Başkomiser Perihan Uygur Polisiyesi: Dedektifin ölümü

Fotoğraf
İllüstrasyon: Devrim Kunter
23 Şubat 2023 - 09:28

Başkomiser Perihan Uygur dikkatle bakıyordu duvardaki fotoğrafa. New York polisi üniforması giymiş üç genç adam, geniş bir caddenin önünde gülümsemişti. Biri kızıl saçlı ve çilli, diğeri siyahiydi. En sağdaki esmer, uzun çeneli genç polis ise şimdi bulundukları ofisin sahibiydi.

Karşı duvarda iki fotoğraf daha vardı. Birinde uzun çeneli adam yine üniformasıyla, Manhattan manzarası önünde poz vermişti. Bu sefer otuzlarının ortalarındaydı. Bir elini silahına koymuştu. Sert, amansız bir ifadeyle bakmıştı objektife. Arkada İkiz Kuleler görünüyordu, demek ki doksanlı yıllardı. Diğer fotoğrafın ise polis balosu gibi bir yerde çekildiğini tahmin etti Perihan. Adamın yanında siyahi bir genç kadın gülümsüyordu. Öyle mutluydular ki sevgili olduklarını hemen anlıyordu insan.

Fotoğraflardaki genç adamın o sabah cesedi bulunan yıpranmış ihtiyarla aynı kişi olduğuna inanmak zordu. 

Haftada bir temizliğe gelen kadının dediğine göre sabah kapıyı anahtarıyla açtığında özel dedektif Talip Ersoy koltuğundaydı. Başı
öne düşmüştü. Gözleri kapalı, ak saçları dağınıktı. Masada boşalmış viski şişesi duruyordu. Sızdığını düşünmüştü kadın. Adam için üzülüyor, böyle giderse çok yaşamayacağından korkuyordu. Kalbinin ya da karaciğerinin sonunda iflas edeceğinden... Ama onu bir sabah üç yerinden kurşunlanmış hâlde bulacağı hiç gelmemişti aklına. Tabii ki çığlığı basmış ama sonrasında bayılmak yerine metanetli davranıp polisi aramıştı.

Başkomiser Perihan fotoğraflara bakmayı bıraktı, Olay Yeri İnceleme ekibinin çalışmakta olduğu, tek oda ve tuvaletten ibaret ofiste tekrar gezdirdi gözlerini. Masa dışında rengi atmış iki misafir koltuğu, klasör dolu bir dolap ve üzerinde sigara yanıkları olan bir kanepe vardı ofiste. Dolabın altındaki gözde duran yastık ve battaniye, maktulün ofiste gecelediğini söylüyordu. Her şey yalnızlık ve umutsuzluk kokuyordu. Kariyerine New York polisi olarak başlamış birinin son nefesini Kurtuluş’taki köhne bir iş hanında vermesi yeterince hüzünlü değilmiş gibi.

Yöneticinin dediğine göre Talip Ersoy iki yıldır buradaymış...” dedi Perihan’ın yardımcısı Ayla.

Olay Yeri İnceleme amiri Hulki kalabalık istemediğinden içeri girmemiş, Perihan’ı koridorda beklemişti. 1.90 boyu, silahı ve uzun rasta saçlarıyla handakilerin ilgisini çekmişti çoktan. Perihan başkomiser ise orta yaşlı, topluca, kıvırcık saçlı bir kadındı. Neredeyse beş yıldır beraber çalışıyorlardı.

"Başka?"

"Altı aydır kirasını ödemiyormuş. Bu yüzden mal sahibiyle iki kez kavga ettiğini görmüşler. Arada müşterileri gelirmiş. Kocalarını takip ettiren kadınlar ya da müstakbel damatlarını daha iyi tanımak isteyen kız babaları."

"Eşi dostu falan?"

"Bir yakını var mı, bilen yok. Bazen gündüz vakti handa sarhoş gezdiği olurmuş. Amerika anılarını anlatıp dururmuş öyle zamanlarda. Kimseye bir zararı yoktu diyorlar."

Zararsız alkolikler daha da acıklı geliyordu kulağa. Demek ki şık New York polisi üniformasıyla çekilmiş fotoğraflar, rahmetlinin müşterilerini etkilemek için elinde kalmış son kozdu. Amerika’da polislik yapan Türkler olduğunu biliyordu Perihan. Gayrettepe’de onlardan hayranlık ya da kıskançlıkla bahsedilirdi. Ne var ki içlerinden birinin İstanbul’daki bir iş hanında can verdiğini daha önce duymamıştı. Yardımcısı Ayla’ya döndü tekrar.

"Bir düşmanı var mıymış peki?"

"Cesedi bulan kadının hatırladığı bir şey var. Bir buçuk ay kadar önce üç şahıs gelip onu sormuşlar. Siyah takım elbiseli, Güneydoğulu gençler. Talip Ersoy onlar gelmeden birkaç dakika önce hızla çıkmış ofisten. Sonraki iki hafta uğramamış. Döndüğünde de tedirgin ve ürkekmiş. O günden sonra daha çok içmeye başlamış."

