Hakan ve Gökhan’la tanışıklığım 90’ların sonuna dayanıyor. Athena o sıralar İstanbul’da, Harbiye’de konumlanan Captain Hook adlı bir bar/kulüpte sahne alıyordu. Cumartesi geceleri onlar sahnedeyken mekânda adım atacak yer olmazdı. Hammer Müzik etiketini taşıyan thrash metal sound’lu ilk albümleri One Last Breath çıkalı epey olmuştu. Captain Hook’taki repertuvarlarında bu albümden sadece “Bazil”e yer verirlerdi. Grupların tel örgüyle kapatılmış sahnede performans sergilediği mekânda Athena “Bazil”i tıngırdatmaya başladığında hem pogo başlar hem tellere hücum edilirdi. Gençlik, delilik artık adına ne derseniz... Athena’yı daha geniş kitlelerle tanıştıran 98 tarihli Holigan isimli albüm grubun Captain Hook’ta sahne almaya devam ettiği dönemde yayınlandı. Artık hafta sonları mekânın kapısında kuyruklar oluşuyordu. Bir süre sonra grup Captain Hook ile vedalaştı, konserlere hız verdi. Tam Zamanı Şimdi (2001) ve onu takip eden Herşey Yolunda (2002) albümleriyle, tüm ülkeyi gaza getiren “12 Dev Adam”la birlikte Athena artık devler ligini zorluyordu. 2004’te “For Real” isimli şarkılarıyla Türkiye’yi Eurovision’da temsil ettiler ve dördüncü oldular. Bu şarkıyı ilk dinleyenlerdendim. O sıralar Blue Jean dergisinde müzik editörüydüm. İlerleyen yıllarda arkadaşlığımız ve “iş icabı” yaptığımız röportajlar sürdü. Hakan ve Gökhan, 2005 itibariyle hayatlarında bir Londra sayfası açtılar. Bu macera beş yıl sürdü. Sonrasında ülkeye geri dönüp müzik üretmeye devam ettiler. O Ses Türkiye yarışmasına ve takip eden sürece ise herkes aşina... Yıllar sonra bu kez İST için bir röportaj yapmak üzere buluştuğumuzda sanki aradan o kadar zaman geçmemiş gibiydi. Üzerinde çalışmaya başladıkları yeni albümlerinden İstanbul’a, baba olmaktan ülkenin hâline pek çok konuyu konuştuk.
Son Athena albümü Altüst 2014 yılında çıkmış. Neredeyse 10 yıl geçmiş üstünden. Nasıl geçti bu süre, bunca zaman neden yeni bir albüm yapmadınız?
GÖKHAN ÖZOĞUZ: Ben bir ufak açıklayayım mı?
HAKAN ÖZOĞUZ: Tabii, sorumlusu genelde sensin. (Gülüşmeler)
G.Ö.: 2014’ten sonra bir O Ses Türkiye dönemi başladı. Beş sene sürdü. O döneme kadar hayatımızda Türk müziğine dair hiçbir
girdi yoktu. Türk müziğinin bu kadar çeşitli ve derin olduğunu bilmiyordum. Bu kadar harbi olduğunu da bilmiyordum [Yarışma için]. Binbir çeşit insan binbir çeşit yöreden gelmiş. “Oğlum, bu, bu kadar ciddi bir şey miymiş” oldum. Çünkü o güne kadar ben hiç Türk müziği dinlemedim diyebilirim. Babamın dinlettiği “Ruhi Su”lar dışında yoktu bilgim. Orada [O Ses Türkiye’de] acayip bir müzikal doyum olunca albüm çıkarma isteği olmadı. O beş senenin ardından da Covid başladı, iki sene de öyle geçti. Şimdi üçüncü sene ve yeni albüme başladık.
O Ses Türkiye’de karşılaşıp çok etkilendiğinizi söylediğiniz o seslerin, o müzikal çeşitliliğin yeni albüme yansıması olacak mı peki?
G.Ö.: Bakalım, ilk defa çıkacak hepsi. Daha önce hiç karşılaşmadığımız bir şeyle karşılaştık ve bu bizim üzerimizde ciddi bir etki yarattı. Yazıyorsun zaten kafana. Bu beş sene bayağı üniversite gibiydi. Şu an yapıyor olduğumuz albümde de diğer albümlerden farklı birçok şey olacaktır. Çıktıkça görüyoruz.

