Boğaziçi’nin Orhan Veli’si

24 Ağustos 2023 - 13:20

Orhan Veli, Mehmet Veli Bey ile Fatma Nigâr Hanım’ın oğlu olarak Beykoz Yalıköy’de İshak Ağa yokuşundaki 9 numaralı konakta dünyaya gelir. Adnan Veli’den iki, kız kardeşi Füruzan Yolyapan’dan on yaş büyüktür.

Adnan Veli, Orhan Veli’nin Rumi 1 Nisan 1330, hicri 18 Cemaziyülevvel 1332 günü sabahı, saat 7 sıralarında doğduğunu yazdıktan sonra bunun yeni tarihle 13 Nisan 1914 Pazartesi gününe denk geldiğini belirtir. [1] Hâlbuki bu tarihler miladi takvimde 14 Nisan 1914’e karşılık gelir.

ORHAN VELİ (ÜST SIRADA SOLDAN DÖRDÜNCÜ) FUTBOL OYNADIĞI ARKADAŞLARIYLA

İLK YILLAR

Orhan Veli’nin çocukluğu İstanbul’da geçmiştir. Mütareke yıllarında Beşiktaş Akaretler’deki ilkokulun anasınıfında öğretim hayatına başlar. Yedi yaşında Halife Abdülmecid Efendi tarafından Yıldız Sarayı’nda sünnet ettirilir.

Galatasaray Lisesi’nin yatılı kısmına giren Orhan Veli, bu yıllarda derslerindeki başarısının yanında futbola da merak sarmıştır. Adnan Veli’nin yazdığına göre okulda ve hafta sonu tatillerinde evlerinin bahçesinde sürekli futbol oynar.

Galatasaray Lisesi’nde dört yıl okur. Cumhuriyet’in ilanından sonra Mızıka-i Hümayun Ankara’ya taşındığından burada görevli olan babası Mehmet Veli Bey de yeni başkente gider. Fatma Nigâr Hanım ise ancak 1925’te çocuklarıyla beraber eşine katılır. Bu tarihten sonra yazları Beykoz’daki konakta, kışları Ankara’da geçireceklerdir.

Adnan Veli, ağabeyinin ölümünden sonra, bu gidiş gelişli yıllardan bazı anılar nakletmiştir. Bunlardan 1970’li yılların başında radyoda yaptığı bir konuşma ilginçtir:

“Bir vakitler Beykoz’da otururduk. Zaten ikimiz de orada doğduk. Deniz kenarında rıhtımlı bir yalımız vardı. En büyük zevkimiz de sabahtan akşama kadar rıhtımdan oltayla balık tutmaktı. Ama o vakitler şimdiki gibi naylondan oltalar yoktu. Annemin dikiş kutusundan iplik makarasını alırdık, toplu iğneyi kıvırırdık, ucuna da ağzımızda yumuşattığımız ekmeği takıp kaya balığı falan tutardık. Suda ıslanan iplik ne kadar dayanır? Bir taşa falan takılacak olsa tabii ‘çat’ diye kopardı. Kopunca da hadi yeniden dikiş kutusuna müracaat. Üç gün, beş gün derken makaraların hepsi bitti. Bir gün annem dikiş dikecek olmuş, kutuyu eline almış, bakmış ki içinde bir karış iplik bile yok sonra Orhan’la beni yanına çağırdı. ‘Oğlum’ dedi, ‘Siz rıhtımdan balığı nasıl tutuyorsunuz?’ Dikiş kutusunu orta yerde görünce durumu hemen anladık. Orhan mahcuptu, başını önüne eğmişti. Ben cesaretle ‘Dikiş makaralarını soracaksın değil mi?’ dedim. ‘Olta yaptık.’ Annem, ‘Oğlum’ dedi, ‘karşıki aktarda bu oltaların âlâsı var, neden oradan almıyorsunuz?’

