"Herkes eninde sonunda kendini masum görecek bir yol bulur"

29 Kasım 2023 - 09:56

Kuru Otlar Üstüne en karanlık filminiz olabilir. Filmin yorumlarına baktığımız zaman az önce benim de söylediğim gibi “en”ler görüyoruz hep, “en politik”, “en rahatsız edici”, “en cesur” gibi sıfatlarla anılıyor film. Siz Kuru Otlar Üstüne’nin hangi özellikleriyle öne çıkmasını istersiniz?

Filmin niyetlerimle doğru orantılı okunduğunu ya da istediğim noktaların öne çıkarıldığını görmek tabii ki hoşuma gider. Ama bunların neler olduğunu benim dile getirmem doğru olmaz. Hele de bütün yapım sürecinde, çekimde, kurguda, senaryoda bunlar kolay hissedilmesin, hemen ele geçmesin, görülmesin diye o kadar çaba harcamışken. O zaman bunları filmde halledememiş de izleyiciyi oraya zorla yönlendirmeye çalışıyor gibi bir duygu oluşur ki bu isteyeceğim bir şey değil. Bir de bunlar belki kendimle bile kavramsal düzlemde o kadar tartışmadığım, sezgisel bir katmanda bırakmayı tercih ettiğim şeyler bile olabilir. Yani belki zaten hemen söze dökecek kadar bilmiyorumdur nedir bunlar. Aslında kurguda çabamın çoğu bir şeyleri öne çıkarmaya çalışmaktan çok, fazla öne çıkabilecek tarafları törpülemeye çalışmakla geçiyor. Filmlerimin deyim yerindeyse “hiçbir şey”, dolayısıyla “her şey” hakkında olabilmesini tercih ederim. Ancak böylesi bir düzlükte öne çıkabilecek şeyler, herkesin kendi ihtiyaçları doğrultusunda zengin bir çeşitlilik arz edebilir. Ama yine de kurguda, film izlerken bagajlarını kapının dışında bırakmayı daha iyi becerebilen bir izleyici türünü daha dikkate alan bir denge gözetmeye çalıştığım söylenebilir. Özne tavrından vazgeçmeye ve yükün altına koşulsuz yatmaya hevesli bir izleyiciyi. Çünkü izlediği her filmi birtakım kültürel ya da ideolojik diferansiyellerin içinden geçirmeden bünyesine sokamaz bir hâle gelmiş izleyici için yapacak o kadar da fazla bir şey yok.

NURİ BİLGE CEYLAN’IN 22 BÜYÜK PORTREDEN OLUŞAN “BAŞKA BİR YERDE” İSİMLİ SERGİSİ İSTANBUL MODERN FOTOĞRAF GALERİSİ’NDE

Kuru Otlar Üstüne’de Samet’in çektiği, aslında sizin çektiğiniz fotoğrafları görüyoruz perdede. Yakın zamanda açılan fotoğraf serginiz “Başka Bir Yerde” ile filmdeki bu stilin bağlantılı olduğunu söyleyebilir miyiz?

“Başka Bir Yerde” benzerliğini iyi yakalamışsınız ama alakası yok pek. Bu fotoğraflar benim festivallere falan gittiğimde çok kısa zamanlarda çevreyi dolaşırken tabiri caizse kaptıkaçtı bir şekilde çekiverdiğim fotoğraflar. Gerçi daha fazla zamanım olsaydı da fazla bir şey değişmezdi belki. Çünkü portreye yaklaşımım zaten böyle biraz. Fotoğrafladığım insanların gerçek dünyalarını ortaya çıkarmaya çalışmaktan çok, onları kendi dünyamın kahramanları, duygularımla yakalayabildiğim soyut bir gezegenin vatandaşları hâline getirmek... Sinemadaki oyuncular gibi bir bakıma. Yaptıkları işin değerini düşüreceğini, aslolanın fotoğraflanan insanların gerçekliğinin ortaya çıkarılması olduğunu düşünen bazı fotoğrafçılar genelde yaptıkları işin bu “kaptıkaçtı” niteliğinden biraz utandıkları ve bu yüzden biraz suçluluk duydukları için sık sık “Ben çektiğim insanlarla önce yakınlık kurarım, muhabbet ederim, zaman geçiririm” gibi açıklamalar yapmak zorunda hissederler. Oysa aslında çoğu fotoğrafçı için benzer bir durum söz konusudur. Fotoğraflanan kim olursa olsun, fotoğrafçının kendi dünyasının bir parçası olmaktan kurtulamaz. Ama filmde Samet’in çektiği fotoğrafları seçerken onun bu insanları kendi iç dünyasının, kendi kolonisinin insanları hâline getirdiğini bariz bir şekilde gösterebilmek önemliydi benim için.

