1930’ların İstanbul’unda ‘tavla’ âlemi

21 Şubat 2024 - 09:29

İşkodra, Selanik, Dobruca, Venedik… Haydi yavrum kemik! Hep yek… Karnım tok, sırtım pek, çubuğum da yanmış, keyfim denk… Ciharü se… Cahil ise ver mektebe okusun. Pencü se. Penceresi siyah perde, sen düşürdün beni derde. Konya ovasında ağaca tosladın bre! 

Tavla edebiyatının en beylik lafları arasından geçip bir İstanbul kahvehanesine sızalım. Nargile fokurtuları ince belli muhabbete karışmış; iskemlelerine kurulmuş beybabalar, tavla başında hünerlerini sergileyen iki ustayı izliyorlar. İzliyorlar dediğime bakmayın; dinliyorlar aynı zamanda. Oracıkta, o küçük, ahşap çerçevenin içinde bir âlem; o âlemin etrafında sazlı sözlü temaşa var. Gelin görün ki tavla krallığını ele geçirmek isteyen oyuncular arasındaki hararetli atışma, her an fiziksel bir meydan okumaya dönüşebilir. Tarih böyle örneklerle dolu çünkü. 

1929 yılının soğuk bir kış günü Kasımpaşa’daki Bakırcı Han Kahvesi’nde Sivaslı Bektaş, hemşehrisi Durmuş’u “bir pul için” öldürdüğünde, olayın şahitlerinden Hasan, ifadesinde şunları anlatmıştı: “Tavla oynarlarken kavga çıktı. Durmuş iskemlesini kapınca Bektaş bağırdı: ‘İstanbul’un kopukları bile bana iskemle vuramaz, sen kim oluyorsun?’ Bunu söyledi ve kaması ile Durmuş’a vurdu.” 

19 yaşındaki maktulün suçu, rakibine iskemle fırlatmaktan evvel, tavlada yenileceğini anlayınca pul çalmaya davranmaktı. Bektaş’a “Hadi be keleş, çalmayalım da yenilelim mi?” olmuştu son sözleri.

İskemle, kahvecinin ama en çok da tavla ahalisinin başına bela. 1935 yılının bir Eylül günü, Kemerburgaz’daki mahalle kahvesinde yenişemeyen Celal ile Hasan Tahsin’in münakaşası, başa fırlatılan iskemlelerle yörüngesini şaşırmış ve bıçakların çekilmesiyle önce hastane sonra adliye viziteleriyle son bulmuş. Aynı günlerde Kumkapı’da da benzer bir vaka yaşanmış, bu sefer balıkçı Agop’la arkadaşı Gaspar düşmüşler birbirlerine. Bu nevi vukuatı adiyenin yalnızca “maçın oyuncuları” arasında çıktığını sanmayın. Oyunu izleyenlerin başına da her an iskemle ve dahi türlü cisimler isabet edebilir! Yedikule semalarında bir kahveye yolu düşen İstipan, bunun canlı kanlı bir örneğidir. Tavla başındaki Nobar’ın oyununa karışınca zaten yenilmekte olan adamı büsbütün kızdırır ve yanı başındaki gazoz şişesini bir anda kafasında bulur. Galatalı Raco da oyununu seyrettiği Mihal’e durmaksızın akıl verince yenilginin hesabını sustalı çakıyla başından yaralanarak öder. Bir başka hadisede ise Mehmet Efendi tepesinde dikilip duran Ardaş yüzünden oyunu kaybettiği zannına kapılıp “uğursuz adam”ın kafasına demir sopayla vurur. 

Neticede tavla, batıl inançların sık sık zuhur ettiği bir şans oyunudur. Şeytanı bol olan kazanır, kaybedenin heybesine ise yenilgiden fazlası düşer. “Hadi bakalım, öğren de gel” diye seslenirken zaferin mağrur sahibi, mağlup, koltuk altına sıkıştırılmış tavla ile alaycı sözlerin hedefinde yapayalnız durur. Oyuncular arasından “güreşe doymayan pehlivanlar” da çıkar elbet. Bir parti, bir parti daha derken tavla şamatası “bir batman” (ölçü birimi) küfür eşliğinde nihayet bulur.

