Şile’de yaz bir başkaydı!

24 Mayıs 2024 - 11:54

İstanbul’da yaz mevsimi gelince Rumeli Yakası’nda yaşayanlar Kadıköy – Bostancı arasında bulunan yazlıklarına geçerdi. Caddebostan, Suadiye, Şaşkınbakkal ve civarı çok revaçtaydı. 

İstanbul dışında yaz tatili geçirmek isteyenlerin en önemli adresiyse Şile’ydi. O zamanlar Bodrum daha Bodrum olmamıştı. Yaz mevsiminin hercai rüzgârları Şile’de eserdi. 1960’lardan söz ediyorum. Mendirek inşaatı başlamamış, Karadeniz’in dalgaları Şile merkezindeki plaja kadar geliyordu. Belediye gazinosu yaz sosyetesinin boy gösterdiği en havalı mekân olarak öne çıkıyordu. Gazino deyince şarkıcıların, türkücülerin sahneye çıktığı içkili, yemekli ve pahalı lokaller aklınıza gelmesin. O zamanlar çay bahçelerinin bile adı gazino olarak geçiyordu. Mesela dere kenarında olan bir çay bahçesinin giriş kapısı üzerinde pekâlâ “Subaşı Gazinosu” yazabiliyordu.

Şile Belediye Gazinosu da böylesi bir mekândı. Yüz metre boyunda on beş metre enindeki oturma alanı ahşap masa ve sandalyelerde müşterilerini ağırlıyordu. Çay kahve yanında öğleden itibaren ızgara balık ve köfteler eşliğinde bira, rakı ve şarap sevisi de yapılıyordu. Altmış sene önce Türkiye 2020’lerin “mutaassıp kamusal alanlarından” çok daha ilerideydi. 

Şile Belediye Gazinosu’nun girişindeki masalar dönemin ünlü sanatçılarına tahsis edilmişti. Kimler vardı derseniz, Zeki Müren’den başlayabilirim saymaya… En yakınında İsmet Ay vardı. İsmet Ay bir ölçüde ev sahibi konumundaydı çünkü o Şileliydi. Kardeşi Hikmet’in Şile Çarşısı’nın ortasındaki kahvesi, İsmet Ay ve onun ünlü arkadaşlarının da sıklıkla geldiği bir mekân olması nedeniyle “Artistler Kahvesi” adıyla biliniyordu.

Burada geniş bir parantez açarak Zeki Müren’den söz etmek istiyorum. O yıllarda Zeki Müren tartışmasız Türkiye’nin en ünlü sanatçısıydı. Yaz aylarının tamamını Şile’de geçiriyordu. Onun bir Şile günü sabah 10.00-10.30 arası Artistler Kahvesi’nde sabah kahvesini içerek başlıyordu. Kahveye gelirken Şile’nin diğer ucundaki evinden çıktıktan sonra bütün bir çarşıyı boydan boya yürüyerek geçiyordu. Çarşı esnafıyla selamlaşır, ihtiyacı olan bir şey olursa alır, kendisiyle konuşmak isteyen olursa konuşur, lafı uzatanları Hikmet’in kahvesine davet eder, fotoğraf makinesi olanların birlikte bir kare fotoğraf çektirme isteklerini geri çevirmezdi. Bütün bunları yaparken yanında “koruma gorilleri” falan yoktu. Şile’den sonra 1970’lerin ikinci yarısında Bodrum’a yerleştiğinde de benzer bir tarzı sürdürecekti. Halikarnas bölgesindeki evinden çıktıktan sonra Bodrum Çarşısı’nı yürüyerek geçer, limana gelince kişi başı iki buçuk liralık Bardakçı dolmuş motoruna biner; denize gireceği küçük motelin iskelesinde vaktini hayranları, dostları ve arkadaşlarıyla geçirirdi. O zaman da koruması falan yoktu: Zeki Müren büyük şöhretini yakasında bir karanfil gibi taşıyan gerçek anlamda bir halk sanatçısıydı! 

Şile’ye döneyim. Zeki Müren Şile Çarşısı’nı arşınlayıp da Hikmet’in kahvesine gelince sade kahvesini ona sormadan Hikmet (Ay) pişirip getirirdi. Sonra masası çepeçevre kuşatılırdı. İlk gelenler sandalyelerde sonrakiler ayakta onun doyumsuz sohbetini dinlemek için nefeslerini kontrol ederdi. Kahvede bir saati doldurunca yanındakilerin yarısıyla birlikte denize gitmek üzere kahvenin yanından sahile inen merdivenlere yönelirdi. Belediye Gazinosu’nun girişindeki masalarda oturan Turgut Boralı, Suphi Tekniker gibi Yeşilçam’ın ünlüleri onu karşılardı. 