Gerçekten yalımızın tam karşısında Hacı Baba’nın aktar dükkânı vardı. Hacı Baba bu dükkânında çakmak fitilinden tutun da kurutulmuş mısır püskülüne kadar her şeyi satardı. Ama daha çok kocakarı ilacı satardı. Baharat da satardı. Rafların üstüne sıra sıra kutuları dizmiş, üstlerine de etiketler yapıştırmış, belki üç yüz kutu var. Annemden izin çıkınca doğru Hacı Baba’nın dükkânına koştuk, at kuyruğu kılından yapılmış birer olta aldık, haydi deniz kenarına. Denizin içinde taşa takılınca at kılından yapılmış olta da kopuyor tabii. Biz, olta kopunca tekrar Hacı Baba’ya koşuyoruz. Bu iş böyle epey sürdü, yani aylarca sürdü (…).”

İLLÜSTRASYON: SELÇUK ÖREN

Yine bir yaz tatilinde kayık satın almaları öyküsü vardır: Yıl 1930. Orhan Veli’nin çocukluk yıllarıyla ilgili Adnan Veli’nin yazdıkları dışında pek bir kaynak olmadığı için bu öyküyü de onun kaleminden okuyalım:

“Bir gün Orhan’la beraber anneme çok yalvardık: ‘Ne olur, bize bir kayık al!’ diye tutturduk.

O vakitler Beykoz’daki yalımızda oturuyorduk. Bir kayığımız olursa Bebek’e Altınkum’a, Büyükdere’ye gidebilecektik. Pembelilerin yalısı önünde duracak onlarla uzaktan uzağa işaretleşebilecektik. Umuryeri çakarına bağlayıp yüz dirhemlik izmaritlerden yakalayabilecektik. Çocuk olduğumuz için dalgayı, fırtınayı, sam yelini umursamazdık. Denizin orta yerinde karşımıza, Çamur İhsan’ın anlattığı ayı balığı çıkar da sandalımızı devirir diye fütur etmezdik.

Çolak İsmail’in ‘Abdülaziz bile, her şeyin doğrusunu severim. Gün doğusunu sevmem demiş. Zaten sizin başınızı da bu gün doğusu rüzgârı yiyecek’ demesine kahkahalarla gülerdik.

Annemin de o vakitler korkusu buydu. Gidip de dönmeyeceğiz sanırdı.

Ama bir pazar sabahı, nihayet onu da bu işe razı ettik. Elimize kırk lira verdi: ‘Haydi gidin, iyi bir şey alın bari!’ dedi.

Orhan’la beraber vapura atladığımız gibi soluğu Köprü’de aldık. Oradan da Kumkapı’ya… Kumkapı’da ucuz sandallar satıldığını biliyorduk.

Saatlerce iskelelerde dolaştık. Kayıkçı Lâzlarla, kahvecilerle konuştuk. En sonunda Tombul Kirkor’un sandalını bir çift küreğiyle beraber otuz iki liraya kapattık.

Şimdi nöbetleşe kürek çeke çeke kayığı, Kumkapı’dan Beykoz’a kadar getirecektik. İki kavun, biraz beyaz peynir, ekmek, şeftali aldık. Küreğe oturduk. Kumkapı’nın balıkçıları da bu işe pek akıl erdirememişlerdi. ‘İki çocuk, koca varkayı nasıl götürürler Beykoz’a kadar?’ diye merakla bizi seyrediyorlardı. O vakitler Orhan on altı yaşındaydı. Ben de on dört… Öğle vakti, kızgın bir güneşin altında yola çıktık. Hafiften bir poyraz esiyordu. Orhan’ın avuçları iyice kızarıp su toplamaya başladığı vakit küreğe ben oturdum. Sonra yine o, yine ben. Akşama doğru Kuruçeşme’nin önünü bulduğumuz vakit ikimizde de derman kalmamıştı. O vakit Orhan’ın aklına geldi: ‘Bir motöre bağlasak!’ dedi.