ORHAN KEMAL’LE (FOTOĞRAFTA) EDİP CANSEVER ARASINDAKİ TAVLA MAÇLARI DİLLERE DESTANMIŞ…

EDEBİYATÇILARDAN NÜKTE YAĞMURLARI 

Sizler, evvelce bahsettiğimiz adli vakalara aldanıp tavlanın yalnızca külhanbeylerinin, işsiz güçsüzlerin, cebi deliklerin, vakti kıymetsizlerin oyunu olduğu yanılgısına kapılmayın. 1930’ların İstanbul’unda ne tavla oyunu ne de tavlanın mekân tuttuğu kahvehaneler ayaktakımına aitti. İktidarın halkı, özellikle gençleri kahvelerden uzak tutmak için özel bir çabası olduğu gerçekti. Ticari hayattaki durgunluklar da elbette kahvehane kalabalığına aksederdi fakat Hikmet Feridun’un dediği gibi İstanbul kahveleri herkesindi. “Şehrin bir komprimesi [özeti] hâlindeydi. Orada her istediğiniz tabakadan, her istediğiniz sınıftan, her istediğiniz meslekten adamlar bulabilirdiniz.” Buraya yolu düşüp de tavlanın şimşir puluna, kemik zarına eli değmemiş kaç kişi olabilirdi? 1933 yılının 4 Haziran günü ölen Ahmet Haşim için düzenlenen törende şairin hayatı ve sanatı üzerine konuşma yapacak olan Nurullah Ataç, törene değin tüm vaktini Beyazıt’ta bir kahvede tavla oynayarak geçirmişti. Kimileri bu durumu yadırgasa da kahveleri bir edebiyat mahfili olarak benimseyen yazarların tavlayı da tıpkı kelimelerle oynadıkları gibi büyük bir incelik ve tutkuyla oynadıkları bilinirdi. 

Tanzimat yıllarında Ahmet Mithat Efendi’yle Muallim Naci’nin bozasına yahut bıldırcınına oynadıkları oyun, 1930’ların başında, Celal Sahir Erozan’la Halil Nihat Boztepe’nin Divanyolu’nda toplaştıkları kahvede, izleyenleri zevkten mest eden bir sihre bürünüyordu. Hakkı Süha Gezgin, “Tavla deyip dudak bükmeyiniz” diye anlatacaktı yazarların düellosunu, “Bu oyun, gerçekten sözü altın ve inci değerine yükselten nükte yağmurlarına yol açardı.”

Sözü “altın” eden tavla tiryakisi yazarlar hemen her kuşaktan çıkmıştır çıkmasına da Orhan Kemal’le Edip Cansever’in arasındaki maçlar, yazarların tavla folkloru ve edebiyatına kattıklarına dair bizlere iyi bir fikir verebilir. Muzaffer Buyrukçu anlatıyor:

“Edip Cansever’le tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık, yabancı seyirciler kuşatırdı çevrelerini. Çaylar, kahveler, kantlar, oraletler içilirken (…) oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla artardı ve ‘Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz’ sözleriyle Edip Cansever’in moralini bozmaya çalışırdı. ‘Bugün formumdayım Bay Kansöv’e, seni çiğ çiğ yiyeceğim.’ Edip Cansever, soyadını Fransızcaya çeviren Orhan Kemal’e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle ‘İnsan yaşlanınca çenesi düşermiş’ derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan yüzünü buruştururdu. ‘Buyruk, işitiyor musun banal sözleri?’ 

‘Eee, seviye meselesi’ derdim, ‘O senin gibi milletvekili oğlu değil ki…’ 

Edip Cansever, dikkatini zarlara verdiğinden Orhan Kemal’e attığım kamışı sezemez, ‘Allah aşkına kışkırtma şu düğün serserisini!’ derdi. Edip Cansever’in yenilgiye uğratılmasını beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman yatışınca anlayan Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu: ‘Dost dediğin böyle olur. Sağ gösterip sol vurur.’