ECE BAĞCI, KURU OTLAR ÜSTÜNE

İlk filmlerinizde amatör oyuncularla çalışırken sinema yazarlarının “ikinci NBC dönemi” dediği dönemde ünlü ve usta tiyatro ve sinema oyuncularıyla çalışmaya başladınız ve kasting seçimleriniz de hep dikkat çekti. Ahlat Ağacı’nda kariyerinin başındaki Doğu Demirkol’u seçerken bazı tesadüfler rol oynamıştı mesela. Kuru Otlar Üstüne’deki seçimlerinizde benzer ilginç bir hikâye yaşandı mı? Özellikle Samet rolü için Deniz Celiloğlu ve Sevim rolü için ilk defa kamera karşısına geçen çocuk oyuncu Ece Bağcı’yı (Not: Röportajı yaptıktan hemen sonra Ece Bağcı, Chicago Film Festivali’nde en iyi yardımcı kadın oyuncu seçildi, böylece filmin iki kadın oyuncusu iki büyük ödüle layık görülmüş oldu) nasıl seçtiğinizi merak ediyoruz.

İlginç denebilecek bir hikâye yaşanmadı. İkisi de klasik kast taramaları sonucunda seçildiler. Kast direktörü Pınar ve yardımcı yönetmenim Yıldız, zaman kısıtlamaları nedeniyle ben İstanbul dışında olduğum bir süreçte işe başlamak durumunda kaldılar. Senaryonun seçtiğimiz yerlerinden test çekimler yapıp bana gönderiyorlardı. Deniz doğrusu benim tanıdığım bir oyuncu değildi. Hiç görmemiştim. Ama test çekimini gördüğüm anda çok beğendim. Büyük bir rahatlama yaşadım ve son güne kadar da onun Samet olduğundan hiçbir zaman kuşku duymadım. Ece de aynı şekilde rakipsizdi. Ece, o sırada Ankara’da yaşadığı için kendisi bir test çekip göndermişti. Ama o basit video bile şaşırtıcı derecede inandırıcıydı ve rakipsiz olmasına yetmişti.

NURİ BİLGE CEYLAN (FOTOĞRAF: DEPO PHOTOS)

Son dönem filmleriniz için ‘roman gibi film’ benzetmesi çok yapılıyor. Bu durum özellikle uzun diyaloglarla kendini çok hissettiriyor. Siz de sinemanızın giderek edebiyata yaklaştığı görüşüne katılıyor musunuz?

Olabilir. Bilmiyorum. Edebiyat tabii üzerimde çok etkili olmuş bir şey. Öyle ki bazen hayat dediğimiz şeyin, sanki edebiyattan etkileniyormuş da ona öykünüyormuş gibi bir duygu verdiğini bile söyleyebilirim. Filmlerimdeki karakterleri oluşturmaya çalışırken de gerçek hayattan tanıdığım insanlar kadar, birtakım roman kahramanlarının da sürekli aklıma gelmekte olduğu gerçeğini yadsıyamam. Ama son dönem filmlerimle ilgili roman okumuş gibi hissettim falan dendiğinde tam olarak hangi nitelikleri yüzünden böyle söylendiğini tam da bilmiyorum. Belki dediğiniz gibi diyalogların da bunda etkisi olabilir. Ama bu tarz uzun diyalog sahnelerini sinemada çalıştırmak edebiyattaki kadar kolay değil. Sinemada konuşulanları öyle ya da böyle bir şekilde çok daha inandırıcı kılmak zorundasınız. Edebiyatta bu şart değil. Okuyucu bir şekilde boşlukları ya da eksiklikleri zihninde kolayca tamamlayabiliyor. Ama sinemada ikna etmeyen en küçük bir vurguda bile seyirci filme yabancılaşabiliyor. Hele de edebî ya da felsefi konuşmalar varsa bunların normalden çok daha fazla cilalanması, inandırıcı ve akıcı hâle getirilmesi gerekiyor. Ama seyirciyle aramda böyle tehlikeli bıçak sırtı bölgeler oluşmasını seviyorum galiba. Buralarda gezinmeyi kışkırtıcı, meydan okuyucu ve motive edici buluyorum. Sinemanın sınırlarını bile zorlayabilecek uzunlukta böyle konuşma sahnelerine yer verip hem kendimi hem izleyiciyi bir şekilde sınamak, zorlamak, bölmek ya da saflarını belli etmek durumunda bırakmak istiyorumdur belki.