Başaltında çapanın uzunca bir ipi vardı. Hemen o tarafa seğirttim. Çapayı çözdüm. İpin bir ucunu baş bodoslamaya bağladım. Öteki ucunu da ilmik yapıp bir motör gözlemeye başladım. Orhan da ağır ağır kürek çekiyordu. Biraz sonra Sarıyer’in pazar kayığı göründü. Yüklü olmasına yüklüydü ama yine de yollu gidiyordu. Bizi Kalender’in önüne kadar çekerse bir lira vermeye razıydık. Orhan yavaş yavaş motörün hizasına girdi. Ben de çımayı hazırladım.

Yedekçilikte âdettir, motör hızla geçerken ilkin ip atılır. Herif sandalı motöre bağlar, çekip götürmeye başlar. Ondan sonra pazarlığa girişilir.

Motör adamakıllı yanaştı. Ben de ipi hazırladım. Tam yanımızdan geçerken dümen yekesini bacaklarının arasına sıkıştırmış olan Lâz oğluna doğru savurdum. Herifin çımayı yakalamasıyla babaya takması iki saniye sürmedi. Motör hızlı gittiği için ilkin ip gerildi, silkelendi, arkasından, sandalı sarsan bir ‘Çaaattt’ sesi duyduk. Orhan da ben de apışıp kaldık. İpimiz tam bodoslamanın dibinden kopmuş, motörle beraber gidiyordu. Bizim o hâlimizin karşısında, Lâz oğlunun poyraz rüzgârına karışan kahkahasını bir türlü unutamam.

ORHAN VELİ’NİN EL YAZISIYLA “ISTANBUL TÜRKÜSÜ”

Birbirimizin yüzüne baktık. Bu sefer küreğe ben geçtim. Bebek koyuna vardığımız vakit hava da kararmaya başlamıştı. Orhan dalgın dalgın kıyıyı seyrediyordu. Bir ara başını bana çevirdi: - Hani her gün karpuz aldığımız Kavaklı Tahsin var ya. - Eeee?... - İşte o, bu karpuzları Meyvehoş’tan1 alıyormuş. Kayıkla sata sata Beykoz’a kadar geliyormuş. Ertesi sabah yine Meyvehoş’a dönüyormuş. Bak düşün bir kere… Daha biz Bebek’teyiz. - Ekmek parası… - Ekmek parası ama, avuçları ne olur adamın? - Başka çaresi yok ki… Ekmek parası… - Kaç kuruş kazanır dersin bir günde?... - Kim bilir? Üç dört lira kazanır herhâlde…

Orhan bir şey demedi. Bakışlarını tekrar kıyıya çevirdi. Hisar’a yaklaşıyorduk. Hava da adam akıllı kararmıştı. Bir aralık tekrar bana döndü: - Karpuz kurabiye!... diye bağırır mısın bir kere? - Neden? - Karpuzcu Tahsin’in kazancını hesaplayacağım. - Nasıl hesaplayacaksın? - Bak şimdi… Yalılardan “Karpuzcu! Buraya gel!” diye çağıracaklar tabii. Diyelim ki her seferinde iki karpuz sattı, her seferinde beşerden on kuruş kazandı. Böylelikle aşağı yukarı bir şeyler anlarız. - Peki sen niye bağırmıyorsun? - Olmaz… Sen bağır… - Ben bağıramam, utanırım. - Niye utanıyorsun? Hava zaten zifir gibi… Seni kimse tanımaz ki… Bizi çağırdıkları vakit nasıl olsa gidip yanaşacak değiliz… - Bağıramam ben!...