(…) Zar kötü gelirdi bazen, yenileceği anlaşılırdı; o zaman konuşmasının da davranışlarının da rengi değişir, azgın boğa gibi burnundan solumaya başlardı. (…) İçinde kopan fırtınayı, başlarımızda patlayacak kabakları kestirdiğimizden hiç devinmeden put gibi dururduk bıçağının altına yatırmaması için ama o bizi harcamayı kafasına koyduğundan dilinin ucundakileri yuvarlardı. ‘Kalkın lan buradan cenabet herifler! Suratlarınızı görmek istemiyorum. Uğursuzlar!’ Hep birlikte kalkar, üç dört metre yürür, Nasrettin Hoca fıkrasındaki gibi ‘Daha gidelim mi Reşat Bey’ diye seslenirdik ve her ay beş altı kez tekrarlanan bu filmin rol aldığımız sahnelerinde, zevkten ölürdük… Bağırırdı: ‘Öteye, öteye kapının yanına!’ ve sağ eliyle duracağımız yeri işaret ederdi. Ceketini iskemlenin arkasına asardı, kollarını sıvardı, saçlarını tarardı, talihsizliğini talihe dönüştürmek amacıyla zarları, tavlayı değiştirir, şanssızlığının kaynaklandığını sandığı bazı suratsız seyircileri ‘Biraz geri çekilir misiniz’ sözleriyle uzaklaştırırdı. ‘Refik efendi, acele tarafından talebe işi!’ Kahveyi yudumladığında attığı zarlar oyun kazandıracak nitelikteyse rahatlardı. ‘Kahvesizliktenmiş. Şimdi arabım gülmeye başladı artık. Oğlum Edip seni İsmet Paşa bile kurtaramaz. Buna adıyla sanıyla mars derler. Seni bir kere daha Marsilya’ya vali, Şam’a kaymakam yaptım mı işin bitiktir.’”

23 MAYIS 1936, KURUN

1936 İSTANBUL TAVLA ŞAMPİYONASI 

1930’lu yılların İstanbul’unda rastgele bir mahalle kahvesine gidecek olsanız, tavla üzerinde oynanan oyunların çeşitliliği karşısında hayrete düşebilirdiniz. Usta oyuncular, gülbahar, çelebi, tokat, Osmanlı, hapis, İzmir yahut hürriyet gibi iddialı oyunlar dururken “küşat”a yani düz tavlaya tenezzül etmezlerdi. Yine de geniş çaplı turnuvalar için tercih edilen oyun küşat olurdu. 1936 yılında Kurun gazetesinin düzenlediği Büyük Tavla Müsabakası, İstanbul’un tüm kahvelerini ayağa kaldırmıştı. Müsabakaya girmek için gazetenin sınırlı sayıda yayımladığı kuponları biriktiren tavla meraklıları, mıntıkalara göre ayrılan şehrin kahvelerinde müsabaka günlerini bekliyordu. 

Turnuvanın ilk aşamasında müsabakalar, muayyen semtlerde eleme usulü yapılacak; ardından son 14’e kalan semt birincileri arasında yeniden bir şampiyona tertip edilecekti. Turnuvanın hakemliğini “İstanbul’un en maruf tavla ustalarından Bay Muhlis Çayırlı” yapacaktı. Gazete, müsabakalara kadın oyuncuların da katılabileceğini, talep edildiği takdirde “kadınlara mahsus” bir turnuva düzenlenebileceğini yazmıştı fakat turnuva boyunca gazetede bahsedilen oyuncular arasında herhangi bir kadın ismine rastlanmayacaktı. 

Turnuvanın kuralları, Fransa’daki bir tavla müsabakası için düzenlenen nizamnameye göre hazırlandı. Hile ihtimalini ve talihin rolünü saf dışı etmek için zarları oyuncuların değil; hakemin atmasına karar verildi. Neticede bileğin rolü olsa da tavla akılla oynanan bir oyundu ve bunu ispat etmek gerekirdi. Yine bu doğrultuda, seyircilerden kura ile eşleşen oyunculara müdahale hatta maç boyunca en ufak bir fikir dahi beyan etmemeleri bekleniyordu. 

