Gerçek Çalıkuşlarımız vardı

22 Şubat 2023 - 15:14

Türkiye’de 1960’larda tırmanan toplumcu idealler bir 10 yıl sonra geriye çekilmeye başladı. İçine düştüğü krizleri aşamayan emek gücünden yana kalkınma siyasetlerinin yerini, sermayeye destek vererek krizden çıkmayı amaçlayan neoliberal politikalara bırakmasıyla gelen iş anlayışı, toplumun zihinsel değişimini de belirlemeye başlamıştı elbette. 1980’ler boyunca ise bütün ülkeyi saran “köşeyi dönme” hevesi, önünde sonunda öğretmen kesimlerini de etkiledi. Çalıkuşu ve Beyaz Zambaklar Ülkesi gibi kitapların oluşturduğu heyecan uzak hatıralara dönüştü. Özellikle genç kadın öğretmenler için ıssız köylerde vazife, iftihar edilecek bir sicil bilgisi olmaktan çıktı zamanla.

1970’lerin ortasında altı yıl Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’nde okudum. Öğretmen adaylarının çoğu gibi benim için de ücra bir köyde öğretmen olmak, samimi bir hayaldi. Halkın desteğiyle parasız yatılı okuyorduk, bunun yüklediği bir borçlu olma hissi de vardı. Bir ayağımız, erkenden ailelerimizden ayrılmaktan ileri gelen nedenlerle sıkı sıkıya zemine basarken, diğer ayağımızla yola düşmeye hazır bir adanma hissiyatı içindeydik, siyasal görüşümüz nasıl olursa olsun. Çalıkuşu, hem dokunaklı bir aşk hikâyesi üzerinden ilerlemesi hem de bu aşkın kahramanlarından biri olan Feride’nin saflığını koruma çabası gibi sebeplerle sıklıkla atıfta bulunduğumuz bir romandı.

Edebiyata düşkün kuşaklar, Çalıkuşu’nu kitap hâlinde 1922’den bu yana okuyor. Feride karakteri önce Reşat Nuri Güntekin’in İstanbul Kızı ismiyle, Darülbedayi için hazırladığı dört perdelik bir piyeste kendini göstermişti. Âlim Kahraman’dan öğrendiğimize göre, bu karakteri şekillendiren sebepleri henüz genç bir gazeteci olan Kemal Tahir’e 1937 yılında şöyle anlatmıştır yazarı: “Eskiden genç kızlarda neşe ve serbestlik bir özür, bir kabahat sayılıyordu. Ben bu piyeste bu telakkinin saçmalığını, gençliğinde hoppa ve serbest olan Türk kızının iş başa düşünce hayatı çok ciddi ve çok müspet karşılayabileceğini ispat etmek istemiştim, piyesin tezi buydu.” Gelgelelim 1920’lerin Darülbedayi’si dekor yanında oyuncu kadrosu bakımından da Reşat Nuri’ye yetersiz görünmüştür. “O zamanki tiyatro dekorları yaldızlı, cafcaflı, saray kaplamaları hâlindeydi” diye anlatır Kemal Tahir’e, “Hâlbuki İstanbul Kızı’nın Anadolu’da köy mekteplerinde cereyan eden vakası bu dekorlar arasında oynanamazdı. Bir de Darülbedayi’de Türk kadın sanatkâr mevcut değildi. Artık takdir edersin, kötü bir Türkçe ve ekleme bir dekor içinde bu hayat tezi ne hâle gelecektir.”

İstanbul Kızı, yazarının çekinceleri nedeniyle Darülbedayi’de sahneye konulamayınca, Çalıkuşu ismiyle romana dönüşür. 1 Aralık 1921’den itibaren dört ay boyunca Vakit gazetesinde tefrika edilir. Ertesi yıl kitap olarak basılır ve gördüğü yoğun ilgiden dolayı üst üste baskısı yapılır. İlk dört baskıdan sonra 1937’de Reşat Nuri epeyce değişiklikler yaptığı romanı yeniden yayımlatır. Roman, Ahmet Özalp’in ifadesiyle yeni uygarlık telakkisi ve hayat tarzı ölçülerini dikkate alacak bir şekilde “dirijizm” yani yönlendirme, güdümleme kavramıyla açıklanan bir ayıklanma işlemine tabi tutulmuştur.