Yeni albüm üzerinde çalışmaya tam olarak ne zaman, nasıl bir hisle başladınız?
H.Ö.: Hani pandemide herkes kapandı ya, o zaman ben Logic öğrendim kendi kendime, başka başka prodüksiyonlar yaptım ve aklıma gelen her şeyi öyle kaydettim. Biz arada çalışıyorduk ama esas pandemi sonrası her yer açıldıktan sonra bizim stüdyoda benim evde kaydettiklerimi ne yapsak, hadi yapalım derken çıktı sonuç. 50’den fazla materyal var şu anda. Film [Kendi Yolumda] için yaptıklarımızdan hepsini filme kullanamadık, bazılarını belki şimdi albüme koyacağız. Ama hani genel tat renkli denebilir. O Ses Türkiye’de yarışmacılarla birebir çalışmanın da etkisi oldu, içimize işledi tabii. Çok fazla bağlamacıyla, solistle çalışıyorsunuz. Oradan aldığımız, müziğimize kattığımız bir ivme var. Bence bu çıkanlar da biraz öyle, bizi biz yapan tatlarla birleşti diyebilirim.
G.Ö.: Müzik dediğimiz şey değiştikçe, geliştikçe güzelleşen bir şey. Çünkü bence müzik güncel olmalı. Bizim Hakan’la kendi aramızda ortaya koyduğumuz savlar bunlar daha çok. Ben bir şey söyleyince Hakan’ın onu dengelemek için bir şey söylemesi misal. Ben egzajere edebiliyorum çünkü. O da dengeye oturtuyor. Ama şöyle bir şey var. Yaptığın müzikten, bir önceki albümlerde yaptığın müzikten sıkılıyorsan orada bir sorun var demektir. Yani söylemek istediğini söyleyemiyorsan...
Siz sıkıldınız mı peki?
G.Ö.: Konserde çalarken keyif alıyoruz, çok güzel eğleniliyor tamam ama ben hep yeni bir şey olması gerektiğini düşünüyorum. Altüst albümünde “Ses Etme”yi yaptığımız zaman aslında Türkiye’de öyle bir janr yoktu.
H.Ö.: “Bu Adam Fezadan” da öyle mesela.
G.Ö.: Böyle indie-dans değişik bir formu olan bir müzik çıktı ortaya kendi kendine. Mesela keşke bu albümde daha o tip bir şeye dönüşse. Ona yoğunlaştığımız zaman daha mutlu olacakmışız gibi geliyor bana. Ki şimdi yapıyor olduğumuz albüm daha orta tempoda seyrediyor... Çok patlayan bir albüm değil. Bakalım neler çıkacak, çok heyecanlıyım ben. Bir de bence gruplar kendilerini müzikal olarak güncellemediklerinde bitiyorlar. Üzerine bir şey inşa edemiyorsan bitiyorsun. Yeni bir şey yapamayacaksam niye müzik yapayım? Eğer para kazanmaksa konu, başka bir şey yaparım. Ki biz müziğe hiçbir zaman para olarak bakmadık. Biz hep daha çok ulaşmaya baktık. Daha çok ulaşma noktasında da kendine mainstream [ana akım] bir çizgi katıyorsun. Athena da yeni albümde kendi içindeki evrimini devam ettirecek aslında. Çünkü heyecanlanmak istiyorum ben yaptığım şarkıyla alakalı.
H.Ö.: “Heyecanlanmak istiyorum” derken, şu anda konserde çaldığımız şarkıları çalarken de hiç iş gibi çalmıyoruz tabii. O yanlış anlaşılmasın. “Bu çok eski bir tarz artık, bunu yapmak istemiyorum” gibi değil. İçinden gelirse başka... Geçende Pentagram konserine gittik. Bu pandemi döneminde sık sık Kaş’taydım, orada böyle huzurlu, doğa içinde bir ortamda gitarı aldım elime, metal bir şey çaldım. Güzel bir melodi çıktı ve severek çaldım, zevk aldım çalarken mesela. Pentagram’a gittiğimizde de bunu onlarla paylaştım, hani belki onlarla böyle ayrı bir iş birliği durumuna gidilebilir. Burada söylemek istediğim şu aslında. Metali biz daha da eskiden yaptık Gökhan’la, çok zevk aldık. 88’den bahsediyorum. Şu anda 2023’teyiz. Ben bundan iki sene önce hâlâ metal riff’i gitar melodisi buluyorsam...