Turnuva, 23 Mart akşamı Edirnekapı’da Niko’nun kahvesinde 16 oyuncunun katılımıyla başladı. İlk gün müsabakaları için şehrin dört bir yanından tavla meraklıları mekâna akın etti. Kahvenin ortasına dizilen masaların üstüne konan sekiz tavla, hakem Muhlis Bey’in attığı siftah zarıyla açıldı. İstanbulluların diline kilit vurması, naif bir temenniydi. Hakemin ihtarlarına rağmen kendilerini tutamayan seyircilere sinirlenen oyuncular, sigara üstüne sigara yakıyordu. Pat, küt, çat… Birkaç pul üst üste kırıldı. Kahveci Niko, büyük bir sürahiye doldurduğu terkos suyunu, “Yananlara Taşdelen!” nidaları eşliğinde servis ediyordu. Vakit gece yarısına yaklaştığında müsabakaların ancak ilk partisi tamamlanabilmişti. Hakem, sonraki beş için Çarşamba günü yeniden toplanılmasına karar verdi. 

Büyük turnuvanın diğer maçları da aynı şekilde yoğun bir heyecan altında geçti. Müsabakalar Fatih’te Yıldız, Vezneciler’de Altınyuva, Aksaray’da Vardar, Şehzadebaşı’nda Halk, Beşiktaş’ta Deniz Köşkü, Sirkeci’de Viyana, Melek ve Meserret kıraathaneleri, Eyüp’te Halit’in, Tophane’de Hamit’in, Üsküdar’da Rıza’nın, Kadıköy’de Sadiye Hamza’nın kahvesi ile Taksim’de Camlı Köşk ve Saray Gazinosu’nda yapıldı. Semtlerden seçilen 14 şampiyonun final müsabakaları gelip çattığında takvimler 7 Mayıs’ı gösteriyordu. Büyük bir ilgiyle takip edilen şampiyona iki hafta sürdü ve sonunda krallık tacını Hüseyin Hakkı Bey kazandı. İyi bir oyuncu olmasının dışında genç şampiyonu farklı kılan bir özellik daha vardı. O, turnuva boyunca ne rakiplerinin pulu tavlaya şakkadak vurmasını ne de etrafını kuşatan seyircilerin alaycı sözlerini işitmişti. Sağır ve dilsiz olması sayesinde kendisini her nevi müdahaleye kapatarak “oyunda kalmayı” başarabilmişti! 

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE SALİH BOZOK TAVLA OYNARKEN, 1930'LAR (FOTOĞRAF: DEPO PHOTOS)

Zaten iyi bir tavla oyuncusu olmanın asli kurallarından biri de bu değil miydi? Moral üstünlüğü kaptırmamak… Peki ya başka? Zara güvenmemek, işi şansa bırakmamak, “musibet” kapılarını kapamak… Yekûnu, bir “hayatta kalma” reçetesi.

Burhan Felek “Tavla” başlığıyla yazdığı bir köşe yazısında hayat ve oyun arasındaki benzerliklere dikkat çekerek herkesi tavlanın inceliklerini öğrenmeye davet ediyordu: “İnsan hayatta parti vurmak değilse bile, mars olmamak isterse tavlanın inceliklerini öğrenmeli, bunun bütün ihtiyatlı kaidelerini hayata tatbik etmek için bellemelidir” demişti. Madem öyle, bizim yazımız da onun son satırlarıyla nihayet bulsun: 

“Hayat, bir tavla partisidir. Ne düşeş atmaktan mağrur ne iki bir atmaktan meyus olmalı! Haydi, şimdi, başlayın partiye!”