Peki bu edebiyat tutkunuz bir gün roman yazmanıza da yol açar mı?

Hayır hayır. Hiç haddim değil. Kelimeler dünyasına o kadar hâkim değilim. Buna yeteneğim olduğunu da sanmıyorum. 25-30 yaşlarında olsaydım “belki” falan derdim buna ama artık zaten çok geç. Bunun için artık ne zamanım kaldı ne de enerjim.

Filmde dördüncü duvarı yıktığınız, Brechtyen “meta sahne”ye değinmek istiyorum. Sinema tarihinde benzer sahneler var ama sizin kariyerinizde bir ilk. Senaryoda yer almadığını öğrendiğimiz bu sahne aklınıza nasıl düştü ve şimdi dönüp baktığınızda ne düşünüyorsunuz?

Baştan beri vardı aklımda ama senaryo çalışması sırasında ortaya attığımda şiddetle karşı çıkıldığını görünce tartışmaya üşendim ve bir daha da gündeme getirmedim. Çünkü zaten ben de emin değildim ve orada bunu savunacak ne mantıklı argümanlarım vardı ne de enerjim. Mantıklı argümanlarım belki hâlâ yok ama filmdeki daha birçok başka sahnede de olduğu gibi bunları da çekip kurguda karar vermek istedim. Çektiğim üç farklı versiyondan bu kullandığım versiyonun filmle belli bir harmoni içinde olduğunu düşündüm ve kullanmaya karar verdim. İzleyici ile film arasındaki ilişkiyi daha çetrefilli, daha karmaşık, daha boyutlu hâle getirmenin yollarından biri olabilir diye düşündüm.

KURU OTLAR ÜSTÜNE FİLMİNDE DENİZ CELİLOĞLU BİR KÖY OKULUNDAKİ RESİM ÖĞRETMENİNİ CANLANDIRIYOR

Dostoyevski’nin Ecinniler ve Coetzee’nin Utanç romanlarında da işlenen çocuk istismarı, Kuru Otlar Üstüne’nin üzerinde durduğu tabu konulardan biri. Bu noktada veterinerin sözü akla geliyor, köpeğini vuran çiftçi sorulduğunda, veteriner bunun açıklamasını “İnsan olduğu için…” diyerek yapar. Bütün kötülükler ve sapkınlıklar temelde “İnsan olduğumuz” içinse insanların bunlardan arınabilmesi için hiçbir umut yok mu?

Veterinerin sözleri filmin ya da benim görüşüm demek değil tabii ama sebebi ne olursa olsun bütün kötülükler ve sapkınlıklardan arınmış pirüpak bir dünya ideali kuşkusuz fazla romantik bir ütopya olur. Tüm bunların insan doğasının ayrılmaz bir parçası olduğunu kabullenmek zorundayız. İnsanların içinde yaşadıkları toplumsal normlara ve ahlaki değerlere uygun olmayan düşünceleri ve duyguları her zaman olacaktır. Toplumsal şablonda bir onayı veya ödülü olmayan bu duygularını nereye atacaklarını bilemezler. Bu içerikle yüzleşme ve üstesinden gelmeye çalışma süreci ister istemez “kötü” olarak kodlanan birtakım içsel çatışmalara neden olacaktır. “Bir insan aydınlığı hayal ederek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlanır” demiş Jung… Ecinniler’in Stavrogin’ini, Lermontov’un Peçorin’ini ya da Camus’nün Meursault’unu kendi karanlığımızın bilincine varmamızı sağlayabilecek karakterler olarak görüp anlamaya çalışmak ya da kendi ruhumuzdaki izdüşümlerinin farkına varmak yerine, “sinir oldum, nefret ettim, zor dayandım” gibi duygularla ötekileştirip marjinalize edersek söz ettiğiniz arınma ya da aydınlanma için umut o kadar da fazla olmaz tabii.