"Bilgisayarına ve telefon aramalarına baksın bilişimdekiler. Hanın güvenlik kamerası kayıtlarını da alalım. Dedektiflik yapayım derken belki karanlık işlere bulaşmıştır."

"Başüstüne."

"Silahı varmış..." dedi, Perihan’ın yanına gelen Olay Yeri İnceleme amiri. İçinde bir 45’lik Sig Sauer olan kanıt poşetini gösteriyordu.

"Ruhsatlı mı?"

"Evet, ruhsatı ve tabancayı çekmecede bulduk. Seri numarasını da sistem doğruluyor."

Perihan saçma bir şey duymuş gibi çattı kaşlarını. “Silahı varsa niye kendini savunmamış?”

"Belki gafil avlanmıştır. O sırada sarhoştu belki de. Çekmeceden ayrıca üç bin dolar, Amerikan pasaportu ve şu çıktı."

"Demek ki beş parasız değilmiş..." diyerek Hulki’nin gösterdiği defteri aldı. Okul defterinin sayfalarına Amerikan gazetelerinden kesilmiş eski kupürler yapıştırılmıştı. 2006 tarihli kupürlerde dedektifin ve yine aynı siyahi polis kadının fotoğrafları görülüyordu. İngilizcesi yettiği kadar anlamaya çalıştı yazılanları. Bir kahramanlık hikâyesinden bahsedildiğini zor da olsa kavradı. Sonra yorulup Ayla’yı çağırdı, tercüme etmesini istedi.

"Polis memurları Talip Ersoy ve Clara Atkinson’un Brooklyn’deki bir benzinciyi soymak isteyen çeteyle çatışmaya girip yaralandıkları yazıyor başkomiserim. Sayelerinde soygun başarısız olmuş ama Clara Atkinson’un durumu ciddiymiş. Hastanede yaşam savaşı veriyormuş."

“Diğer haberde ne yazıyor?”

“Kadın bir hafta sonra ölmüş” dedi Ayla.

Birkaç saniye konuşmadan baktılar birbirlerine. Akıllarına geçen yıl Fulya’da beraber girdikleri çatışma gelmişti. Ayla omuzunda hâlâ o çatışmanın hatırası kurşun yarası izini taşıyordu.

Maktul Talip Ersoy 1996'da New York Polis Departmanı’na girmiş, 2007'de yurda dönmüştü...

Merkeze döndüklerinde ikisi de temmuz sıcağından bezmiş hâldeydi. Neyse ki odalarının kliması tamir edilmişti nihayet, iyi kötü serinletiyordu. Maktul Talip Ersoy’un nüfus kaydına baktıklarında 1968 Giresun doğumlu olduğunu gördüler. Oysa cesedi en az on yıl daha yaşlı görünüyordu. 1996’da New York Polis Departmanı’na girdiğinden beri Amerikan vatandaşıydı. 1994’te yurt dışına çıkmış, 2007’de dönmüştü. Kendisi çatışmada yaralandıktan, Clara öldükten bir yıl sonra.

Amerikan konsolosluğuna haber vermemiz lazım...” dedi Ayla’ya. “Maktul sonuçta vatandaşları. Sonra başımız ağrımasın.”

Ajanda günlük olarak kullanılmıştı. Bu devirde Ece Ajandası’na yazmak ancak dijital dünyaya güvenmeyenlerin harcıydı. İşlerinden ve müşterilerinden bahsetmiş, bazı sayfalarda para hesabı yapmıştı.

Perihan Amerikalıların devreye girmesiyle işlerin zorlaşacağından korkuyordu ama tam tersi oldu. Konsolosluk sayesinde New York Polis Departmanı’yla hızla bağlantı kurup Talip Ersoy’un siciline ulaştılar. Olay Perihan’ın tahmin ettiğinden de trajikti. Benzincideki çatışmada Clara’yı yanlışlıkla Talip vurmuştu. New York polisi bunu o zaman basından saklamayı başarmış ama Talip’in zihninden silememişti. Yaralanmasıyla ülkeden temelli ayrılması arasındaki yılda, iki kez psikiyatri kliniğinde tedavi görmüştü. Sonra İstanbul’a dönmüş, bir güvenlik firmasında üç yıl çalıştıktan sonra kendine özel dedektiflik ofisi açmıştı.

Ertesi gün Perihan tekrar gitti Kurtuluş’taki iş hanına. Cinayet mahalline sonradan bir kez daha uğramak âdetiydi. Ortalık sakinken Olay Yeri başka şeyler fısıldıyordu. Bakımsız ofiste nereye bakacağını, neyi kurcalayacağını bilmeden yarım saat geçirdi. Kirli halıdaki kan izlerine, koltuktaki içki lekelerine baktı. Parmak izi tespit ederken kullanılan kimyasallar hâlâ duruyordu. Sonra duvardaki o fotoğrafa takıldı gözü. Polis balosunda gülümseyen Clara ve Talip’e. İçgüdüsel bir şekilde gidip çerçeveyi kaldırdığında, ayakkabı kutusu büyüklüğünde bir boşlukla karşılaştı. İçine iki yüz elli gram kadar esrar konmuştu; bir de o yılın Ece Ajandası. Zulasını en mantıklı yere saklamıştı dedektif.

