rize’de doğmamı istemiş. Annem ve babam da ikna olmuş. Hem bahar ayı filan. Orada bayağı köy evinde doğum yapmış annem. İlkokulun ilk iki sınıfını Ankara’da okudum, sonra İstanbul’a taşındık. Rize’ye ilk kendimi bilerek gitmem 19 mu, 20 mi yaşındayken oldu. Abimle gitmiştik, dağlara taşlara çıkalım, yaylara gidelim diye. Çocukluk aslen İstanbul’da yani. 12 Eylül Darbesi’nden sonra İstanbul’a taşınmışız. İstanbul’da Suriçi’nde geçti çocukluğum büyük oranda. Samatya, Yedikule… Oralara hâkimimdir.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar’a girerken amaç oyunculuk muydu sadece yoksa yönetmen de olacağım diyor muydun? Müzikle de uğraşıyordun bir taraftan değil mi?
Özel okulda okudum. Orada tiyatro bölümündeydim. İngilizce oyunlar falan oynuyorduk, özel okul olduğu için. Sonra aklıma düştü ama o sırada müzik de hayatıma girmişti bir şekilde. Müzikle de bayağı haşır neşirdim, gitar çalmaya başlamıştım. Şarkı söyleyebildiğimi fark ettim, besteler yapmaya başladım. Sonra sahnede gitar çalmaya başladım. Müzik ve tiyatro bir şekilde hayatıma girdi böyle. Ama çok da başarılı bir öğrenciydim ben lisede. Deneme sınavlarından çok iyi sonuç alırdım. Üniversitede iyi bir derece getireceğini düşünürdüm. O sırada babamı kaybettim. Babamı kaybedince benim bütün dengem bozuldu. Yani geriye dönüp baktığımda bunu görüyorum. Kendimi aramaya başladım o süreçte. Ben gerçekten ne yapmak istiyorum? Çünkü ölüm diye bir şey var. Hayatımda ilk kez bu kadar gerçek, bu kadar yalın bir şekilde ölümle yüz yüze geldim. Benim gerçekten yapmak istediğim şey işletme okumak mı? Para sayan birine mi dönüşmek, birinin kârını mı kontrol etmek? Böyle şeyler geçti kafamdan. Deli gibi okurdum çocukken de. Ne bulsam okurdum. Gerçi o zaman genç olan birinin başka bir şansı da yoktu. Ya kitap okuyacaksın ya film izleyeceksin. Sinemada film izlemeye paran yetişmezdi ama kitap okumak için zamanımız çoktu. O zamanlar zaman daha yavaş akıyormuş. Bu bahsini ettiğim zaman 90’ların başı. 1995-2000 arası ise konservatuar zamanı. O zaman İstanbul Film Festivali’nde film izleyebiliyordum, tiyatro oyunları izleyebiliyordum, birilerinin aracılığıyla oluyordu bunlar ama 90-95 arasında film izleyemiyordum çünkü sinema keseyi zorluyordu.

Mizah dergileri de vardı...
Mizah dergileri çok yol göstermiştir bana. Babam da severdi. Mesela bizim evimize 80’lerde Gırgır girerdi. Hep Gırgır vardı. Bir de video kaset döneminde babamla güzel bir anlaşmamız vardı bizim. Cuma günleri video kaset alma günüydü, o işi bana bırakmıştı babam. Üç tane kaset alırdık. Üç tane kaset alana bir tane hediye diye bir şey vardı.
Almak dediğin kiralamak herhâlde.
Evet evet, kiralamak anlamında diyorum. Bir tane yabancı alırdık, onu benim zevkime bırakırdı babam. Bir tane Türk filmi, ablalarım için. Bir tane de komedi filmi alınırdı, babamla ikimiz için o da. Kemal Sunal filmi olurdu. Kemal Sunal’ın bütün filmlerini o dönemde izlemiş biriyim. Büyük fanıyımdır, o dönemin, Kemal Sunal’ın, o filmlerdeki tüm oyuncuların büyük fanıyımdır.
Peki oyunculuk serüveni nasıl başladı? Leyla ile Mecnun dizisi çok ilgi gördü. Orada Mecnun Çınar karakterini canlandırmıştın. Ali Atay için bir önemli eşik diyebilir miyiz Leyla ile Mecnun için?