Rumelihisarı’ndaki Şeytan akıntısını geçinceye kadar ikimiz de kan ter içinde kaldık. Daha da dünya kadar yolumuz vardı. Ama Orhan’a bir durgunluk ârız olmuştu. Anlıyordum. Karpuzcu Tahsin’i düşünüyordu. Boyacıköy sahilinden geçerken ne olursa olsun onu hoşnut etmek için birdenbire: - Karpuz kurabiye! diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Arkasından bir daha, bir daha… Hiç ses sada yok. Orhan da gözlerini yalıların aydınlık pencerelerinde dolaştırıyor, “Acaba çağıran olacak mı?” diye merakla bekliyordu. Çağıran olmadı. Ama ben de bağırmaktan bıkmadım. - Karpuz kurabiye… Kesmece bunlar…

Emirgan önündeyiz… - Karpuz kurabiye…

İstinye’den Yeniköy’e kadar küreğe kâh o oturdu, kâh ben. Ve durmadan bağırdım, - Karpuz kurabiye, karpuz kurabiye…

Biliyorum, pencerelerin birinden bir baş uzansa da: - Karpuzcu, karpuzcu, buraya gel! diye seslense dünyalar Orhan’ın olacaktı. Orhan o hayali paranın karpuzcu Tahsin’in cebine gireceğine inanacak, kendi avuçlarının hâline baktıkça Tahsin’in kazandığı her kuruş için ayrı bir sevinç duyacaktı. Ne çare… Köybaşı’na geldiğimizde benim de sesim kısılmıştı. Ama tek bir pencereden tek bir baş uzanmadı. Karpuzcu Tahsin Boyacıköy’den Yeniköy’e kadar on para bile kazanamamıştı.

Yeniköy çakarının üst başından karşı kıyıya doğrulduk. Orhan hâlâ sessizdi. Avuçları benim avuçlarım gibi kıpkırmızı olmuş, su toplamış, biber gibi yanmaya başlamıştı. Terden gömleklerimiz etlerimize yapışmıştı. Beykoz’a vardığımız zaman ne hâlde olduğumuzu, annemden nasıl azar işittiğimizi, o gece nasıl uyuduğumuzu anlatmak bence pek mühim değil… Ama Orhan, avuçtaki nasırın ne demek olduğunu işte o gün anladı. O günden sonra alınlarından şıpır şıpır ter akan, avuçları nasırlı Çamur İhsanları, Çolak İsmailleri, Karpuzcu Tahsinleri kıyasıya sevdi. Ölünceye kadar sevdi. [2]

SESİMİZ’DE YER ALAN “KAF. O.” İMZALI YAZI ORHAN VELİ’NİN OLSA GEREKTİR…

ORHAN VELİ’NİN BİLİNMEYEN BİR YAZISI

Ankara Lisesi’nin hayatına kattıkları eğitim ile bitmez. 30 Ekim 1930’da Ankara Erkek Lisesi Mecmua Heyeti tarafından aylık Sesimiz dergisinin ilk sayısı yayımlanır. Bu ilk sayıda Orhan Veli’nin “Yahudinin Fendi Arnavudu Yendi” başlıklı, “küçük bir perdelik komedi” olarak takdim edilen temsili yayımlanır. İki sayfalık bu yazı “Mabadı ikinci nüshamızda” ifadesiyle bitmekteyse de derginin ne ikinci ne de daha sonraki sayılarında temsilin devamı gelmez. İkinci sayıda temsilin devamı yok ama “Tarabya Açıklarında” başlıklı, “Kaf. O” imzalı bir yazı var. Orhan Veli’nin kaleminden çıkmış bütün metinleri okumuş bir araştırmacı olarak bu yazıyı, o yıllarda da yazlarını doğup büyüdüğü Beykoz’da geçiren ve en büyük zevki balık tutmak, kürek çekmek olan Orhan Veli’nin yazdığını kabul etmek doğru olur diye düşünüyorum.

TARABYA AÇIKLARINDA

“Beykoz… Boğazın güzel bir koyunda daima sakin bir denizin sahillerine yaslanarak yükselmiş şirin ve yeşil bir köy…

* * *

Mevsim yaz… Hava durgun… Vakit akşam… Deniz berrak…

Güneş, kalenderin üzerinden Tarabya’nın arkasına yuvarlanırken biz narin bir kuğuya benzeyen beyaz kotramızla parlak suların aynasında kayarak koydan çıkıyoruz.

Servi burnu önündeki büyük şamandırayı dönerken sıkı bir rüzgâr yüzlerimizde dolaşıyor.

