Okula gitmek için hazırlanırken bir yandan da Fener İskelesi’nde olurdu gözü. 1920’lerin sonları, ortalık binalarla kaplı değil henüz. Çarşamba’daki evin balkonundan izliyor: İşte, vapur Kasımpaşa’dan doğru Fener’e gelmekte. Hızla evden çıkıyor, koşa koşa iniyor yokuşu ve nefes nefese atlıyor Fener İskelesi’ne uğrayan vapura. Eyüp Lisesi’nin orta bölümünde öğrenci o yıllarda Makbule Yalkılday.
2015’te, onu İzzet Baysal Huzurevi’ndeki ilk ziyaretimde, “Ben hep bir şeylere yetişmeye çalıştım, yetişmek için de koşmayı tercih ettim.” demişti. Koşarak ve tırmanarak bir yüzyılı geride bırakmıştı o tarihte. Temelden restore ettiği, bir bakıma yeniden yaptığı caminin adını hatırlamasa da Sultantepe’de olduğunu biliyordu. Restore ettiği camiyi bulmak için tepede dolaşırken, onu, bir telaşla yokuşu çıkarken gözlerimin önünde canlandırmaya çalışırdım. Neredeyse yarım asrı bulan iş hayatı boyunca yüzlerce projeyle şehrin imarına, güzelleşmesine katkıda bulundu. Camileri restorasyonla canlandırdı, rölöveyle kayıt altına aldı. Sayısız bina yaptı. Severek ve tutkuyla çalıştı. Böyleyken hâlâ hayatta olduğu yıllarda, eserlerinin pek azının bilinmesi bir yana, ölmüş muamelesi görüyordu.
İnşaat sektöründe kadınların faaliyeti dünyanın her yerinde farklı oranlarda da olsa sınırlıdır. Ülkemizde müteahhitler tarafından yönetilen sektör, kadın çalışanı kazançlı bulmaz. Pek çok kadın mimar bütün bu nedenlerle bir devlet dairesine kapağı atmaya çalışır. Zaha Hadid gibi oyunu kurallarına göre oynamayı kabullenerek piyasada yükselen mimarlar da elbette var.
Doğrusu dünyada yakın tarihlere kadar kadın mimarlar bir üslup geliştirecek ölçüde dâhil olamadılar sektöre.
Ülkemizde ise kendimize ait bir mimarlık üslubu geliştirme konusunda tutarlı bir yol izlemediğimiz için bugün mekânsal bir karmaşanın içinde yaşıyoruz. Mimarlığımız ve şehirlerimiz kadınlara göre kadınların gözüyle asla düşünülmüyor. Kadınların verili mimarlık ve şehircilik faaliyetlerinde hiç görülmemesiyle oluşan tedhişin yakıcı bir örneği, balkon cinayetleri. Kadınlar balkonlardan atılıyor, can korkusuyla girip çıkıyorlar mekânlara.

Bütün bu düşüncelerle, 2015’te kadın mimarlar üzerine bir sunum için hazırlanırken Cumhuriyet gazetesinden Ali Deniz Uslu’nun yaptığı 21 Ağustos 2011 tarihli röportaj çekmişti dikkatimi. “Camilere eli değen ilk kadın mimar” başlığını taşıyan röportajı okurken bilgisizliğimden utanmıştım. 1914 doğumlu Makbule Yalkılday, ülkemizin camilere eli değen ilk kadın mimarıydı ve o dönemde hâlâ hayatta olsa da çok dar bir çevrenin dışında kimse farkında değildi varlığının. Hangi camiyi yapmış, nasıl yapmış? Araştırmak istediğinizde ulaşacağınız kaynak da bir elin parmaklarını bulmuyordu.
Uslu, bir huzurevinde olduğunu bilse de kurumun adını hatırlayamıyordu, irtibat bilgileri de geçen yıllar içinde arşivlerinden silinmişti. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yardımıyla nihayet kaldığı huzurevini öğrendim. Nisan ayı sonlarında Huzurevi Müdürü Murat Soylu’dan randevu alarak heyecan içinde Hacıosman’a doğru yola düştüm.
