Onu ilk kez bir dizi setinde görmüştüm. Sanırım 1992 yılıydı. Türkiye’nin ilk özel kanalı STAR 1 (Magic Box) program servisinde kamera asistanı olarak çalışıyordum. Ananın Kızı adlı bir dizide görevliydim. İstanbul’un ağaçlık, kırsal bir alanında gündüz çekimlerimiz henüz bitmiş, sıra gece çekimlerine gelmişti. Özellikle dönemin tecrübeli, Yeşilçam’ın gedikli oyuncularıyla beraberdik. İçlerinde en çok anımsadığım Öztürk Serengil’di. 60’lı yaşlarındaydı ve bir yan rol için orada bulunuyordu. Yılların yorgunluğu yüzüne vurmuştu. Mutlu görünmüyordu. Kel kafası eskisi kadar dik durmuyordu. Yaş itibarıyla onun şöhretli zamanlarına rast gelmemiştim ama bir dönem memleketin en büyük starlarından biri olduğunu biliyordum. Çocukluğumda mahalle bakkalımız “Kemal Bakkal”ın oğlu Servet Abi sürekli onun taklidini yapar, hepimizi güldürürdü. Nedense şimdi o taklitler aklıma geliverdi…
Gecenin geç saatleri, mola verildi. Çekim arasında Öztürk Serengil elinde bir sopayla küçük bir tabureye oturdu, önünde yeni harlanmış bir ateşin yandığını hatırlıyorum. Yeşilçam anılarını anlatmaya başladı. Birden bazı oyuncular ve teknik ekipten abiler onun etrafına üşüştü, kimileri yerde bağdaş kurdu ve onu pürdikkat dinlemeye başladı. Belli ki hepsi bu fırsatı bekliyordu. Ben de usulca yaklaştım ve çömeldim. Öztürk Serengil tatlı tatlı anlatıyordu, bir yandan da elindeki sopayla ateşi karıştırıyordu. Sonra enerjisi artmaya başladı. Alevin yüzüne vuran aksı onu daha heybetli gösteriyordu. Ciddi konuları bile tiye alabilen yapısı beni etkilemişti. O anlattıkça kahkahalar gecenin karanlığında göğe yükseliyordu. İşin güzel tarafı, Öztürk Serengil de anlattıkça mutlu oluyordu. Çekimler sırasındaki yorgunlukla mutsuzluk arası o hâli yerini müthiş bir heyecana bırakmıştı. Anlatırken âdeta o anları yaşıyordu. İşte o anda, Yeşilçam’dan ve memleket tarihinden Öztürk Serengil isminde büyük bir efsane geçtiğini anladım. Diyeceksiniz ki o gece ne anlattı… Pek çok şey anlattı ama nedense benim aklımda Feridun Karakaya’nın (Cilalı İbo) cinsel hayatına dair anlattıkları kaldı. Detay veremeyeceğim ama Öztürk Serengil kendi stiliyle bu konuyu şekilden şekle girerek ve sanki biraz da abartarak bize anlatıyordu. Aradan yıllar geçti ve ben bir belgesel yönetmeni oldum. Arka arkaya ses getiren belgesel filmler çekiyordum. Yıllar sonra, 2010 yılında bir Öztürk Serengil belgeseli yaptım. O belgeselde onu tanıyan birçok isim onu şeffaf bir şekilde anlatmıştı. Şimdilerde hayatta olmayan çocukluk arkadaşı ressam Cemal Akyıldız, sinemamızın büyük oyuncuları Ekrem Bora ve Fikret Hakan da onu anlatanlar arasındaydı. Nedendir bilmem, o belgeselde Ekrem Bora’nın finalde söylediği bir söz hiç aklımdan çıkmaz: “Kim unutulmuyor ki, herkes unutuluyor. Bir kere ölmeyegör, unutulursun…” Şimdi sizlere dilim döndüğünce Öztürk Serengil’i anlatmaya çalışacağım. Onun ölümünün üzerinden tam çeyrek asır geçmişken…
Öztürk Serengil 2 Mayıs 1930’da Artvin’de doğdu. Babası Turgut Bey tarih öğretmeni, annesi Sudiye Hanım ise ilkokul öğretmeniydi. Çocukluğu, memur olan anne ve babasının görevlendirildiği Anadolu vilayetlerinde geçti. Henüz 8 yaşındayken Antakya’da yazlık sinemalara gider, izlediği kovboy filmleriyle derin hayallere dalardı. Seyrettiği filmin kahramanı olur, çoğu zaman da okulda ya da evde bunu tatbik etmeye kalkardı.