Buraya kadar okuduklarınızı herhangi bir arşiv dokümanı gazete, dergi veya kitaptan aktararak yazmıyorum. Tamamen “birinci tanık” sıfatıyla paylaşıyorum! 

Nasıl mı?

ŞİLE, 1960’LARDA İSTANBUL DIŞINDA YAZ TATİLİ GEÇİRMEK İSTEYENLERİN EN ÖNEMLİ ADRESİYDİ (FOTOĞRAF: SALT ARŞİV)

1960’lı yılların başından 1970’lerin ilk yarısına kadar Şile’de Ayazma Tepesi’nin üzerinde Haziran ayında kurulup Eylül ayında sökülen Beykozlular çadırı vardı. Üzerinde “Günlük yemek listesi: Az kuru, bol müzik” yazan çadırın konukları her daim değişirdi ancak Beykoz ruhu değişmeden varlığını korurdu. Tamamı genç erkeklerden oluşan ekibin %90’ı Beykoz Spor Kulübü’nün lisanslı yüzücüleri, kürekçileri, basketbolcuları ve voleybolcularından müteşekkildi. İyi fizikleri, sporcu disiplinleri ve eski yıllardan kalan aile terbiyeleriyle Şile’de tanınıp sevilirlerdi. 

Şile’nin akşamları da bir hayli renkliydi. Fazlaca restoran, yemek servisli otel olmadığı için akşam yemekleri evlerde ve çadırlarda yenilir, Şile Çarşısı’nda piyasaya öyle çıkılırdı. Sosyalleşme yerleri arasında Şile bezi giysiler satan dükkânların önceliği vardı. Dükkân içinde birkaç dakika tur atmanın esas amacı alışveriş yapmaktan ziyade, ürünler hakkında yönlendirici bilgiler vererek yakınlık kurdukları kızları akşam diskoya davet etmekti. Her yılla birlikte adı da büyüyerek değişen “Disko H 66”, 67, 68, 70 diye giderdi. Diskosu tamam da H’si ne oluyor derseniz onu da şöyle izah edebilirim: Sadece bar bölümü briketten oluşan tesisin dış duvarları çepeçevre hasırdan ibaretti. Yazın disko olan mekân kışın arsa hâline geliyordu! Ülkenin yok yılları işte. Sadece yaşam sevinci ve umut var. 

Bir bira parası ödeyerek girilen diskoteğe “sap erkek” olarak gelmek yasak değildi. İçeride anneleriyle, teyzeleriyle gelen kızları dansa kaldıracak medeni cesareti yüksek gençlere de ihtiyaç vardı. Önce anneye gidip “Efendim kızınızla dans etmeme müsaade eder misin?” denilirdi. “Kendisi bilir” cevabını alan şanslı delikanlı en sevimli yüz hâliyle kıza dönerdi: 

“Bana bu dansı lütfeder misiniz?”

Okul bitirme sınavı gibi olan süreç %90 olumlu bittiğinde oğlan kızla pistte dansa başlayabilirdi. Tabii genç çiftler içlerinden dua ederdi, “slow dans” müziği bitmesin diye. Bir kızın bir erkekle dans edebilmesi büyük emek isteyen bir sürece tekabül ediyordu. 

Refüze edilme ihtimali de yok değil tabii… Diskotekte yediği golün acısını çıkartmak için Şile’nin bir “ayakçı meyhanesi” kesinlikle şifalı gelirdi. Bu meyhanelerin en büyük özellikleri aşırı derece küçük olmalarıydı. Bir tavla büyüklüğünde iki üç masası ancak olurdu ama duvarlarının tamamı bir karış genişliğinde rafla çevriliydi. Meyhane nüfusunun büyük çoğunluğu ayakta demlenmek zorunda kalırdı. Ayakta demlenmenin de faydaları vardı. Bir gün içlerinde bu satırların yazarının da bulunduğu Beykozlu grup içeri girdiğinde masaların kapılmış olduğunu görünce kadersizlik ifadeleriyle duvardaki rafa yönelmişti. İçlerinden biri “Biraz daha erken gelseydik böyle olmazdı” tarzında dert yanmalarını uzatınca meyhanenin müdavimi yaşlı balıkçı ona dönerek unutamayacağı bir meyhane dersi vermişti: 

“Bak delikanlı, eğer oturarak içersen midenden sarhoş olmaya başlarsın, ama ayakta içersen o zaman ayak başparmağından itibaren sarhoş olursun ki bu çok daha kaliteli ve ayrıcalıklı durumdur!”