G.Ö.: Ama istekle işte.
H.Ö.: Onu söyleyecektim. Sırıtmadı işte o. “Bunu yapmalıyım” diye girdiğinde o iş olmuyor.

Sekiz sene uzun zaman. Bu süreçte hem dünyada hem ülkede ve muhakkak hayatlarınızda çok şey oldu. Nasıl şarkı sözleri çıkıyor bunların üstüne?
G.Ö.: Hadi bir iki tane aşk cümlesi kuralım da insanların diline pelesenk olsun değil şarkı sözü konusu. Piyasada çıkan grupların bir kısmı bir tık oraya oynuyor çünkü çok garanti bir nokta. Duyguları anlatırken biz genellikle her yaptığımız albümde umut denilen şeyi veriyoruz... Tüm albümlerimizde böyledir. Arkadaşınla otururken, karşılıklı konuşurken, dertleşirken ona fısıldadığın cümleler, sözler vardır ya hani. Genellikle öyle sözler oluyor benim yazmaktan keyif aldığım sözler. “Arkadaşım, kalk hadi gidelim” gibi. Bir de tabii içinde yaşadığımız dönem var. Siyaset bana çok gri geliyor. Kapana kısılmış vaşak gibisin, bir tutsaklık gibi... Ben hiç sevmiyorum siyaseti ama bunlar da hayatını şekillendiren unsurlar olduğu için mecburen içinde olup tepkini gösteriyorsun. Şarkı sözlerinde dönüşmüş şekilde bunlar da var. O daralmalar, “yeter lan”lar var tabii ki.
Dinleyiciniz, konserlerinize gelen kesim büyük oranda genç kesim. Bu size bir sorumluluk yüklüyor mu?
G.Ö.: Bunun en güzel cevaplarından biri aslında 20 sene önce yazdığımız şarkıda var: “Her Şey Güzel Olacak”. “Kandırmışlar herkesi / Aşkım sevgilim diye.” Bu ifade aslında içinde şunu barındırıyor: Ülkemiz coğrafi konumu gereği o kadar ortada ki... Değerli olması bundan ama bir yandan da bu yüzden kaotik. Yani ızdıraplı bir aşk bu. Ben bu noktada şöyle oluyorum: Arkadaşım, ben siyasetten hoşlanmıyorum, bana çok gri geliyor çünkü siyaset dediğin şey durumlara ve güne göre manevra yapmak zorunda. Burada ince bir çizgi var. İnsanların hak ve özgürlüklerini konuştuğumuz gün bir platform oluşturamıyorsun. Neden oluşturamıyorsun? Coğrafi konumunun doğurduğu gerekçeler var. Biraz aşağıya doğru gittiğin zaman işler çok değişiyor. Daha feodal bir yapı var. Yukarı çıktığın zaman bambaşka. Benim bir düşüncem varsa onun da olacak. Fenerbahçe’de, Kalamış’ta doğduk büyüdük biz. Her yere gittik, geldik. Benim düşüncemle, duygularımla, fikirlerimle oradaki adamın düşüncesinin, fikrinin aynı olmasını bekleyemem. Peki, ne bekleyebilirim? Ortada bir satıh olması gerekiyor. “Arkadaşım, ben böyle düşünüyorum, sana da saygı duyuyorum”. Her yerin bir kuralı var ama o da baskı değil. Baskı ne zaman oluyor biliyor musun? Cinsiyet ayrımı, din, dil, ırk ayrımı, sınıf kavgası. Bu ayrım işte. Bu memleketin bütününü bölecek her şeyin karşısındayız. Sağcısıymış, solcusuymuş. Gerçi solcusu bölmez de. Aşırılıklar olmayacak. Müzikte de böyle. Bahsetmek istediğin konudan bahsedeceksin. Sanat dediğin şey özgür olmalıdır, tabii ki de bahsedeceksin.