Filmlerinizde karakterleriniz kötümser, nihilist görüşler paylaşsa da Kuru Otlar Üstüne, üç karakterin bir arada dostça gezdiği aydınlık bir sahneyle ve Samet’in Sevim’e yönelik söylediği, umut vadeden sözlerle (bir mektupla) sona eriyor. Bir anlamda en karanlık filminiz belki de filmlerinizdeki en iyimser replikle kapanıyor. Buradaki kontrast mı sizi cezbetmişti?

Değişimler, dönüşümler, yeni başlangıçlar, katarsisler hayatta olan şeyler olsa da daha tipik olanın, daha renksiz olanın içinde bir cevher bulmaya çalışan sinema anlayışımla fazla uyumlu değil. Bir kere sondaki iç düşünceler bana hiçbir şekilde iyimser gelmiyor. Samet karakterini getirip bıraktığımız bu yeni duygu durumunun daha büyük belirsizlikler içeren çok daha karanlık bir bölge olduğunu düşünüyorum. Ona bir aydınlanma yaşatmak gibi bir düşüncem hiç olmadı çünkü bu gerçekçi gelmiyor ama geçen zamanın da yumuşatıcı etkisiyle, anlam vermekte zorlandığı birtakım belirsizliklere, ruhunu huzura kavuşturabilecek bir formülasyon getirme arzusunu göstermek istedim. Belki hatta biraz kendini kandırmak da zorunda bırakarak. Başka da çaresi kalmamış gibi. Çünkü genelde yaptığımız böyle bir şeydir ve herkes eninde sonunda kendini bir şekilde masum görecek bir yol bulur, ya da yaratır. Ama bu formülasyon bazen zihinde bir takıntı hâline gelmiş bir düğümü çözerek kaynağı belli bir problemi katlanılabilir bir forma sokarken, çok daha çözümsüz daha muğlak bir melankolinin kapılarını da aralayabilir. Bana burada olan, daha çok böyle bir şey gibi geliyor. Sondaki düşüncelerinin Samet’i getirip bıraktığı yer bana göre daha kaynağı belirsiz daha çetrefilli daha bulanık bir yer. Bu duygunun belirtileri hem sözlerde var hem de filmin son planında uçup giden kuşun ardından bakarken Samet’in yüz ifadesinde. Sıcacık güneş, dostane gezinmeler falan bir iyimserlik, bir kontrast duygusu veriyor olabilir ilk bakışta doğru. Ama dış görünüşteki olumlu ya da iyimser hava çoğaldıkça tüm bu güzelliklere tezat içte oluşan karamsarlık inadına çok daha karanlık çok daha yıkıcı bir kimliğe bürünmüyor mu? Kontrastı asıl burada görmek ya da göstermek bana daha trajik geliyor. Stavrogin’in tam da İsviçre’nin şirin bir vadisinde huzurlu bir hayat kurma hayallerinden bahsetmesinden, hatta Daşa’yı da orada birlikte yaşamak için davet etmesinden hemen sonra intihar etmesinde, daha doğrusu ancak bu olumlu hayallerle baş başa kaldığında intihar etme cesareti bulabilmesinde de benzer bir kontrast yok mu? Salt bu hayallerin ardından geldiği için bu intihar bana o kadar acı gelmişti ki ilk okuduğumda. Çünkü bu, insan ruhunda olup bitenlerin devasa büyüklüğü ve öngörülemezliği hakkında korkutucu bir duyguyla baş başa bırakıyor insanı.

EBRU CEYLAN, İKLİMLER’DE (2006). NURİ BİLGE CEYLAN’LA EVLİ OLAN EBRU CEYLAN, KURU OTLAR ÜSTÜNE’DEN KIŞ UYKUSU’NA NURİ BİLGE’NİN FİLMOGRAFİSİNDEKİ BİRDEN ÇOK YAPIMDA SENARYO YAZIMINA DA ORTAK

Coen Kardeşler’in World Cinema isimli kısa filmlerinde uzun uzun sizden ve İklimler’den bahsedilmesi herkesi çok şaşırtmıştı. Bu kısa filmi izlediğinizde ne düşünmüştünüz? Coen’lerle sonra karşılaşıp bunun üzerine konuştunuz mu?