Röportajın oluşturduğu izlenim yanıltıcı değilmiş. Dinamik, sevimli, ufak tefek bir hanımefendi çıktı karşıma. Giyimi özenliydi, başında, kendi elleriyle ördüğü beyaz bir bere vardı. Huzurevinde diye ununu eleyip eleğini astığı fikrine kapılmamıştı, etrafla, insanlarla, ülke gündemiyle ilgiliydi. Hakkında bilgi edinmek için zaman zaman Murat Bey’in aracılığına başvurmama razı olmadı. “Bana sor, benimle konuşmuyor musun?” diye itiraz ediyordu. Merdivenleri -kolunda çantası- seke seke çıkarak odasına götürdü beni. Bazen de dalıp dalıp gidiyordu, çok anlaşılır değil mi… 100 yılın üzerinde bir hayatın seslerini taşıyor benliğinde.
100 yaşını aşmış bir insanla daha önce tanışmamıştım. Birçok alanda mihenk taşımız, “yüzyıl.” Geriye doğru baktığımızda, tarihi, yüzyıllar hâlinde katman katman okuyoruz. Son yüzyıl hele, bize yakın olduğundan, çok daha hareketli, yoğun ve zorlu geçmiş görünüyor. Böyle bir yüzyılın canlı şahidi nasıl da kıymetli bir varlık!
O da bu şahitliğinin kıymetini biliyor ve bolca hatıra naklediyor. Kişisel mücadelesine dair izlerin silikleşmesini ise hiç önemsemiyor: “Ben üzerime düşeni yaptım, Allah biliyor” diyor sıklıkla. Bir hayli de açık sözlü. Roman okumayı sevmediğini söylemekten kaçınmıyor. Baş ucu kitabı olan Elmalılı Hamdi Yazır’ın tefsiri, bizzat Yazır’ın oğlunun hediyesi. İsmail Ağa Camii’nin Mahmut Efendi’den önceki imamı Şeyh Ali Haydar Efendi’nin kızı, sınıf arkadaşı Saide, her zaman yakın dostlarından biri olmuş. İsmailağa Camii’nin restorasyonunu da bu vesileyle yaptı belki de… Fatih Camii’nin restorasyonunu da üstlenmiş. Ancak temelden restore ettiği tek cami, Üsküdar Sultantepe’de.
Geç yaşlara kadar çalıştığından yemek yapma alanında gelişemediğini, bir kez yumurta pişirmeyi denese de yaktığını tatlı tatlı anlatıyor. Gerçi çiğ börek ve mantı gibi sevdiği yemekleri yapmaya da üşenmezmiş. Tarihimizin yüksek lisans eğitimi görmüş ilk kadın mimarı olmasının yanı sıra, Olgunlaşma Enstitüsü’nde şapka dersine giren ilk öğrenci. Yıllarca hem örgü hem de kalıpla şapkalar yapmış. 15-20 yıl öncesine kadar da kendi giysilerini Beşiktaş pazarından aldığı ucuz kumaşlarla kendi dikermiş. “Hanımlık, kadınlık o günlerde” diyerek geçmişe özlemini vurguluyor. Benim onu ziyaret ettiğim tarihten bir yıl öncesine kadar da örgü örmeyi sürdürmüş.
Öte yandan, çocukluğunu erkek kardeşleriyle haşır neşir geçirdiği için yarı erkek terbiyesiyle yetişiyor. Liseyi bitirdiğinde, hangi alanda eğitim göreceği konusunda kararsız kalınca Beyoğlu’nda açılan Olgunlaşma Enstitüsü’nün ilk kız öğrencisi oluyor. Kız kardeşi Memnune o dönemde Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde Seramik Bölümü’nde okurmuş. Mimarlık Bölümü'ne sınavla öğrenci alınacağından söz ediyor ablasına bir gün. Böylelikle Makbule, çok da büyük bir tutkusu olmadığı hâlde, Güzel Sanatlar Akademisi’ne çeviriyor yüzünü. Öyle büyük bir tutku, ideal, önceden verilmiş bir karar yok. “Gerçi imarı, inşaatı seviyordum” diye ekliyor.