Sonraki kuşaklar romanı 1937’deki şekliyle okuyacaktır. Ancak Feride karakteri öylesine kabul görmüştür ki toplumda, yeniden yazımlarda asli niteliklerini koruduğu için, karakter olarak oluşturduğu etkinin sürdüğü söylenebilir. Kemal Tahir’e göre bunun sebebini roman kahramanının karakterinde aramak gerekir. Her roman kahramanı yazarının yeniden yazımı sırasında yapmayı düşündüğü değişikliklere itaat etmeyeceği gibi kimisi yazarı da peşinden sürükler. Böyle bir itaat ise kurgu kahramanları içinde belki de en hırçın ve itaatsiz olanından hiç beklenmez.

[Feride] Başına gelenler yüzünden kendini bir kader mahkûmu gibi hissetmez, etrafın telkin ve yargılarına da teslim olmaz.

ÇALIKUŞU’NUN YAZARI REŞAT NURİ GÜNTEKİN, 1945 (FOTOĞRAF: SALT ARŞİV)

Reşat Nuri’yi Feride karakterini kurmaya götüren başlıca niteliğini, neşesini ve sorumluluk alma cesaretini koruduğu muhakkaktır. Ailesinin saygınlığını gözetmekle birlikte kendi gururundan taviz vermez Feride, nişanlısından ihanet gördüğü hâlde, bunun yasıyla yaşamaz. Çalıkuşu’nun neşesi, dönüşüme uğratılamayan bir saflıkta mündemiçtir. Hırçınlığı yıkıcı olmaktan uzaktır, neşesi de şımarıklıkla aynı şey değildir. Başına gelenler yüzünden kendini bir kader mahkûmu gibi hissetmez, etrafın telkin ve yargılarına da teslim olmaz. Yasa veya ye’se düşmemesini hayatın başka sahnelerine dikkatini yöneltebilecek şekilde eğitilmesine borçlu olduğu da söylenebilir. Etrafta kötü gözle bakılan Munise’nin annesine davranışında da fark edileceği gibi ötekileştirilmişlere şefkatle yaklaşır.

Reşat Nuri Güntekin’i neşeli bir genç kız karakteri oluşturmaya sevk eden dönemin çok uzağında olmayan bir tarihte, 1914’te, biyografilerinde “neşeli, serbest tabiatlıydı” diye anlatılan bir kadın şairimiz, Cevriye Banu, “İnsanlar yanlış anlar” diyerek divanını yakmıştı. Bir biyografisinde, “Hayatı köyünde geçen, hiç evlenmeyen, çevresine neşe saçan, özgür yapıda, umut ve hayat dolu bir kadın” diye, bir başkasında ise, “Banu Hanım serbest tabiatlı idi. Korkusuz ve insanlarla görüşüp konuşmaktan kaçınmayan biridir” şeklinde tasvir ediliyor. Atkaracalar (1864) doğumlu olan şairemiz, Feride’nin neşeli ve hareketli, atılgan mizacı nedeniyle “Çalıkuşu” diye adlandırıldığı dönemde, divanını yaktıktan iki sene sonra, 1916’da vefat ediyor.

Anadolu’nun ortasında, dönem dönem nahiye konumuna getirilen bir köyde, ailesine ait konağı babasının vefatından sonra kız kardeşi Ayaş’la birlikte yöneten Cevriye Banu’nun adıyla ilk kez 2011’de, kadın şairlerimiz üzerine bir ders için hazırlanırken karşılaştım. Divanını yakması ve gerekçe olarak öne sürdüğü cümle, sonraki birkaç yıl boyunca beni takip etti. 2016’da da bir Çankırı yolculuğum sırasında önüme çıkan Atkaracalar levhasının çağrışımlarıyla heyecana kapıldım ve artık ilçe konumuna sahip yerleşime giderek şairimizin kardeşi (İstanbul’daki Kapalıçarşı’da Edip Cansever’in babası ile dükkân komşusu olan) Hüseyin’in torunlarıyla tanıştım.