Karşılaşmadık. Ama özellikle İklimler filmimi seçmiş olmaları hoşuma gitmişti.

2018’de Le Monde gazetesinin 1944’ten bu yana çekilmiş en iyi 100 film listesinde de Bir Zamanlar Anadolu’da veya Kış Uykusu’yla değil, İklimler’le yer almıştınız. Ne düşünmüştünüz bu listeyi görünce?

İklimler filmi Türkiye’de pek beğenilmeyen filmlerimden biri olduğu için o film övülüp öne çıkarıldığında, sakat çocuğunu daha çok kollayan bir baba gibi daha çok sevinirim. O zaman da öyle olmuştur herhâlde. Genelde Kış Uykusu veya Anadolu gibi filmler övüldüğünde bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıkarken İklimler veya Kasaba falan övüldüğünde biraz daha dikkat kesilirim. Fransa’da ve Amerika’da bu filmim daha çok sevildi. Özellikle Fransa bu tarz ilişkiler konusunda çok fazla film üreten, bu konuda uzman denebilecek bir ülke olduğu için tereciye tere satabilmiş gibi hissettim biraz.

Kuru Otlar Üstüne’nin en uzun senaryonuz olduğunu ve çok fazla sahnenin kurgu masasında kaldığını biliyoruz. Özellikle kalabalık ve en pahalı sahnelermiş bunlar. Bir de çektiğiniz başka bir final sahnesi varmış. Bir gün, YouTube’da ya da başka bir mecrada bu sahneleri görebilecek miyiz?

Maalesef hayır. Çıkarılan sahneleri görmeyi de göstermeyi de pek sevmiyorum ama senaryo yayınlanırsa bir gün, senaryodaki hâli görülebilir ancak.

İlk gençlik yıllarınız Çanakkale’de geçse de İstanbul doğumlusunuz ve hayatınız büyük ölçüde İstanbul’da geçti. İstanbul’un hangi semtlerinde yaşadınız ve bu semtler sizde nasıl izler bıraktı?

Ortaokul ve lise Bakırköy’de geçti. Ailenin, geleneksel değerlerin yüceltildiği bir ortamdı.

Daha tenha bir yerde veya yurt dışında yaşayabilecek imkânlarınız olmasına rağmen İstanbul’dan ve Cihangir’den kopamıyorsunuz sanırım… Bunu neye bağlıyorsunuz?

Beyoğlu bölgesi yine de ülkenin en kozmopolit bölgesi tabii. Birbirinden farklı bir yığın yaşam biçimi, değer yargıları iç içe yaşıyor burada. Başka bir yerde suç gibi algılanabilecek duygularının burada yargılanmayacağını hissediyorsun. Aslında marjinallikten uzak, epey düz yaşayan bir insan olsam da böyle insanlarla kuşatılmış olarak yaşamak iyi geliyor bana. Belli değerlerin belli standartların belli yaşam tarzlarının çoğunluk tarafından belirgin bir şekilde yüceltildiğini hissettiğim bölgeler iyi gelmiyor. Bağdat Caddesi’ne bile gitsem boğulacak gibi oluyorum. Zaten her yerde kendini temelde yalnız ve yabancı hisseden biriyim. Beyoğlu’nun farklılıkları, sıra dışı olanı öyle ya da böyle yine de bağrına basan çok boyutlu yapısı, nevrotik yapıma iyi geliyor.

Uzak, 2002’de karlar altında kalan İstanbul’u belgelemesiyle de sinema tarihimizin önemli yapıtlarından biri. İstanbul’da geçen bir diğer filminizse Üç Maymun. İstanbul’un mekân olduğu bir film gelecek projeleriniz arasında var mı?

Yok. Ama başka bir yerde geçen bir projem de yok. Hiçbir şey yok yani şu an. Her zaman söylediğim gibi mekân hiçbir zaman belirleyici bir şey olmadı benim için. Yapmak istediğim bir şeyle karşılaşırım, bu hikâyenin nerede geçmesi gerekiyorsa oraya uygun hâle getirecek ayrıntılarla bezersin olan biteni. Oraya uygun bir şeyler katarsın. İki tarafı da tanıyan biri olduğum için kentte veya kırda inandırıcılık sağlamak o kadar zor gelmiyor.