Aslında öyle değil. Benim için ondan önce de kırılma noktaları var. Leyla ile Mecnun’dan önce ben 10 sene boyunca tiyatro yaptım. Televizyonla çok büyük bir haşır neşirliğim olmadı. O dönemde biz alternatif şeyler yapıyorduk. Alternatif sahnelerde Berkun Oya’nın yazdığı oyunları oynuyorduk. Tuhaf oyunlardı gerçekten onlar, zamanın ötesinde oyunlardı. Biraz performansa yönelik oyunlar yaptık, bar performansına yönelik, üç kişilik. Kısa kısa oyunlardan oluşan performanslar. “Adamlar” adını vermiştik. Oyun diyemiyorum, kendi türünü yarattı çünkü. O da mesela imkânsızlıktan olmuş bir şeydi. Sahne kiralama imkânımız olmadığı için ve Babylon’un önünde bunu konuştuğumuz için Babylon’da mı oynasak acaba dedik. Acaba nasıl bakarlar bu işe dedik. “Mükemmel bir hareket olabilir, bir deneyelim” dediler. Bir oyun denedik orada. Ondan sonra da koptu gitti zaten. Seyirci de çok sevdi. İlk Babylon’dan bahsediyorum, Asmalımescit. Oralarda öyle şeyler yapıyorduk işte. Benim bütün işim gücüm, hayatım, hayalim tiyatroydu. Başka bir şey düşünmüyordum ama zaman insana böyle kesin kararlar vermemesi gerektiğini gösteriyor. Önüne başka şeyler çıkıyor. Tatlı sürprizler oluyor insanın hayatında. Böyle şeyleri geri çevirmiyorum, severek kabul ettiğim şeyler hâline geliyor.

Yine de Leyla ile Mecnun güzel bir tecrübeydi ve çok insana ulaştı. Nasıl başladın bu projeye?
Ben askere gittim. 5 buçuk ay askerlik yaptım, Güneydoğu’da. Hayatımın en tuhaf dönemiydi o. Konservatuardan çıktıktan, tiyatro yaptıktan sonra burada kendi kurduğun, yarattığın bir dünya var ama o dünyanın kendi zemininde başka bir dünya daha var ve bu bizim hiç haberimizin olmadığı bir dünya. O zamanlar sosyal medya falan bu kadar yaygın olmadığı için hiçbir fikrimiz de yok. Bize ne söylenirse ona tamamız. İşte ben Güneydoğu’da askerlik yapınca “Eyvah!” dedim. Burada başka bir şey daha var, başka bir toplum var, bunu bize göstermediler. Örnek bir toplum vardır, şablon budur, böyle konuşur, böyle davranır diye bir jenerasyon yetiştirdiler. Bizden öncekileri de aynı şekilde yetiştirdiler. Doğrusunun bu olduğunu düşünerek büyüdük ama sonra bu da mı yanlış, a bu da mı yanlış, bu da mı, bu da mı falan. Homofobik, dömifaşist bir jenerasyon yetiştirilmiş. Askerlik bu açılardan bana çok faydası olan bir hareket oldu. Askere gidince hayatım, vizyonum, bakış açım, yaşadığım toprağa olan vicdanım, algım, her şey değişti. Çünkü tanımadığın ve belki de bir daha hiç karşılaşmayacağın bir çocukla aynı ranzada yatıyorsun ya hani. Romantize ederek söylemiyorum. Gerçek bu. Ben orada niye yatıyorum onunla abi? Ya hapiste ya askerlikte yatarsın. Hapse Allah düşürmesin ama askerliği insanlar tecrübe etmeli. Kendi toprağının insanıyla, kendi toprağının durumuyla yüzleşiyorsun orada. Daha da önemlisi kendinle yüzleşiyorsun. İşte Leyla ile Mecnun benim askerlik sürecinde karar verdiğim bir şeydi aslında. Leyla ile Mecnun değil, benim televizyonda kendi dilimi kullanabileceğim bir alan lazım bana düşüncesi askerde yerleşti. Dedim ki “Ben doğru hayatı mı yaşıyorum?” Bilmiyordum. İstediğim hayat bu mu diye çok sorguladım. Askerden döndükten sonra yapmak istediğim şeyler var. Bunun nasıl farkına varacağım? Sinema yapmak istiyorum. Senaryo yazmak istiyorum. Hikâyelerim var. Müzik yapmak istiyorum, beste yapmak istiyorum. Şarkı söylemek istiyorum ve daha da tuhafı bayağı bilinir olmak istiyorum ki kapılar daha kolay açılsın. Bunu inkâr etmiyorum. Bu ülkede iş yapmanın birinci formülü bu. Bilinir olman gerekiyor. Yoksa çok zorlanıyorsun yapmak istediğin şeylerle ilgili. Torpil demiyorum, yanlış anlama. Bir şekilde insanların seni bilmesini sağlayacaksın. Restorana girdiğinde kapılar sana sonuna kadar açılıyor gibi değil. Ben bu işi yapmak istiyorum dediğin zaman masaya daha rahat oturuyorsun. Bunlar hep askerdeyken yerleşti kafama.