KAYNAKÇA

“Kasımpaşa Cinayeti”, Milliyet, 27.12.1929. 
“Tavla Yüzünden Cinayet”, Milliyet, 20.02.1930. 
“Tavla Oynarken Çıkan Kavga”, Vakit, 22.10.1934. 
“Tavla Dersi Verirken”, Zaman, 03.06.1935.
“Tavlada Akıl Öğretmiş”, Akşam, 29.07.1935. 
“Tavla Oynarken”, Akşam, 29.09.1935. 
“Tavla Oyunundan Sonra Bıçak Oyunu”, Cumhuriyet, 08.11.1935. 
“Garip Bir Kavga”, Kurun, 09.08.1938. 
“Domino ve Sanat”, Ulus, 29.03.1939. 
“Büyük Tavla Müsabakamız”, Kurun, 14.03.1936.
“Büyük Tavla Müsabakamız”, Kurun, 19.03.1936. 
“Tavla Müsabakamız Bu Akşam Başlıyor”, Kurun, 23.03.1936. 
“İlk Tavla Müsabakamız”, Kurun, 24.03.1936. 
“Dün Gece Edirnekapı Şampiyonları Seçildi”, Kurun, 26.03.1936. 
“Büyük Tavla Müsabakamızın Üçüncüsü”, Kurun, 31.03.1936.
“Tavla Şampiyonluğu”, Kurun, 07.04.1936. 
“Büyük Tavla Müsabakamız”, Kurun, 10.04.1936. 
“Yedinci Müsabakamız”, Kurun, 12.04.1936. 
“İstanbul Tavla Şampiyonu Kim Olacak”, Kurun, 19.04.1936. 
“Tavla Müsabakası”, Kurun, 22.04.1936. 
“Tophane’de İlk Müsabaka”, Kurun, 24.04.1936. 
“Eyüp Müsabakası Bu Gece”, Kurun, 28.04.1936. 
“Tavla Müsabakası”, Kurun, 06.05.1936. 
“Tavla Müsabakamız”, Kurun, 10.05.1936. 
“Son Müsabakalara Bu Gece Başlanıyor”, Kurun, 11.05.1936. 
“Tavla”, Kurun, 13.05.1936. 
“Büyük Tavla Müsabakamız”, Kurun, 20.05.1936. 
“Tavlada İstanbul Şampiyonu”, Kurun, 23.05.1936. 
“1936 İstanbul Tavla Şampiyonu”, Kurun, 24.05.1936. 
Hakkı Süha Gezgin, “Edebi Portreler: Celal Sahir”, Yeni Mecmua, sayı: 17. 
Muzaffer Buyrukçu, “Orhan Kemal Yaşadı”, Somut, 03.06.1983. 
Hikmet Feridun, “Hep Yek…”, Akşam, 27.07.1935. 
Burhan Felek, “Tavla”, Tan, 18.03.1940. 
Hikmet Feridun, “İstanbul Kahveleri”, Akşam, 15.10.1929.

 

Tavla
Kıraathane
Popüler Tarih
Tavla müsabakaları
Orhan Kemal
Sevecen Tunç
Sayı 017

BENZER

Cumhuriyet’in ilk kadın mühendisi olan Sabiha Rıfat Gürayman, sporcu kimliği hakkında pek fazla bilgi olmasa da voleybolda rüştünü ispatlamış biri. 1930’lu yıllarda yönetmelikte kadın sporcu oynatılamayacağına dair bir madde bulunmaması sayesinde Fenerbahçe’nin erkek voleybol takımına giren Sabiha Rıfat’ın sarı lacivertlilerin şampiyonluğunda pay sahibi olduğu kayıtlara geçmiş…
Tiyatro ve sinemamızın büyük değerlerinden Uğur Yücel, sahnelere Neyzen Tevfik Hiç oyunuyla döndü, biz de kendisini Caddebostan Kültür Merkezi’nin kulisinde yakaladık. Laf lafı açtı, oyunculuğundan yönetmenliğine, yazarlığından müzisyenliğine, Kuzguncuk’taki gençliğinden aşçılığına, hayatından ve kariyerinden en önemli, en özel anıları konuştuk.
Tevfik Fikret’in ünlü dizelerinde Doğu’nun Batı’ya açılan ilk pencerelerinden biri olarak nitelendirilen Galatasaray Lisesi, 1907 senesinde çıkan bir yangında neredeyse tamamen kül oldu. 1907 yangını, bu köklü eğitim kurumunun tarihindeki önemli dönemeçlerden biri olmakla birlikte şimdiye dek hakkında çok az şey yazıldı, çizildi. Araştırmacı tarihçi Mehmet Yüce, dönem gazetelerinin ışığında bu çarpıcı vakayı mercek altına alıyor.