DGSA’nın Mimarlık Bölümü’nde Ahmet Hamdi Tanpınar estetik dersi veriyor, Burhan Toprak sanat tarihi. Celal Esat Arseven şehircilik, Necip Fazıl kompozisyon derslerine giriyor. Necip Fazıl için, “En çok korktuğumuz hocamızdı” diyor. Tanpınar da büyük ihtimalle derslerine girmiş. “Sedat Hakkı hocamdı, Yapı Projesi ve başka birçok dersimize girdi, takdirle izlerdim, yeni tipler buldu ev planlarında” diye anlatıyor kıvançla. “Uzun uzun tashih yapmazdı Sedat Bey, öyle tahtaya da kalkmazdı, şöyle şunu şuraya çizerdi, ne demek istediğini anlardık” diye elleriyle tasvir ederek izaha çalışıyor. Öğrenciler proje çizerken Marlene Dietrich’ten “Lili Marleen” şarkısını dinlermiş. II. Dünya Savaşı’nın erken etkileri hissediliyor olmalıydı çizim masası başında. Dışarıdan çizim kâğıdı gelmediği için bir süre, susam yağına batırılarak saydamlaştırılmış saman kâğıdına çizim yapmak zorunda kalıyorlar. Mezuniyet projesini verdiği gün, proje için koştururken feryatlar duyduğunu anlatıyor. Mezun olduğu sırada Mustafa Kemal’in ölüm haberini alıyor ve bunu unutmuyor.
Öğrenimi sırasında babası ve ağabeyi koca fakültede sadece 3 kız öğrenci bulunduğunu bilmiyor. Bu bilgi ağabeyler ve babadan hep saklanmış. Sınıfta kendisinden başka bir de Leyla isimli “ecnebi” bir öğrenci varmış. O yarım bırakıp ayrılıyor. “Erkeklerle karışık okumaya sıcak bakmazdı aileler, o nedenle mimarlık okuluna gönderilmezdi kızlar. Ben 6 erkek kardeşle beraber büyüdüğüm için karışmayı önemsemezdim” diye izah ediyor. Öğrenimini, ailenin erkeklerinin, özellikle de babasının ve “Nakşi” Ağabeyi’nin nazarı dikkatinden kaçacak şekilde sürdürüyor. Babası ve ağabeylerinden çekindiği için projelerini arkadaşlarının evinde çiziyor bazen. Bununla birlikte annesi hep yanında oluyor. “Kızım mimar diye her yerde övünürdü” diye hatırlıyor mutlulukla.
Prof. Maruf Önal’ın, 6 Kasım 2003’te Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Oditoryumu’nda “Mimarlıkta Geçen 60 Yılın Ardından” başlığı altında yaptığı konuşmada, “Vestiyerin arkasında Orta Asya kökenli, dini bütün, sofu kız arkadaşımız Makbule Yalkılday’ın namaz seccadesi bulunurdu” diye bahsi geçiyor. Akademide öğrenim görürken namaz kılmayı hiç bırakmıyor. Mimarlık yıllarında, İstanbul Defterdarlığı’nda çalışırken inşaatlarda rüşvetten sayılabilir diye su ikramını bile kabul etmeyen bir takvayla sürdürüyor hayatını. Eksik malzeme kullanılmasın diye gecelere kadar bekliyor inşaatların başında genç Makbule. Bu titizliğin, duyarlılığın hayatının her alanına yansıdığını fark etmek güç değil.