Dedim ben müzik yapmalıyım, müzikle uğraşmalıyım çünkü müzik hep vardı hayatımda. Film çekmeliyim, komedi. Kendi mizahımı insanlara ulaştırabilecek miyim falan derdiyle askerden döner dönmez gelen iki tekliften biri Leyla ile Mecnun’du ve o zamanki menajerim, “Bunu yapmayacağız herhâlde?” dedi. Dedim neden öyle düşünüyorsun? Dedi ki “Bir kere TRT’de ve de hiç izlenmeyecek bir mahalle komedisi.” O zaman TRT hiç izlenmiyordu gerçekten de. Diğer teklif de böyle çok büyük bir işti. Oradan bir rol gelmişti. Diğeri de işte Leyla ile Mecnun. Dedim ben bunu istiyorum. Gittim Onur Ünlü’yle görüştüm. “Nasıl bir şey yapmak istiyorsun?” dedim. Dedi ki “TRT dediğimiz yer bizi 4 bölüm tutar tutmaz, onu bilemem. Biz 4 bölümlük canımız varmış gibi düşünelim. O yüzden takılalım istediğimiz gibi.” Dedim ne güzel. Oyuncu arkadaşların hepsi zaten birbirinden iyi. Hepsine karar verilmişti, Mecnun’u arıyorlardı. “Abi o zaman sen 4 hafta bize karışmayacaksan, bizi ellemeyeceksen, beraber bir ansambl oluşturabileceksek ki herkes tiyatrocu orada, o zaman yapalım” dedim. Sonra sete girdik ve Onur gerçekten de dediği gibi her şeyi bize bıraktı. Biz orada ansambl bir dünya kurduk. Senaristiyle, müzisyeniyle, yönetmeniyle, kameramanıyla herkesle, gerçek anlamda bir ansambldı. Dillere pelesenk olan şakaların neredeyse tümü sette çıktı. “Böyle olması gerekiyor”u da orada fark ettik. Kimse de reddedemedi bu uyumu ve ister istemez bir alıcıya ulaştı.

Bu da seni bilinir kıldı, istediğin şeyi yarattı…
Tam da istediğim yerden bilinir kıldı. Televizyon ünlüsü gibi bilinir kılmadı. Kendine has mizahıyla var olmaya çalışan biri gibi bilinir kıldı, çok zor bir yerden bilinir kıldı ve bu beni çok mutlu etti. İşlerimi kolaylaştırdı ve ben o rahatlıkla ilk filmimi çekebildim.
Limonata. İzledim, çok da beğendim. Her yönetmenin bir tarzı var. Ali Atay’ın tarzı ne? Filmlerinden insanlar ne alsın ister?
Hiç bilmiyorum. O bir süreç, bir hikâye meselesi. Ben hikâye anlatmayı seviyorum. Önüme askerlikle ilgili bir hikâye gelir ve ben çok yükselirim, onu anlatmak isterim…
Limonata’yı sen yazdın değil mi?
Evet, Ertan Saban’la birlikte.
Orada da bir mizah unsuru var.