Özellikle çocuk artist Shirley Temple’a âşıktı ve aşkından bir deri bir kemik kalmıştı. Daha sonraki yılları babasının da memleketi olan Giresun’da geçti. Giresun yılları, Öztürk Serengil’in kendini bulacağı bir dönem olacaktı. Babasının da öğretmen olduğu Giresun Ortaokulu’na ve daha sonra aynı okulun lisesine yazıldı. O kadar yaramazdı ki babası bile ondan illallah etmişti. Derslerde her türlü haylazlığı yapar ve dersi kaynatırdı. Bu durumdan da en çok ailesi muzdaripti çünkü anne ve babası onun okuyup “adam” olmasını istiyordu. Oysa o, hayatı hep filmlerle tanımıştı ve en büyük hayali bu filmlerde oynamaktı. Ancak bu durumdan özellikle babası çok rahatsızdı. 15-16 yaşlarındaki Öztürk’ün derste kestiği roller ona dayak olarak geri dönerdi. Ve sonunda Giresun Lisesi’nden atıldı. Ancak babası onun okumasında kararlıydı ve onu İstanbul’a Haydarpaşa Lisesi’ne gönderdi. Öztürk burada da rahat durmadı. Öyle ki Beyoğlu’nun eğlenceli sokaklarında arkadaşlarıyla gezip tozmak için okulun yataklarını gizlice çalıp satmışlardı. Hâl böyle olunca da önce Haydarpaşa Lisesi’nden atıldı, sonra da son eğitim macerasının geçtiği Trabzon Lisesi’nden ayrıldı. Giresun’da baba ocağında da duramazdı artık. Hayalini kurduğu Yeşilçam onu çağırıyordu. Bir gemiye bindi ve İstanbul’a geldi. Hayalini kurduğu Yeşilçam ona kahve sandalyelerini mesken tutturacaktı. Önceleri filmlerde küçük rollerde iş buluyor, karnını ancak doyurabiliyordu. Parasız kaldığı dönemlerde ise çocukluk arkadaşı Ressam Cemal’in yanına gidiyor ve onun atölyesinde reklam kapakları ve sinema afişleri çiziyordu. Ara sıra da tiyatroya gidiyor, vestiyercilikten dekorculuğa bulduğu her işi yapıyordu. Tek bir amacı vardı; iyi bir rol kapıp şöhret basamaklarını birer ikişer çıkmak…
Öztürk Serengil, 1950’li yılların başında ufak tefek rollerde oynadı ancak kendi tabiriyle cebinde hiçbir zaman “mangır” olmadı. Hareketleri o kadar doğal ve komikti ki nereye giderse gitsin herkesi âdeta peşinden sürüklerdi. Ancak sinemaya girişi “kötü adam” rolleriyle oldu. 1954 yılında Üçüncü Kat Cinayeti’yle sinemaya adım attı ve 1958 yılında oynadığı Karasu filmiyle ismini duyurmayı başardı. O yıllarda “kötü adam” karakterinin bir numaralı adresi Ahmet Tarık Tekçe’ydi ancak Öztürk Serengil, kötü adam karakterine kattığı farklı bir tarzla âdeta “geliyorum” diyordu. Türk sinemasında bütün kötü adamlar, suratlarını buruşturur, kaşlarını çatar, etrafa dehşet saçardı. Ancak Öztürk Serengil’in hafif alaycı, aşırı mimikten uzak, komik ve günlük hayatta rastlayabileceğiniz kötü adamları oynama isteği sinemada yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Artık kötü adam rolleri için renkli senaryolar yazılıyordu. Üstelik Öztürk Serengil parasız geçen günlerine nazire yaparcasına iyi maaşlarla çalışıyordu Yeşilçam’da. İşte bu dönem Şehir Tiyatroları’na girdi ve dönemin usta isimleriyle de aynı sahneyi paylaştı. Tiyatroda olmak onun tecrübesini artırıyordu…
Bir gün Fikret Hakan ve Ekrem Bora’yla Almanya’ya gitti. O yıllar gece kulüplerinin vazgeçilmezi “twist” dansıydı. O kadar moda olmuştu ki sahneler ağzına kadar “twist” dansı yapan gençlerle dolup taşıyordu. Gece âlemlerinin komik yüzlü artisti Öztürk de işte bu gecelerden birinde bu dansı öğrendi ve üzerine alaturka sözler ekleyerek bunu Türkiye’ye getirdi. “Twist Kralı” olarak ünlenmişti artık. Filmlerinde twist yapar, izleyiciyi bir başka âleme götürürdü... Üstüne üstlük, “Abidik Gubidik”, “Yeşşeee”, “Temem bilekis”, “Şepkemin altında” gibi kendi ürettiği absürt kelimelerle izleyiciyi tavladı ve kısa sürede Türk sinemasında en tepeye çıkıverdi. 1963 yılında oynadığı Adanalı Tayfur tiplemesiyle çok beğenildi ve dönemin en büyük film yapım şirketlerinden teklifler almaya başladı. Cebinde beş kuruş parayla Yeşilçam sokaklarında aç biilaç dolaşan adam artık tomar tomar para kazanmaya başlamıştı. Yılda 15-20 filmde oynuyordu…
"ABİDİK GUBİDİK"
Açtığı “Abidik Gubidik” isimli gece kulübünde tek kişilik şovlar yapmaya başladı. Şovları o kadar ilgi görüyordu ki mekânda yer bulmak neredeyse imkânsızdı. Ancak iki zaafı vardı ve bunlar ileride ona çok büyük sıkıntılar yaşatacaktı: kumar ve kadınlar. Çok para kazanıyordu ama para geldiği gibi kumarda gidiyordu. 1985 yılında basılan Yeşilçam’ı Benden Sorun adlı otobiyografik kitabında şöyle diyordu: “Benim ayıbım ortada: Kumar oynarım bir, orospulara zaafım var iki. Eh gökten zembille inmedik. İzin verin de 35 yıldır Yeşilçam’ın bende bıraktığı bu kadar miras olsun artık!”