Torunlardan en büyüğü olan Ayaş Hanım’ın anlattığına göre, ilçeleri köy ve nahiye iken Cevriye Banu konağında sadece şiir meclisleri düzenlemekle kalmaz, dönemin mülki ve idari amirlerini ağırlar, onlarla memleket meselelerini görüşürmüş. Anadolu’nun küçük yerleşimleri işte böyle sürprizlerle doludur, Feride’nin hikâyesi de bu nedenle hayattan kopuk bir kurgu değil.

Atkaracalar’a bir başka ziyaretimde, Hüseyin’in erkek torunlarından bir beyefendi, şairenin internette dolaşan biyografilerinde yer alan “serbest tabiatlıydı” şeklindeki nitelemeden duyduğu rahatsızlığı dile getirmişti. Bu nitelemenin yer aldığı biyografilerde ayrıca, “Daima şen şatır bulunur ve etrafına ümitsizlik değil, neşe saçardı” şeklindeki tasvirler de yer alıyor. “Serbest” nitelemesinin yanı sıra etrafına neşe saçan bir kişiliğe sahip olduğu vurgusu da söz konusu kadın konağında âşıkları, şairleri ağırlayan, şeyhi Mehmet Nuri Efendi ile –bir kafesin arkasında da olsa– şiir atışmaları yapan bir şaire olduğunda, torun kuşağı için bir üzüntü kaynağına dönüşmüş.

Aradan neredeyse bir yüz yıl geçtiği hâlde, hâlâ yanlış anlamalara mahal verebilecek türde bir sıfatın şairenin biyografilerinde kullanılması bir hayli düşündürücü. Beri taraftan divanını yakarken öne sürdüğü “yanlış anlaşılma”ya, ölümünden sonra yayımlanmış biyografiler yoluyla maruz kalması da bir hayli dokunaklı.

Feride’yi bir roman kahramanı olarak şekillendiren saiklerin, onun belki de İstanbul’daki Fransız kız lisesi Notre Dame de Sion’un ilk sınıflarından birinde eğitim gördüğü 1916 yılında vefat eden şair Cevriye Banu’yu divanını yakmaya götüren sebeplerle buluşturduğu söylenebilir. İmparatorluk çökerken sosyal düzen de karışıyor, bu çöküşe yol açan zaaf ve kusurlar ise her şey değişirken olduğu gibi kalması beklenemeyecek kadınlar üzerinden konuşuluyordu. Yenilikçi bir İslamcı olarak tanımlanan Said Halim Paşa bile Buhranlarımız ve Son Eserleri’nde yer alan “Kadın Hürriyeti” başlıklı makalesinde, kadın hareketlerini –kısmen toplumsal olgulara mesafeli seçkin yaşantısından kaynaklanan sebeplerle– “serbesti” kavramı üzerinden şüpheyle karşılar ve bu hareket içindeki katılımcıların meselesini Batı özentiliğine ve tüketici amaçlara indirger. Oysa kadın grupları memleket yangın yerine döndüğü sırada çeşitli yayınlarla bu çöküşü oluşturan sorunları tanımlamaya çalışırken, Hayriye dernekleri vasıtasıyla da toplumsal dayanışmayı güçlendirmeye katkıda bulunuyorlardı.

Zor zamanlar insanları sıkıştırır ve içlerindeki olmaya meyyal veya bir arzu yönündeki gerçek kişinin ortaya çıkmasına olanak sağlar. Uğradığı ihanet yüzünden yollara düşen Feride uzun yıllar sonra bambaşka bir bilinçle şehrine, ailesine geri döner. Cevriye Banu divanını yaktıktan sonra neler oldu, ancak tahmin yürütebiliriz. “Alın kötü zanlarınızı, istediğinizi yapın; kelimelerim hâlâ benimdir” demiştir belki de...