İST’te kültür sanattaki baskı ve yasaklara dair bir dosya hazırlamıştık. 2022’de yasaklanan konserlerin sayısını görünce inanamadık. Sizin dahil olduğunuz festivallerden de yasaklananlar oldu galiba. Hem yasaklar hem ülkenin geleceği üzerinden sorayım, 2023’ten umutlu musunuz?
G.Ö.: Bugün hepimiz ses çıkartırız böyle bir duruma [Kültür sanat yasaklarına, baskıya] ama biz kendimiz de engellendiğimiz için değil. Böyle bir mantığın, böyle bir kuralın, hukuksuzluğun olmaması gerektiği için ses çıkartırız. Bir halkın besini sanattır. Onunla sularsın halkı. Onunla ilerletirsin, geliştirirsin, onunla rahatlatırsın, onunla eğlendirirsin. Ama bunu çektiğin anda, “onu yapma bunu yapma” başladığında sanat sanat olmaktan çıkıyor. O zaman da o memlekette sanatçı yetişmiyor. Sanatçı yetişmeyince de yozlaşıyor. Yozlaştığı zaman grileşiyor. Grileştiği zaman da kuruyor ve bitiyor. Kültür kalmıyor. Biz memleketimize âşığız ama zor bir memleket. Bak bütün arkadaşlarımız gitti mesela. “Ya arkadaşım, niye bıraktınız gittiniz?” Asla ve asla onlara böyle bir şey söylenemez. Bu bir karardır. Hayatını orada yaşamayı tercih etmiştir, kararı budur, yaşayacaktır. Ama buranın gelişmesi için burada durmak gerekiyor. Misyoner gibi düşün bunu. Biz çok yoklukta kendini geliştirmiş, birçok şeye karşı beceri geliştirmiş bir jenerasyonuz. Her tarafı biliyoruz. Sokağı biliyoruz, öbür tarafı biliyoruz, siyaseti biliyoruz. Bu yüzden, yetiştireceğimiz jenerasyona –yetiştirmekten kastım önderlik etmek değil, en sevmediğim şeydir– anlatmak, hâlle, hâlinle anlatmak gerek, didaktik bir şekilde değil, dikte etmek değil. Ben ilkokul birinci sınıftan itibaren dikte edildiğinde antipati duyan bir çocuktum. Hâlâ da öyleyim. Bir şey dikte edildiğinde doğru olduğunu bilsem de yapmam. Bu insani bir durum. Biz hep Hakan’la da bunu konuşuyoruz. Aşırı umutluyuz, aşırı. Çünkü bünye kabul etmiyor artık. Memleketin bünyesi kabul etmiyor. Değişecek. En mutlu olduğum şey de şu, her şeyi gördü memleket. Hem sağ ucunu gördü hem sol ucunu. Dengeye oturma zamanı gelecek.
H.Ö.: Çok ızdıraplı olacak ama.
G.Ö.: Geçiş zamanı öyle ama sonrası... Âşık oldun gibi düşün. Perişan oldun, ağladın ağladın ağladın. Sonra bir gün bir kalktın, demir gibisin. “Bana hiçbir şey olmaz artık” dersin. Memleketin de durumu öyle işte.

Hafifletelim muhabbeti. Resmen babasınız, çocuklarınız var. Onları anlatır mısınız biraz?
H.Ö.: Benimki Mika, beş yaşında diyebiliriz artık. Kendisi bir canavar. Benim oğlan Gökhan’ın çocukluk karakterinde, Gökhan’ın oğlan da benim çocukluk karakterimde. Yerinde duramayan bir insan kendisi. Sanatçı ruhlu da. Çizmeyi seviyor mesela. Slayer, System of a Down filan dinliyor. Techno da seviyor. Dans olsun, değişik canavarlı sert müzik olsun (Gülüyor). Bir saniye bile durmuyor. Gökhan’ın çocukluğunu ben yetiştiriyorum şu anda. Bana bir tane ondan geldi [Gökhan’ı işaret ediyor], ona da benden geldi.