Bazı sorularıma cevap vermekte zorlanıyordu; kolay değil, 101 yılı geride bırakmıştı ben onu huzurevinde ilk ziyaret ettiğimde. Hangi ayda doğduğunu sorduğumda hatırlayamadı, bir süre sonra Şaban-ı Şerif’in 15’inde doğduğunu söyledi. Timur Bey bir arşivi olmasının imkânsız olduğunu belirtti, mevcut olanlar da taşınmalar sırasında dağılıp kaybolmuş. Hayatı boyunca çok fazla ev değiştirmiş. Huzurevi ziyaretlerimde yeğeni İhsan Bey de yer yer yardımcı oldu kendi bildiklerini aktararak, yine de Sultantepe’de temelden yaptığı caminin adını hatırlayamadı Makbule Hanım.
Temelden restore ettiği camiyi bulmak için 15 Temmuz Şehidi Mustafa Cambaz’la sözleşip bir öğle üstü Sultantepe’ye gitmiştik. Boğaz manzaralı tepe, bir açık hava müzesi gibidir, adım başı tarihî bir binaya, restorasyon görmüş bir camiye veya konağa rastlarsınız. Kadın ismi taşıyan sokaklar ve camilerle dolu Sultantepe. Halide Edip’in Mor Salkımlı Ev’de anlattığı çocukluğunun evi de bu semtte.
Rahmetli Mustafa Cambaz’ın İstanbul’da ve bu civarda bilmediği cami yoktu. Makbule Yalkılday’ın restore ettiği camiyi bulmakta zorlanmadık, semtte 60’larda temelinden restorasyona tabi tutulmuş tek cami vardı çünkü. Hacı Hesna Hatun Mahallesi, Servilik Caddesi üzerinde yer alan, hâlihazırda tamir gördüğünden içine giremediğimiz, 1875 ve 1965 tarihlerinde 2 kez restorasyon görmüş olan Halep Mollası ve Müderris Abdülbaki Camii’ydi aradığımız, yüksek ihtimalle. Sevimli, iç açıcı bir cami. İlk mimarı kim, bilinmiyor bile. Yalkılday’ın 1965’teki restorasyonu üstlenmiş olması mümkündü, ne de olsa 1970’lerin başlarına kadar çalışmayı sürdürmüş. Diğer camilerin benzeri bir restorasyon hikâyesi yok.
Burada da şöyle bir tuhaflık çıkıyor karşımıza. Apartman alınlıklarına şirket ve müteahhit firmanın adı boydan boya kondurulurken mimar, eserinde kayıptır. Camilerde mimar hakkında bilgi verilen künyeler yok değil ancak rölöve-restorasyon belli ki kayda değer bir katkı sayılmamış.
Neredeyse yarım asrı bulan iş hayatı boyunca yüzlerce projeyle şehrin imarına, güzelleşmesine katkıda bulundu Makbule Hanım. Camileri restorasyonla canlandırdı, rölöveyle kayıt altına aldı. Huzurevinden apartmana farklı projelere imza attı.
Severek tutkuyla çalıştı. Buna karşılık, o hâlâ hayattayken bile çalışmalarının, eserlerinin pek azından haberdar oluşumuz şehircilik hafızası adına bir hayli üzücü.

BİR ZARAFET TİMSALİ
Osmanlı İmparatorluğu’nu çöküşe götüren bir dizi olay yaşanırken Fatih’te bir konakta dünyaya geliyor Makbule. Kırım asıllı Yalkıldaylar gün geliyor, babası ve ağabeylerinden gizli saklı akademide mimarlık okuyan Makbule’nin Cihangir’de yaptığı eve taşınıyor. Geri kalan ömrü boyunca da aileyi çekip çeviren, toparlayan kişi olmayı sürdürüyor Makbule. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin sarsıcı tecrübesini kendi hayatı ve aile çevresi açısından olumlu bir istikamete yöneltmek için sürekli çaba gösteriyor. Herkes onu sevip sayıyor, genç kuşaktan akrabaları ona duydukları borçluluk hissinden söz ediyor. Savaşların yüzyılı, onun kişisel savaşının da zemini. Ailenin geçimini sağlayan hep o olmuş. Yeğeni Timur Bey, “Biz yoksul bir aileydik, dindardık, okumaya karşı da büyük bir ilgi yoktu kimsede, bir halam çıktı, o sivrildi ve bizi teşvik etti, sadece kardeşlerinin değil yeğenlerinin tahsil hayatı için de çırpındı” diye anlattı bana telefonda.