İstanbul’da film çekmenin teknik olarak zor olduğu söylenir…

Hayır. Çekime evinden gelir gidersin. Niye daha zor olsun? Başka yerlere gittiğimizde bir an önce oradaki çekimleri bitirip olabildiğince fazla çekimi İstanbul’a almak için elimden geleni yaparım. Bir an önce İstanbul dışındaki mecburi çekimleri yapıp konuşmanın bol olduğu odaları falan hemen İstanbul’a bırakırım. Ses izolasyonu bile olmayan bir depo, hangar gibi bir yer kiralayıp, oda içlerinin çoğunu İstanbul’da çekmeye çalışırım. Teknolojinin geldiği noktada çevre sesleri falan artık o kadar da sorun olmuyor.

MERVE DİZDAR, KURU OTLAR ÜSTÜNE’DEKİ PERFORMANSIYLA BU YIL CANNES FİLM FESTİVALİ’NDE EN İYİ KADIN OYUNCU ÖDÜLÜ’NE LAYIK GÖRÜLDÜ

Yönetmen olarak en takdir gören yönlerinizden biri oyuncu yönetiminiz. Gerçekten çok özel performanslar çıkarmayı başarıyorsunuz ama bazen kamera arkası görüntülerinde oyuncuları zorladığınıza yönelik eleştiri aldığınız da oluyor…

Bennu ile olan sahneyi kastediyorsunuz sanırım. Evet orada biraz öyle görünmüş ama öyle değil ya. Sahnenin üç dört günlük çekim sürecinden en aksiyonlu bir on dakika seçilince biraz öyle görünmüş. Bennu çok sevdiğim ve beğendiğim, hayran olduğum bir oyuncu. Sadece oyuncu olarak değil, kişilik olarak da müthiş bir insandır. Ama zaman zaman bir sahnede bir şeyler bir türlü çözülmez ve bir çare arar durursun. O sırada bazen saçmaladığın da olur. Set her türlü egonun kapının dışında bırakılması gereken bir yerdir. Ama sahnenin halledilmesi için de mutlaka bir şeylerin yapılması gerekir. Onu denersin bunu denersin, bazen yalan söylersin, kandırırsın ama yapılan her şey sonuçta hepimizin, oyuncunun da yönetmenin de hayrına olan bir şeydir.

Sıradaki filminizin ne olacağına dair düşünceleriniz vardır diye tahmin ediyorum, bir ipucu alabilir miyiz?

Sonraki filmimin ne olabileceği hakkında en ufak bir düşüncem yok. Yine her zaman olduğu gibi son derece pasif ve edilgen bir şekilde üzerime yağan imgelerin ve fikirlerin altında son derece isteksiz bir bekleme dönemine girdim diyebilirim. Bazen bu duygu beni korkutuyor. Acaba heyecanım, tutkum tükendi gitti mi artık diye. Sonra bir şeyler çıkıyor ağır ağır bünyeyi ele geçiriyor, yeniden kıpırdanma, işe girişme gücü beliriyor. Umarım yine olur böyle bir şey diye umut etmekten başka çarem yok.

Yeni dijital platformlar için bir şey yapmayı hiç düşündünüz mü?

Hiç düşünmedim.  Düşünmem de. Bugüne kadar en büyük lüksüm filmlerimdeki tek bir kelime için bile kimseye hesap vermek zorunda olmayışım oldu. Bu saatten sonra özgürlüğümden en küçük bir kısıtlama için bile vazgeçmem. Yani bunu bir erdem gibi, ödünsüz kahraman sanatçı gibi bir anlamda söylemiyorum. Sadece alışkanlıklarımı bu yaşta değiştirmeye üşenirim gibi bir yerden söylüyorum. Yoksa ısmarlamadan da kısıtlamalardan da iyi sanat çıkabileceğine kesinlikle inanırım. Ozu mesela. Hep stüdyolara film çekti.