Var tabii, mizah hayatın her alanında var, onu reddedemeyiz, çıkaramayız hayatımızdan. Bir de ben öyle bir evde büyüdüm. Annemin, teyzemle kahkahalarıyla büyüdük. Cenazede bile olur ya hani. Cenaze şakaları vardır. Mizahı reddetmeye gerek yok. Komedi zorlaması da sevdiğim bir şey değil, dram zorlaması da sevdiğim bir şey değil. Ama kendiliğinden oluyorsa… Güldüğümüz anlar bence yaptığımız her şeyin içinde çokça var, hele benim hayatımda... Çok ağır depresyondayken bile sinirlerim bozulabiliyor rahatlıkla.
Peki Limonata’dan sonra neye karar verdin?
Ben hiç karar vererek hareket etmedim, hiçbir şekilde hiçbir kararım olmadı benim. Bunu da konuşmamızın başında dediğim şeye bağlıyorum. Sürpriz dediğimiz şeyler yaşanabilir kılıyor hayatı. Beklenmedik şeyler seni bir yere taşıyor. Ben onlar oldukça onların beni yönlendirmesine izin veriyorum aslında. Plan yaptığımda o planların hiçbiri tutmuyor.

Bu kadar koşturmacanın içinde bir de müzik var ama şu anda hangi aşamada?
Burada kendi ortamımız var, çalıyoruz ara ara. Profesyonel anlamda bir yere taşımıyorum sadece, yoksa hep devam ediyor. Hep devam ediyordu zaten, hep vardı. Ara ara gitarlarımın telleri paslanıyor, bir o zamanlarda elime almıyorum gitarı. Sonra tellerini değiştiriyorum, yine hayatıma giriyor, çalmaya başlıyorum. Ama hani oturuyorum da bir şarkı besteliyorum gibi değil. Ama bana desen ki bir şarkı yapalım, akşama kadar oturup bir şarkı yapabiliriz burada. Onun için de ortam gerekiyor. Benim herhangi bir şey yapabilmem için ortamın hazırlanması gerekiyor.
Kolektif hareket etmeyi seviyorsun.
Başka türlüsünü bilmiyorum. Fikir fikri doğurur düşüncesindeyim. Masada tek başıma oturayım, saatlerce senaryo düşüneyim, beni bir yere taşımaz. Zevk de almıyorum bundan, onun getireceği tatmin duygusuyla ilgilenmiyorum. Mesela sahneye ödül almaya 30 kişi çıkılır ya hani. İşte ben o anları seviyorum. Hep beraber olan. Birlikte yaptık bunu demeyi. O anlar güzel.

Ölümlü Dünya’ya gelmek istiyorum. Müthiş bir beğeni topladı. Ben filmi ilk izlediğim zaman sette herhâlde acayip eğlendiler ve doğaçlama sahneler var diye düşünmüştüm ama sen öyle olmadığını söyledin. Anlatır mısın biraz, nasıldı Ölümlü Dünya’nın seti?
Ölümlü Dünya’nın seti korkunç eğlenceli geçmedi ama tabii sette biri öldürülmüş gibi de geçmedi. Normal bir setti. İnsanlar ne yapacaklarını bilmiyorlardı, ben böyle bir senaryo nasıl olacak diye düşünüyordum falan. Kimse rahat değildi açıkçası. Böyle bir tedirginlikle çıktık sete ve böyle bir tedirginlikle bitirdik. Montajda da aynı tedirginlik devam etti, ta ki gala gününe kadar. Seyirci nasıl bulacak, bu şakalara sadece biz mi gülüyoruz, bu mizah onlara ürkütücü mü gelecek filan. Başlarda da seyircinin bir kısmı izlediği şeyden ya memnun kalmadı ya anlamadı ya da kendini mesafeli tuttu. Çok dayak yedim ben, başta çok negatif geri dönüş geldi. Nereden saldıracağını bilemediği için abuk sabuk şeylere tutunan insanlar oldu. Mavi tikli biri filmle ilgili “Burada da Mecnun gibi oynamış” diye yazdı mesela. Ben çektim bu filmi, oynamıyorum ki! Yokum bile oyuncu olarak. Nereden saldıracağını şaşıranlardan böyle tepkiler geldi. Sonra şöyle oldu. Sinemayla televizyon, platform diyeyim, arasındaki fark şu: Sinemada oturtup koltuğa bir şey vadediyorsun, televizyonda, evinde izlerken o başka bir şeye dönüşüyor ya hani. Film platformda çıktığı zaman seyirci saldırmaktan vazgeçti, kabullendi. Buradaki mizahı kabullendi, şakaları kabullendi. Daha anlaşılır geldi ona. İkinci turda çok büyük kabul gördü Ölümlü Dünya. O nedenle de ikincisinin çekilmesi için büyük bir talep oluştu.