G.Ö.: Ayşe, [en büyük kızı] “Baba, odama gelme” hâlinde. Ali [ikizlerden biri] profesör. Ben meşrep olarak rahat durabilen bir çocuk değildim, çocuklarım da öyle oldu. Nasıl beddua ettilerse...
H.Ö.: Babamla annem işte, çok çektiler bizden.
G.Ö.: Karşılarına ne çıkarsa dinliyorlar. Rap dinliyorlar.
Onu soracaktım, rap mi dinliyor seninkiler, K-pop (Kore usulü pop) yok mu?
G.Ö.: Ayşe bir ara şöyle bir şey sordu, “Neden Koreli değiliz?”, “Baba bakar mısın, gözlerim çekik mi?” Kızım ne diyorsun diyorum (Kahkahalar). K-pop’un evi sardığı oldu. Ali’nin hiç alakası yok. Punk filan dinlettim, pek oralı değiller. Selin [ikizlerin diğeri] bir gün geldi yanıma, “Baba bu dinlediğin ne?” diye sordu. Slayer dinliyordum. Selin acayip bir karakter. Ayşe oyuncu. Ali profesör. Âşığım hepsine.
Hakan İstanbul’da, Anadolu Yakası’nda, Fenerbahçe ve civarındaydı hep. Ama Gökhan, senin İstanbul’da yaşamadığın yer kalmadı desek yeridir. Şimdi yine başa, “mahalleye” dönmüşsün. Nasıl bir hissiyatla döndün buraya?
G.Ö.: Her yeri denedim. Dön dolaşın sebebi... Kendi kültürünün biriktiği yerde olma hissi çok acayip bir şey, çok sevdiğim bir şey. Ben İstanbul’a çok âşığım. Tarihi çok değerli buluyorum, çok seviyorum. İnsanların ruh hâlini çok şekillendirdiğine inandığım için İstanbul’un her yerinin ağaçla dolması gerektiğini düşünüyorum. Bütün tarihî yapıların hepsinin tekrardan yerine konması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bir sokağa girdiğinizde oranın tarihi, yaşanmışlığı her şeyden önemlidir. Sizi o karşılar, o ruha sokar. O koku, o doku. Bunlar çok değerli. İstanbul’u İstanbul yapanlar bunlar. Bunları bozanların Allah belasını versin. Bunları yıkıp yıkıp yerlerine kötü mimari yapanları Allah kahretsin. Bugün bana İstanbul’u versinler, tek yapacağım, yapmak istediğim şeyi söylüyorum (Gülüşmeler): Bütün tarihî dokusunu yerine getiririm. Ne yapıp edip yerine getirirdim.
H.Ö.: Berlin tarafını bildiğim için konuşuyorum. Orada da Doğu-Batı, o karakter farkı çok bariz. Burada da Anadolu ve Avrupa Yakası farklı enerjide, farklı titreşimde bölgeler. Ve bu şehrin bu iki farklı karakteri barındırması müthiş bir şey.
G.Ö.: Çok acayip. Elimizdeki değeri yok etmek nasıl bir cehalettir yahu. Adnan Menderes zamanında başlıyor. Cumhuriyet döneminden kalmış olan yapıları kurtarsaydık, onları ayağa kaldırsaydık bile yeterdi. İstanbul’un kendi kültürel potansiyelini yeniden ortaya koyması lazım. Gençlik merkezleri lazım. Bizim jenerasyon artık yönetim seviyelerine gelebilecek yaşta olduğu için de umutluyum bir yandan. Kemancı’da birlikte takıldığımız arkadaşlarımız şimdi bilmem nerede bilmem ne başkanı olduğu için mesela.
H.Ö.: Ana çarkta üretim olmadığı için sürekli eksidesin. Ülkeyi döndürmek için, ayakta tutmak için de toprağı satıyor. Bizim burada tarihî Meteoroloji binası vardı, o yıkılıp yerine dört bina dikildi. Bu sadece bir örnek.

İstanbul’a dair en sevmediğiniz şey ve en özlediğiniz şey nedir?