Bu kadar ünlü olmasına rağmen basınla arası hiç iyi olmadı. Kullandığı dil özellikle geleneksel yapıdaki gazeteciler için hedef tahtası gibiydi. Üstelik yaptığı plaklarda dönemin siyasilerine de giydiriyor, onları alaya alıyordu. Öztürk Serengil’in komik ve ilginç tarzı halkta müthiş bir karşılık bulmuştu ama diğer tarafta da kendine hatırı sayılır bir düşman yaratmıştı. Buna rağmen dönemin en büyük siyasi otoritesi İsmet İnönü bir toplantıda “Yeşşee” demiş ve ona destek vermişti. Fakat bu destek de işe yaramadı. Vergi borçları sebebiyle maliyeyle başı beladaydı. Kumarda tüm parasını kaybetmişti, gayrimenkullerini satıp devlete olan borçlarını ödedi. Yine eskisi gibi meteliksizdi. Yardımına üçüncü evliliğini yaptığı Nevin Hanım koşacaktı. Nevin Hanım tutumlu ve zeki bir kadındı. Öztürk Serengil’i disipline ederek onun yeniden çıkışını sağladı. O dönem sinemada sıcak para akışı bitmiş, bono devri başlamıştı. İşte bu dönemde Öztürk Serengil gazinolara çıkmaya başladı. Gecede 4 kulübe çıkıyor, tek başına şovlar yapıyor, paraya para demiyordu. Öztürk’ün ikinci müthiş çıkışıydı bu. Kendi tabiriyle kel kafasını çalıştırdı, ünlü film artistlerine teklifler götürerek onları sahneye çıkardı ve şarkı söyletti. Ayhan Işık, Fikret Hakan, İzzet Günay, Ekrem Bora gibi büyük sanatçılar ona “Evet” diyen ve ciddi paralar kazanan isimlerdi. Üstelik Ajda Pekkan’a plak yapmış ve Türk pop müziğine yeni bir isim kazandırmıştı. Fakat mutluluğu uzun sürmedi. Kumar zaafından kurtulamayan Öztürk Serengil, tüm parasını kumar masasında tüketti. Kitabında şöyle diyordu: “1965’te Almanya Baduise’de bir gecede kaybettiğim 75 bin marktan sonra, otobandan Münih’e 81 km yürüyerek döndüm. Bir buçuk yıl içinde 750 bin mark vermiştim kumara…”
Kumar ve kadın tutkusu nedeniyle eşi Nevin Hanım da terk edince Öztürk Serengil için kâbus dolu yıllar başladı. 1977 yılında sinemayı bırakmıştı. Gazino hayatının üzerine bu defa turizm işine atıldı. Libya’da açtığı gazinoda 50 milyon lirasını batırarak canını zor kurtardı. Sonrasında el attığı başka ticari faaliyetlerde de başarılı olamadı ve iflas etti. 1984 yılında pes ettiğinde sinema ve şov dünyasından kazandığı paradan geriye hiçbir şey kalmamıştı. Sonraki yıllar da ona mutluluk getirmedi. TRT ekranlarında yaptığı Gülünüz Güldürünüz adlı program bu anlamda kuşatmayı yırtmak adına yapılan son bir cephe savaşıydı ama o da sonuç vermedi. Daha sonra film ve dizilerde yan karakter rollerde oynamaya başladı. Yaşlanmıştı ve eskisi kadar rağbet görmüyordu. 1980’li yılların sonları ve 1990’ların başları onun için zor yıllardı. Toplamda 5 kez evlenen Öztürk Serengil’in 4 çocuğu vardı ve özellikle küçük çocuklarına bakmak zorundaydı fakat elde avuçta bir şey kalmamıştı. Bir gün doktoru ona ciddi bir rahatsızlıktan bahsetti. Beyninde ur vardı ve ameliyat olması gerekiyordu. İki defa ameliyat oldu ama bir türlü düzelemedi. Üstelik felç olmuştu. Türk sinemasının ve şov dünyasının bir zamanlar yeri göğü inleten, taklitleri yapılan efsane ismine böyle bir son yakışmıyordu. Maalesef 11 Ocak 1999’da kirada oturduğu evde yaşamını yitirdi. Her yönüyle ilginç bir yaşam öyküsüne sahip olan Öztürk Serengil, hiç şüphesiz bugünün en büyük komedyen ve şovmenlerinin önünü açmıştır…