Senaryodan konuşmak isterim. Sen varsın, Aziz Kedi var, Feyyaz Yiğit var. Senaryo da kolektif çıktı değil mi?
Evet, öyle çıktı. Öyle çıkınca bir anlamı oluyor zaten. Ben Aziz’le, Feyyaz’la çok alakasız bir sebeple tanıştım. Bana bir talk show teklif ettiler. Dedim “Ben yapamam talk show’u.” Ya bi konuşsaydık, görüşseydik falan. “Görüşelim tamam ama yapmayacağım yani, onu bilin, beceremem” diyorum. “Ama editörlerimiz çok güçlü” dediler. Aziz Kedi’ymiş. Aziz Kedi’yle de biz eskiden birbirimizi bilirdik, böyle uzaktan uzağa flörtleşiyormuşuz. O zaman “Bir görüşelim.” dedim, Aziz’le de bir tanışma fırsatı olsun. Tanışır tanışmaz da gerçekten çok seviştik. Aziz dedi ki “Bir daha buluşalım, o buluşmamızda sana birini getireceğim. Ona da tutulacaksın, çok seveceksin.” Bir sonraki buluşmamızda televizyon binasında toplantı yaptık, Feyyaz’la da orada tanıştım. Toplantının sonunda, çıkışta Aziz’e dedim ki “Bi’ saniye durur musunuz?” Feyyaz da geldi. “Abi film yazalım” dedim. Aziz, “Ne alaka film, daha önce senaryo yazmadım, bilmiyorum” falan dedi. Dedim “Önemli değil toplaşırız.” Sonra benim evimde bayağı kamp kurduk. Bir ay gibi bir sürede Ölümlü Dünya’nın ilk draft’ı diyebileceğim hâlini çıkardık. Ama sonraki süreçte tahmin ettiğim şey geldi başıma. İki buçuk, üç sene o senaryo süründü sağda solda. Hiçbir yapımcı almadı, ikna edemedim. Evde oturup böyle bir şey yazmış olduk yani. Korkunç bir süreçti. Sonra bir gün Timur Savcı beni aradı, gittim TAFF’a, onlar yaptı…

Ölümlü Dünya’nın jingle’ı “Anadolu Tat 1071” nasıl ortaya çıktı? Senden çıktı herhâlde o, gerçi Feyyaz Yiğit filmde ben yazdım diyordu…
(Gülüşmeler) Feyyaz’ın olayları onlar, jingle, şiir falan. Filmdeki şiiri de o yazdı mesela. Onu da onun eşi Ayşe Sedef seslendirmişti. Jingle muhabbeti de şöyle. Korkunç bir aksiyonun içinde insanların dikkatini gerçekten ne çekebilir? Şöyle düşün, korkunç bir andasın ve radyoda seninle ilgili bir şey çıkıyor, senin yaptığın bir şey çıkıyor. O anı yapabilir miyiz mevzusu vardı biraz. Sonra Anadolu Tat 1071 jingle’a bir melodi bulmak gerekiyordu falan. Çok zorlandık. Anadolu Tat da şu: Bizim konservatuar yıllarında Beşiktaş’ta yemek yediğimiz bir esnaf lokantası vardı, Anadolu Tat’tı adı (gülüyor). Jingle’ın akılda kalıcı bir şey olması gerekiyor durumu vardı. Ve anlatırken çıktı, Anadolu Tat 1071, 1071, 1071 derken. Bir altyapının üstüne yerleştirdik onu. Bayağı teknik ekiple stüdyoya girip söyledik onu. Şimdi bu filmde ona benzer bir şey daha var, ona çalışıyoruz.