G.Ö.: Kalabalık. Nefret ettiğim bir şey. Neden nefret ediyorum? Zoraki getirilmiş olan insan kitlesinin kendi içinde hiçbir ahenk yakalayamadan birbirinin üstüne çıkması, ortalığın can pazarına dönmesi. İstanbul’un duygusunu alıp götürdü bu. Duygusu kaybolmadı, hâlâ duruyor. Bir kere İstanbul’un ritminin, ruhunun yerine gelmesi gerekiyor. En çok özlediğim şey de komşuculuk. Topluluk hissiyatı. Artık bizim zamanımızda olduğu gibi değil. Benim aklımda bir fikir var. Kadıköy’de bir yer yapma fikri. Kültür sanat aktivitelerinin olabileceği, bir yandan kendi içinde değişkenlikleri de olan tatlı bir yer yapmak hep aklımda var. Ben Belediye’de kültür sanat alanında biri olsam özellikle ne yapardım biliyor musun? Bir bölgeden, diyelim Kadıköy’den sanatçılar için bir yer yapardım. Yap bir yer, oralı sanatçılara ver, “Buyurun” de, “bu size tahsis ettiğimiz bir yer”. Kütüphaneler yapılıyor, tamam ama ne kadar talep var? O kütüphanenin içine koy bir de böyle bir şey, gençlik merkezi olsun. Kurgu lazım memlekete. Bizim şehrimize de çok iyi bir kültür dizaynı gerekiyor. Bunu da oluşturmak için bu konularda dağarcığı olan insanların bir araya gelip, fikirler üretip bu konuları aktive edebilmeleri gerekiyor. Günün sonunda baktığında tamam, gününü geçiriyorsun. Yiyorsun, içiyorsun, yatıyorsun. Ertesi gün yine aynı. Ama bir şeye yaraman da gerekiyor.
İstanbul’a dayanamıyoruz, güneye göçeceğiz demiyorsunuz sanki?
G.Ö.: Bizim bayrağımız burada. En sevmediğim şey, ben aşırı sıkılıyorum. Tatil zaten sevmiyorum. Gittim, hava değişimi falan tamam ama sonra ben buraya geri gelmek zorundayım. Yeryüzündeki en değerli yer burası benim için. Tutuculuk değil bu. Ben burada olmayı seviyorum. Diğer yerleri geziyorum, sonra dönüyorum. Gezmek, görmek çok önemli. Her yeri görmek lazım. Yurt dışına müzikal olarak bir şeyler yapmak istiyoruz, o var. Ama buradayız.
"OBSESİF DERECEDE SEVİYORUZ"
Gökhan ve Hakan’ın bir hayali var, Gökhan anlatıyor: “Londra’da tanıştığımız, dünyada çok da bilinmeyen, 1967-1968 ila 1978 arasında yapılan bir reggae sound’u var. Bir daha başka bir şey dinleyemeyeceksiniz, tek bir müzik türü seçmek zorundasınız deseler onu seçeriz, obsesif derecede seviyoruz. Ama Athena’nın içine giremiyor. En sonunda dedik ki bir proje yapalım. Konserini bile vermeyelim, 45’lik basalım. Diyorum ki Hakan’a onları yapalım, gönderelim yurt dışına, kendi kendine dönsün. Çünkü bir yerden çıkması lazım onun, Türkiye’de olmuyor. O duygu yok burada çünkü.”
"ÇOK İYİ GRUPLAR VAR"
Gökhan, Türkiye’de şu anda üretilen müziği kendi dönemleriyle karşılaştırdığında neler düşündüğünü şöyle anlatıyor: “En son Büyük Ev’in (Ablukada) bir konserine gittik, müthişti. Gerçek bir müzikal yolculuk yaşıyorsun konserlerinde. Sahneleri, şovları, o müzikal geçişler falan müthişti. Bence son dönemde çıkan gruplar arasında en başarılısı. ‘Üçüncü Yeniler’ dedikleri şeyin de kafasıdır. Bence çok doğru bir noktadalar. Şu anda Türkiye’de yapılan müziği bizim bütün dönemlerimizden çok daha iyi görüyorum. Çok iyi gruplar var. Spotify’la beraber müzik çok iyi dağılıyor. Evvelden nasıldı? Gideceksin, alacaksın, takacaksın, dinleyeceksin... Şimdi pat, her şey önünde. Ondan dolayı da çok yüksek dinlenirlikleri oluyor.”