Çalışkanlığını ve sağlığını, hatta uzun ömrünü, hareketliliği ve “ufak tefek” fiziğiyle açıklamıştı. Ufak tefek olduğu için topuklu ayakkabı giymiş yıllarca, bunun için hayıflansa da-çünkü koşmayı seviyor- memnundu fiziğinden.
Hâlâ koruduğu kendine özgü bir cazibesi var, gözleri olağanüstü güzel, zarif, başı dik. “Peşimde birileri koşmuştur mutlaka” dese de evlenmeye yanaşmamış. Sebebini şöyle açıklıyor: “Annemin altı oğlu üç kızı vardı, kız olarak bir ben kaldım. İlk kızı Fatma ölmüş, küçük kızı, kardeşim Memnune de genç yaşta vefat etti. Memnune erken yaşta âşık olup evlendi. Bir ben vardım yanında, annem de ‘Bu kızımı evlendirmem’ dedi. Ben de doğrusu kimseyi sevemedim.”
Ailenin “geriye kalan kızı”, babası ve annesinin vefatının ardından uzun yıllar Hasan Abi’si ve Nazmiye Yenge’sinin evinde yaşıyor. Hasan Abi’si vefat ettikten sonra ise en büyük ağabeyi Hüseyin’in “onu ben büyüttüm” diye anlattığı oğlu Timur’un evinde geçiriyor ömrünü. Hâlihazırda 85 yaşında olan Timur Bey 2011’de, eşinin rahatsızlanması nedeniyle çaresiz kalıp ilk kez onu huzurevine yerleştirmeyi düşünüyor. Daha önce bir arkadaş ziyareti için İzzet Baysal Huzurevi’ne geldiği sırada edindiği iyi izlenimi hatırlıyor. Böylelikle halasını alıyor bir gün, öylesine bir ziyarete gelirmiş gibi huzurevine gidiyor. İlginçtir, Makbule Hanım huzurevi ortamını benimsiyor ve fikri sorulduğunda, orada yaşayabileceğini söylüyor. 2015’teki tanışmamızın ardından yaptığım ziyaretlerde de bu iyi izlenimi teyit edecek konuşmalar yaptı hep. Müdür Murat Soylu’yla iyi arkadaş olmuştu.
17 Aralık 2018’de yumdu gözlerini dünyaya, Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki aile kabristanında yatıyor. Vefatından birkaç ay önce Ayşe Olgun’la gitmiştik ziyaretine. O gün bir durgunluk vardı üzerinde. Daha önce dikkatimden kaçan bir olguyu fark etmiştim: Huzurevinde kendi akranı yoktu pek ve akran sakinler arasındaki muhabbetin dışında kalmaya başlamıştı.
Onun hayat serüveni bir bakıma toplum olarak sorunlarımızla baş etmeye veya uzlaşmaya çalıştığımız bir yüzyıla denk geliyor, belki de bu nedenle hatırlamayı unutma siyasetlerini içselleştiriyoruz. Bunun sonucunda ise ne gerçekliğin hakkını verebiliyoruz yeterince ne de hayal gücünün. Böylelikle hasıl olan bir yoksullaşmanın tabiatımız hâline gelmesi karşısında en etkili eylem, tanıma ve tanışmanın şartlarını zorlamaktır.
Koşarken ve tırmanırken yollarımız bir yerde Yalkılday’ın adımları veya görünmeyen imzalarıyla kesişebilir. Belki bunu fark etmeden yolumuzu sürdüreceğiz. O da zaten böyle şeylerin hesabını yapmayacak kadar meşgul ve aynı zamanda kendi hâlinde bir ömür sürdürdü. Bir yüzyıl bir açıdan ne kadar uçsuz bucaksız, bir başka ölçüyle ise ancak bir gün kadar uzun.