O zaman Ölümlü Dünya 2’ye gelelim. 1 Aralık’ta vizyona giriyor. Ne bekliyor seyirciyi?
Ben nereden bileyim, hiç bilmediğim sorular. Ben birinciyi de bilmiyordum ki…
Ama soruyor seyirci, birincisi böyleydi, ikincisi nasıl olacak diye merak ediyor…
İşte birincisi çıktı, ben seyircinin ne düşündüğünü uzun zaman anlamadım. Sonra seyirci kabullendi, ikinciyi istediler. Şimdi iki nasıl çıkacak, bilmiyorum. Ben ne istediysem onu yaptım, sevdiğim şeyi yaptım. Seyirci sever mi sevmez mi, seyirciyi ne bekliyor, biliyorsam namerdim.
Ama tedirginlik azaldı herhâlde?
Tedirginlik azalmaz. Ölüyorum, her şeyde böyleyim. 10 sene sahneye çıktım, sahneye çıkarken de böyleydim. Bitmiyor o tedirginlik. Onuncu filmi de çeksem tedirgin olacağım ben. Bir noktadan sonra çok daha büyük riskler bekliyor seni. İlk atışında seni tolere edebilirler ama bence beşinci, altıncı film, yedinci film daha tedirgin edici. İsmi lazım değil, bizim çok büyük yönetmenlerimizden birinin yaşadığı şeyi düşünelim. Son filmleri için nasıl oluyor yahu, nasıl buna dönüşebiliyor gibi şeyler söyleniyor. Bu, rahatlıktan kaynaklanıyor bence. O tedirginlik yok olduktan sonra oraya düşüyorsun, ne yapsam olura düşüyorsun. O da bence yaratım sürecinin kanseri. Korkunç bir şey.
İstanbul’la aran nasıl? İstanbul’da nereleri seversin?
Ben bilgisayar oyunu seven biriyim. Açık dünya oyunlar var. Mesela Witcher, sonsuz bir dünyası var. Sürekli birtakım yerlerde birtakım mekânlarda birtakım karakterlerle bir şeyler keşfediyorsun. İstanbul dışına taşındık biraz, Beykoz’un da ilerisinde bir noktaya. Oralar da İstanbul. Hayatımda hiç Rumeli Feneri’ne gitmemişim mesela. Oralarda sağı solu bir gezeyim derken gittik arkadaşımla. Oradan aşağıya dönerken bir mahalle var. Açık dünya dedim ya az önce. İstanbul da bitmiyor, gerçekten İstanbul’un semtleri kendi içinde başka semtlere açılıyor. Yüz ölçümü bu kadar küçük ama içerik olarak bu kadar büyük bir şehir var mı bilmiyorum. İnanılmaz bir yapısı var İstanbul’un. Bitmeyen bir macera, bitmeyen bir oyun. Bitmeyen bir açık dünyası var. Beni o yüzden çok çekiyor.
Nasıl bir babasın?
Vallahi bilmiyorum. Çok da sorgulamıyorum. Oğlumla şöyle bir ilişkimiz var, ben onu eğlendirmeye çalışmıyorum, onu eylemeye çalışmıyorum. Onunla vakit geçirirken ben de eğleniyorum. Hatta ona diyorum ki “Sıkıldım biraz, bir kahve içeceğim, sen ne yapmak istiyorsan yap bakalım.” O da beni bırakıyor. O an onunla vakit geçirmeliyim, ona bir şeyler öğretmeliyim, hiç öyle bir telaşım yok. Tam tersi, hata yapmaktan korkmasın, biz öyle büyüdük çünkü. Hata yap oğlum, düşe kalka büyü. Hata yaptığında gel onu konuşalım. Benimle konuşabilir, dertleşebilir. Arkadaşlarımla da öyleyim, eşimle de öyleyim. Kendini kasmasın. Bana hiçbir şey ispat etmek zorunda değil. Oğlumla öyle yol alıyorum. Kızım büyüsün, onunla da öyle olacak.
Çok teşekkür ediyorum…