OCAKLI ADA KALESİ’NİN DE UZAKTAN GÖRÜNDÜĞÜ ŞİLE KIYILARI, 1966

Şile yazı bütün kış anlatılacak kadar hikâye armağan ederdi misafirlerine… 1960’ların ikinci yarısında bir pazar günü Belediye Gazinosu’ndaki şöhretler masasından bir uğultu yükseldi. O masanın, Şile’nin ve Türkiye’nin en büyük yıldızı Zeki Müren “çılgın projesini” açıklamıştı: 

“Denizden çıplak çıkacağım!” 

Dedikten beş dakika sonra sandalyesinden kalktı, kumsala indi. Denize doğru yürürken onu yakından görmek isteyen kadınlı erkekli meraklı kitlesi de peşinden denize doğru yürümeye başladı. Zeki Müren suya girdi. O yıllarda plaj sahilden iki üç metre mesafede derinleşiyordu. Zeki Müren üç dört adım atıp suya gömüldü. Ayağa kalktığında sağ elinde mayosu vardı. Onu çevirdi, çevirdi ve sahile fırlattı. Meraklı gözlerle onu izleyenlerden gök gürültüsü gibi “aaaavvvuuuuvvv” nidası yükseldi. Kadınlar arkalarını döndü, kimi aralanmış parmaklarıyla gözlerini kapattı. Küçüklü büyüklü erkeklerse tarihî anı kaçırmamak için pişkin sırıtmalarla, olayı takip etmeye devam etti. Zeki Müren sol eliyle önünü, sağ eliyle göğüslerini kapatarak plaj kabinlerine doğru koştu ve gözden kayboldu. 

O dakikadan itibaren görenler görmeyenlere yaşadıklarını ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Kimisi tasvip etmiyordu, kimisi onun “uçuk kaçık” olduğunu söyleyip hareketi normal karşılıyordu. Denizden çıplak çıkma olayı öğleden sonra meydana gelmişti. Bir saat sonra belediyenin anons sistemi gürlemeye başladı. Önce “püf, ses kontrol bir ki üç püf” ayarlama sesi duyuldu arkasından “dikkatdikkat” anonsu geldi: 

“Bu akşam Şile’de kalan misafirlerimizi Zeki Müren Belediye Gazinosu’nda akşam yemeğine davet etmektedir!” 

Zeki Müren o yıllara göre bir hayli marjinal olan şakasını bu şekilde taçlandırmıştı! Ülkemiz uygarlık bakımından 2000’lere göre daha ılıman iklimde olduğundan olay Şile’nin renkli bir günü olarak yaşanmış ve bitmişti. Eski zamanların Şile’sinde yaz bir başkaydı!

Zeki Müren
1960'lar
Şile
Gazino
Şile Çarşısı
İsmet Ay
Bodrum
Nostalji
Nazım Alpman
Sayı 018

BENZER

Elinizde bulunan İST dergisinin 11. sayısı yine birbirinden güzel ve ilginç konularla dolu. Açıkçası, dergimizin methini hemen her yerde duyuyorum. Ve bu da beni mutlu ediyor...
Bu yazıda şehirlerin karşı karşıya olduğu çeşitli zorlukları vurgulayacak, daha sürdürülebilir, yaşanabilir, sağlıklı ve kapsayıcı şehirler geliştirmek için uygulanabilecek somut adımlarla birlikte çözümleri tartışacağız.
İlk albümü Sakin Olmam Lazım’ı yayınladığı dönemde (2005) özellikle sahnede yarattığı alışılmadık mizansenle çok konuşulan Hayko Cepkin, oldukça kısa bir sürede kendi deyişiyle "ailenizin uzaktan akrabası" mertebesine ulaşmayı başardı. Müzikal üretimleri ve sahne performansları devam ededursun, yaşamını sürdürdüğü Kuşadası’nda çiftlik işlerine ya da "tüplü araç" projesine yoğunlaştığı da oluyor Cepkin’in.