Küçük kotra durgun sulardan ayrılarak seri bir isticalle ufak dalgacıkların üzerine atılıyor. Batı karayele volta vererek Tarabya açıklarında süzülüyoruz.

* * *

Geniş yelkeni sert bir gayda gibi şişiren rüzgâr iskotayı tamamıyla germiş…

Kotranın bordasında didişen haşin dalgacıklar dümenin arkada çizdiği düz bir izin üzerinde beyaz köpükler saçarak, çırpınarak can veriyor… Her dalga her an biraz daha geri kaçıyor.

Fenerin hisara doğru parlak lacivert bir kurdela şeklinde uzanan denizin üzerinde beyaz bir gölge gibi uçuyoruz. Güneş gittikçe alçalıyor… Rumeli sahilleri; koyu bir gölge hâlinde, ufku saran kızıl bulutların arasında yükseliyor. Tabiatın sihirkâr bir san’atla sular üzerinde işlediği yaldız pullar yavaş yavaş sakinleşen denizin üzerinde erirken biz baştanbaşa lacivert bir kurdela hâlinde uzanan denizin ortasında ve Tarabya açıklarında beyaz bir gölge gibi süzülüyoruz…”

Orhan Veli 1933-1936 yıllarında İstanbul Üniversitesi’nin Felsefe Bölümü’ndedir. Daha sonra yakın arkadaşı olacak birkaç kişiyle üniversitede tanışır. Kedisi için şiir yazdığı Erol Güney, Mîna Urgan, Azra Erhat ve sonradan Abidin Dino’yla evlenen Güzin, Sabahattin Eyuboğlu’nun kız kardeşi Nezahat. Nusret Hızır ve Sabahattin Eyuboğlu ise aynı fakültede hocadır. Onlar da Orhan Veli’nin ömrü boyunca arkadaşları olacaktır.

Yine Adnan Veli’nin yazdığına göre Orhan Veli 1933’te Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı oldu. Üniversite yıllarında Galatasaray Lisesi’nde de muallim muavinliği yapıyordu. Bu konuda Galatasaray Lisesi’nde bir belge bulunamamıştır ama askerlik dosyası için doldurduğu formda 1.10.1937- 20.11.1937 tarihleri arasında Galatasaray Lisesi’nde çalıştığının kaydı vardır.

Orhan Veli, 1941-1944 yılları arasında askerdir [3]. Saroz Körfezi’ndeki Adilhan köyünde duyduğu İstanbul hasretini 1946’da basılan Destan Gibi (Yol Türküleri) adlı kitabında şiirleştirir:

“Oturdum sırtın üstüne... Geçmiş günleri düşündüm. Askerdim, Adilhan köyündeydim; Böyle bir akşamdı yine; İçimde yine İstanbul hasreti, Dalmış düşünmüştüm:

“Bu dağlar Koru dağları değil, Bu köy Adilhan köyü değil; Ne şu değirmen Ferhat ağanın, Ne de bu türkü hazin; Ne açım, ne susuz, Ne de gurbet elde yalnız. Hele güneş bir çekilsin, Gideceğim bir ahçı dükkânına Bu akşam da orada içeceğim; Hele şu Haliç vapuru İskeleye yanaşsın, Yolcular çıksın hele; En güzel saati şimdi Eyüp’ün.”

NÂZIM HİKMET’İN DAKTİLOSUNDAN ORHAN VELİ İÇİN YAZDIĞI ŞİİR

ÖLÜMÜNDEN SONRA

Nâzım Hikmet 1955’te Budapeşte’yi ziyaret ettiğinde Budapeşte Radyosu Türkçe Yayınlar Servisi kendisiyle “Edebiyat Konuşmaları” yapmıştır. Radyoda yayınlanan bu konuşmalar şairin külliyatında yer almaktadır. Konuşmanın bir yerinde spikerlerin seyahatleri sırasında yanında kitap bulundurup bulundurmadığını sormaları üzerine, Şair bavulunun yarısının kitaplarla dolu olduğunu söyler, şöyle devam eder:

“Bu kitaplarla âdeta bavulumda memleketimin en güzel taraflarını, en güzel parçalarını taşıyor gibi oluyorum. Şimdi size söyleyeyim. Mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu ama, ölümsüz… Ve Türk dilini bu kadar güzel konuşan şairlerimiz gayet az. Bir defa onun kitabı var işte. Bütün şiirlerini toplamışlar. Varlık Yayınevi toplamış. Çok güzel.” [4]

Daha sonra Nâzım Hikmet’ten Orhan Veli şiiri okumasını isterler, o da çok sevdiğini belirterek önce “Sere Serpe”yi okur. Şiirin ardından, “Ne güzel Türkçe. Sonra nasıl İstanbul! Nasıl İstanbul kızı” dedikten sonra peş peşe Orhan Veli’nin dört şiirini okur. Başka iki konuşmasını da yine Orhan Veli şiirleriyle süsler. Üç yıl sonra, 1958’de Prag’da yazdığı “Slavya Kahvesinde Şair Dostum Tavfer’le Yarenlik” adlı şiiri Orhan Veli’ye yazılmış en güzel şiirdir herhâlde:

“Slavya kahvesinde dostum Tavfer’le Vıltava suyuna karşı oturup tatlı tatlı yarenliği severim hele sabahları, hele baharda.

Hele sabahları, hele baharda konuşurken dalar dalar gideriz, bir yitirir, bir buluruz bir birimizi. Hele sabahları, hele baharda Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır ve kızıl, kocaman bir elma gibi Nezval geçer taze çıkmış kabrinden param parça yüreği de elinde ve Orhan Veli’yle karşılaşırlar Urumeli Hisarı’ndan gelir o ve telli kavağa benzer Orhan’ım yüreciği delik deşik onun da.

Biz de aynı loncadanız biliriz, Tavfer zanaatların en kanlısı şairlik sırların sırlarını öğrenmek için yüreğini yiyeceksin, yedireceksin. Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır. Vıltava suyunun köpüklerine martı kuşuyla gelir İstanbul. Lejyonerler Köprüsü’ne gidelim Tavfer, martı kuşlarına ekmek verelim.”

Orhan Veli ölümünden kısa bir süre önce açlık grevi yapmıştı Nâzım Hikmet için. Nâzım Hikmet de ömrünün son yıllarında Orhan Veli için bu güzel şiiri yazdı… Zaten ne demişti Orhan Veli:

Ölünce kirlerimizden temizlenir, Ölünce biz de iyi adam oluruz (…)

DİPNOT

1 Meyvehoş veya Bostan Sergileri diye anılan İstanbul Hali, 1935’e kadar Eminönü’nde Ticaret Odası’nın yerinde bulunuyordu.

KAYNAKLAR

1 Adnan Veli Kanık, Orhan Veli İçin, Yeditepe Yayınları, 1953, s.7.

2 Adnan Veli Kanık, Vatan / Sanat Yaprağı, 1953.

3 Haluk Oral, Bir Roman Kahramanı Orhan Veli, Everest Yayınları, 2022.

4 Nâzım Hikmet, Konuşmalar, Yazılar, YKY, 2004, s.55-56.

Orhan Veli
Orhan Veli Kanık
Şiir
Şair
İstanbul şairleri
Nazım Hikmet
Edebiyat
İstanbul
Beykoz
Haluk Oral
Sayı 015

BENZER

2023 yılının ilk İST'i okuyucuyla buluşuyor...
Oyun ve konser performanslarına bir süre ara veren DasDas'ta yaz hareketliliği başladı.
İstanbul, Topkapı’da yer alan ve 70’lerde inşa edilen Tercüman gazetesi binasının tasarımında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın klasik romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün etkileri olduğunu öğrenen ve kendisi de aynı zamanda bir mimar olan Cihan Aktaş, binaya dair görüşlerini yazarken romanın baş karakterinin çözümlemesini de yapıyor.