Farkındasınızdır mutlaka, bazı sözleriniz kitleler tarafından çok sahipleniliyor. Mesela, “Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız, saygı hemen azalmaya başlar” deyişiniz... Bu son filmin röportajlarında söylediğiniz “Mutluluğun başka bir yerde bulunabileceği avuntusu” da öyle oldu… Bu etkinizin farkında mısınız?

Bazen benim, bazen benimle hiç alakası olmayan, bazen de filmimde geçen bir söz benimmiş gibi dolaşmaya başlayıveriyor. Başkalarının da başına geliyordur muhakkak. Sonuçta sosyal medyaya sürekli malzeme lazım. Yapacak bir şey yok. Artık dünya böyle bir dünya. Kabullenmekten başka çare yok.

Biraz kapalı bir kutu gibi göründüğünüz için sanırım, zaman zaman popüler kültürde farklı yönlerinizle gündeme geliyorsunuz. Mesela “Çocuklarım yüzünden Marvel filmleri izlemek durumunda kalıyorum. Bu da benim cezam” demeniz çok ses getirmişti. Yakın zamanda A Millî Kadın Voleybol Takımı’nın maçı sırasında çekilen fotoğrafınız da çok konuşuldu. Kısacası film çekmiyorken ya da bir filme hazırlanmadığınızda boş zamanlarınızda neler yaparsınız?

Odamda pineklerim. Satranç oynarım. Sıradan renksiz bir hayatım var… Sosyal medya tuhaf tabii. Bazen bir masterclass sırasında izleyicinin sessizliği yüzünden çok sıkıcı olduğum duygusuna kapılırım. Beceriksiz de olsa bir espri yapıp onları uyandırmak, aldığım parayı hak etmek isterim. Marvel esprisi Çin’in ücra bir yerinde yaptığım bir masterclass sırasında nasıl olsa Allah’ın unuttuğu bir yerde olduğum için kimselerin duymayacağına inandığım bir kasabada öylesine söylediğim kötü bir espriydi. Sonra bir bakıyorum o da okyanusları aşmış. Ama işte artık hiçbir şey gizli kalmıyor. Özellikle de en görülmesini istemeyeceğiniz şeyler.

Biraz kişisel bir merak; sizin sinemanızdan esinlendiğini hissettiğim, Feyyaz Yiğit’in başrolünde olduğu komedi dizisi Gibi’yi izliyor musunuz?

Aboneliğim yok oynadığı platforma. Ama arada kısa bölümler çıkıyor karşıma. Hoş görünüyor.

Yeterince kıymet görmediğini düşündüğünüz yerli-yabancı bir film veya filmler var mı?

İstisnalar olsa da iyi bir filmin kolay kolay gizli kalamayacağını düşünüyorum... Ama gereğinden fazla kıymet gördüğünü düşündüğüm çok daha fazla film var.

Teşekkürler…

Nuri Bilge Ceylan
Sinema
Türk Sineması
Kuru Otlar Üstüne
Ebru Ceylan
Cannes Film Festivali
Merve Dizdar
Doğu Yücel
Sayı 016

BENZER

1939 yılının Cumhuriyet Bayramı’nda açılışı yapılan Taksim Belediye Gazinosu, faaliyette bulunduğu yaklaşık 30 yıl boyunca İstanbul’un kültür ve eğlence hayatının nabzını tuttu. Balolar, konserler, gösteriler ve danslı matinelerin gerçekleştiği gazinonun kulüp olarak kullanılan bir bölümü de vardı ve o zamanın dedikodu sütunlarında yazılanlara bakılırsa mekâna girmek o kadar da kolay değildi…
Bilgi birikimiyle büyük hayranlık uyandıran ve İstanbul Ansiklopedisi gibi bir kaynağı ülkemize armağan eden değerli tarihçi ve yazar Reşad Ekrem Koçu'yu, kendisi de bir yazar olan eski öğrencisi Erdem Yücel İST için kaleme aldı...
1794’te inşa edilen ve tarih boyunca askeriyeden sağlığa çeşitli amaçlarla kullanılan Selimiye Kışlası, 1959 yılından itibaren askerî liselere kaynak oluşturacak bir askerî ortaokul olarak faaliyete başlamıştı. 1959-1962 yıllarında öğrenci olarak okuduğum bu yerler, aradan geçen 10 yıl sonra benim için cezaevi olmuştu…