Neşeye öfke, zayıf ve aşağı görünendeki öngörülmez bir potansiyelin korkusuyla ilgilidir en çok. Kasıntının, tumturaklının, zalimin, taş kalplinin hüznü de neşesi de yavandır.

Kâmran’a onca ümit bağlamışken ihanete uğradı diye, ince hastalığa yakalanmadı Feride, hayata küsmedi, insanlardan umudunu kesmedi. “Yapabilirim” diye düşündü. Başka türlü bir varoluşun kıymetini bilmenin yoluna düştü. Cevriye Banu da benzer şekilde, “Yapabilirim” diye sürdürmüştü hayatını, memleketin dört bir tarafından gelen âşıkları, şairleri topladığı, yoksula yolcuya kapısı daima açık konağında. Kurgu veya gerçek, her iki kadın toplumsal kabulleri olumlu fiilleriyle esnetip değiştirirler. Ancak bu da yanlış anlaşılmalar karşısında zaman zaman geriye çekilmeleriyle mümkün olabilirdi. Son derece dikkatli bir hayat yaşadığı hâlde hakkında çıkartılan dedikodular yüzünden muzdarip olur Feride, hatta daha
fazla yıpranmamak için baba gibi sevdiği doktor Hayrullah Bey’le şekli bir evlilik yapar. Cevriye Banu’nun, kendini koruma ihtiyacıyla divanını yakmaktan başka yol bulamaması son derece acıklı ancak bu eylemin epik bir yanı olduğu da düşünülebilir. Onun açısından eserinin anlamı, yüklendiği ailevi sorumlulukların gerisine düşüyordu.

Özgürlüğü basmakalıp bir söz olmaktan çıkaran niteliktir. Her iki kadın da taşrada ya da merkezde, kadınların hesaba katılmadığı bir kamusal alanın hayatı taşımaya yetmez olduğunu fark etti ve anlattılar yaşantılarıyla; kurgusal veya gerçek, bu dünyayı daha yaşanılır kılacak izler bırakarak verdiler son nefeslerini.

DİPNOTLAR

1 Kahraman, Âlim (2018): “Çalıkuşu’nu Yeniden Yazıyorum”, Yeni Şafak, 10 Mart 2018

Çalıkuşu
Edebiyat
Çalıkuşu Feride
Kadın
Reşat Nuri Güntekin
Cihan Aktaş
Sayı 013

BENZER

İstanbul, Ramazan ayını diğer yerlerden farklı karşılayan, güzelleştirmek için türlü âdetler bulan bir şehir. Bu âdetlerin bazıları zamanla unutulsa da mahyalar yüzyıllardır şehrin simasını aydınlatmaya, en güzel örneklerini sergilemeye devam ediyor.
Cumhuriyet İstanbul’unda inşa edilen apartmanlar genel olarak odaları ferah, oturup çay, kahve içmeye müsait balkonlu dairelerden oluşan bahçeli, küçük binalardı. “Müteahhide verme” akımı başlayınca, hele kentsel dönüşüm furyasında, aynı alana olabildiğince çok daire sığsın diye evler kutuya, balkonlar eşiğe indirgendi. Apartmanlar bahçeleri yuttu. Gökyüzüne doğru da yükselmek gerekti. Malzeme yenilendi diye kâr ettik sandık ama koronavirüs hayatı durdurup herkesi eve yollayınca kaybettiklerimizi fark ettik. Şimdi yeniden teras, balkon, bahçe arıyoruz. Yenilenen konut tipi tercihimiz hem sağlığın gerekleriyle hem de geleceğin mimari projelerinin yansıttığı tabloyla uyumlu: İlle yeşil!
Fransız İhtilali’nin efsane şairlerinden André Chénier, İstanbul’da doğmuştu. Dünyaya geldiği Galata’daki ahşap sıra evler o yüzyılların meşhur İstanbul yangınlarından birinde kül oldu ama yerine yapılan Saint Pierre Han’da doğduğu rivayeti bugüne miras kaldı. Rivayeti yansıtan özel levha, ünlü şairin doğum yeri olarak halen hanın odalarından birini işaret ediyor. Chénier’nin kısa, Saint Pierre Han’ın uzun tarihi...