Ajanda günlük olarak kullanılmıştı. Bu devirde Ece Ajandası’na yazmak ancak dijital dünyaya güvenmeyenlerin harcıydı. İşlerinden ve müşterilerinden bahsetmiş, bazı sayfalarda para hesabı yapmıştı. Bazen Türkçe bazen de İngilizce. Sayfa kenarlarında küçük çizimler vardı. Fena değillerdi üstelik. Dedektifin yazısı bazen inci gibiydi bazen de bozulup doktor yazısına dönüşüyordu. İkincilerin adamın sarhoşken karaladıkları olduğunu düşündü Perihan. Onlar daha kişisel ve duygusal notlardı. Hayatın iyi davranmadığı birinin hezeyanları.

Aradığını mayıs ayının sayfalarında buldu. Kız kardeşini arayan Urfalı bir müşteriden bahsediyordu. Celayir Şenova dedektife kızı bulması karşılığında üç bin dolar teklif etmişti. Tek şartı vardı: Talip kızı bulacak ama onunla kesinlikle konuşmayacaktı. Hemen yerini haber verecekti. Gözü adamı tutmasa da işi kabul etmişti. O parayla kira borcunu ödeyecekti. Ne var ki sonraki sayfalarda işin sarpa sardığı görülüyordu. Kızı bulduktan sonra talimatı dinlemeyip onunla konuşmuştu Talip. Urfa’daki ailesinin Derman’ı öldürmeye karar verdiğini, abisinin bu yüzden peşine düştüğünü öğrenmişti. Derman sevdiği adamla Hollanda’ya kaçma planı yapıyordu. Her şey ayarlanmıştı. Çiftin tek ihtiyacı biraz zaman kazanmaktı. Kendisine yalvaran kıza kıyamayan Talip çabuk yapmıştı seçimini. Onu bulduğunu bildirmemiş, her gün başka şeyler uydurarak Celayir’i oyalamıştı. Ta ki Amsterdam uçağına kızı sağ salim bindirene kadar.

Aşiretin yolladığı üç adam ertesi gün dayanmıştı kapısına. Hana girdiklerini Talip pencereden görüp son anda kaçmayı başarmıştı. Haftalar böyle geçmiş, sonra bu kaçış dedektife dayanılmaz gelmeye başlamıştı. Yakalanmak korkusuyla işini yapamadığı için para da kazanamaz olmuştu zaten. Sonunda o gece ofiste kalıp cellatlarını beklemeye karar vermişti. En yakın dostu Jack Daniels ile beraber.

"Buraya kadar...” diyordu son sayfada. “Clara’yı öldürerek başlayan hikâye Derman’ı yaşatarak bitsin.”

Celayir Şenova’nın telefonu maktulün arama kayıtlarında vardı. Aksaray’da bir otelde kaldığı tespit edilmişti. İş hanındaki güvenlik kamerası da kimliğini doğruluyordu. Esenler Otogarı’nda Urfa otobüsüne binmek üzereyken gözaltına alındığında suçunu inkâr etmedi. Hatta yakalandığı için rahatlamışa benziyordu. Sorgu odasında Perihan adamın pişmanlık falan duymadığını anladı. Celayir böyle duygulardan uzak yetiştirilmişti.

"O dedektifi hiç gözüm tutmamıştı zaten...” diyecekti Derman’ın abisi son olarak. “Herife parayı kaptırmasam iyiydi. Şu hayatta kendi işini kendin göreceksin."

Tuna Kiremitçi
Polisiye
Öykü
Edebiyat
Perihan Komiser
Sayı 013

BENZER

Küçükçiftlik Park'ta temmuz ayında İstanbullular için hem tiyatro hem müzik var.
1851.studio fotoğraf stüdyosunun ve lebriz.com web sitesinin kurucusu, bilgisayar mühendisi Kerim Suner, yüreğinin peşinden gidip artık hemen hemen hiç kullanılmayan bir fotoğraf tekniğini Türkiye’de uygulamaya başladı. Tarihî bir teknik bu; fotoğrafı 19. yüzyılda çekmişsiniz gibi bir sonuç veriyor.
İstanbul’a su getirmek için Bizans döneminden kalma suyollarını hayata geçiren ve Kırkçeşme suyolunu da canlandıran Mimar Sinan’ın mezar taşına “suyu akıtan adam” diye kayıt düşülmüştür. Onun izinden giden usta mimarlar şehrin çeşme kültürüne katkıda bulundular. Meydan çeşmelerinden sakalara ve çeşme başı kavgalarına, eski İstanbul’un çeşmelerini anlattık.