Gonca Vuslateri, senaryosu için 9 – 5 vardiyasında çalışır gibi ter döktüğü Cenazemize Hoş Geldiniz filminin seyirciyle buluşacağı günü iple çekiyor. 3 Kasım’da gösterime girmesi planlanan filmin heyecanına ortak olduk, hikâyesini Vuslateri’den dinledik. Onunla buluşmuşken çocukluğunu, öğrencilik yıllarını, İstanbul’u, canlandırdığı popüler karakterleri de konuştuk.
Hikâyeye en baştan başlayalım. Babanın görevi nedeniyle Adana İncirlik Üssü’nde Amerikalılarla geçen ilk çocukluk dönemi. Bayağı da eğlenceli bir çocukluk…
Ailede çok asker var. Annemin babası, dedem, amcalar. Dedem emekli olduktan sonra Bursa’ya yerleşmişler. Ben de Bursa’da doğmuşum. Daha sonra babamın görevi dolayısıyla Adana-İncirlik’e taşınmışız. İlk çocukluk anılarım oraya ait. Aslında korunaklı bir lojman orası, askerîye. Bütün hayatı oradan ibaret zannettiğim bir çocukluk. İçerisi aynı Amerika. 2 katlı garajlı evler, geniş kaldırımlar, çimler, hep tanıdık plakalar, sabahları koşan insanlar. Çocuk gözünden söylemem gerekirse hayatın o kadar bir yer olduğunu zannediyorsun. Cadılar Bayramı zamanı büyük prodüksiyonlar yapılırdı. Sanki Scream filminin içindeymişsiniz gibi. O geceler pek dışarı çıkmak istemediğimi hatırlıyorum. Biraz gerilirdim ve en az şekeri ben toplardım. 91-92 yılları. Babam radar operatörüydü. En sevdiğim şeylerden biri babama yemek götürme bahanesiyle radara girmekti, bütün tuşlarla oynamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Çok eğlenceli zamanlardı. Lojman dışında bir okulda okuyordum. Askerlerin eşlik ettiği otobüslerle okula giderdik. Önce asker inerdi, arkasından biz. Diğer bütün öğrenciler bize bakardı.
Amerikalı ve Türk çocuklar beraber mi oynuyorlardı?
Evet hep birlikteydik. İngilizce öğrenmek kolaydı. Kıra döke çözüyorduk. Kimse şunu yanlış söyledin, o öyle telaffuz edilmez demezdi. Amerikan filmleri hemen gelirdi. Birinin evinde toplanılıp Bodyguard izlediğimizi hatırlıyorum. Bazı Amerikalı askerler nizamiye dışından birileriyle evlenirdi. Adamın adı Michael karısının adı Gülsüm olurdu. 10 yaşına kadar lojman hayatı yaşadım. Tabii top, tüfek, tank hep hayatımızın içindeydi. Ama ergenlik dönemimde lojmanda yaşamak istemezdim zaten.
Oradan çıktıktan sonra nasıl değişti hayat?
Tekrar Bursa’ya taşındık. Çok zor oldu. Uzunca bir süre “Bu çocuk çok hareketli, hiperaktif. Bir durduğu yok bu çocuğun. Okulda devamlı ağaca çıkıyor” diye anneme şikâyet etmişlerdi. Annem de derdi ki “Evet çünkü benim çocuğum hep dışarıda arkadaşlarıyla oynadı. Hep ağaçlara çıktı.” Hep beni savunurdu. Dut ağacından ipek böceği için yaprak toplamak, o ipek böceklerinin büyümesini izlemek falan çok hoşuma giderdi.
Daha çok küçük yaşlardayken annen seni tiyatrocu, ablanı müzisyen yapmaya karar vermiş. Annen neden böyle bir şey istemiş?
Bizim evde özellikle babam çok kitap okurdu. Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Yılmaz Güneyler vs. Babam aynı alışkanlığı anneme de kazandırmış. Zaten 18 yaşlarında evlenmişler. Daha sonra annem babamı geçiyor okumada. Evde büyük bir sessizliğin olduğu, herkesin aynı anda kitap okuduğu zamanları hatırlıyorum. Annem, tiyatro izlemeyi çok seviyor. Genco Erkal, Yıldız Kenter ve Müjdat Gezen, Cenk Koray hayranı. Büyüdük, İstanbul’a geldik. Ablam ilk başlarda İTÜ Devlet Konservatuarı Temel Bilimler’e girmeye çalıştı ama olmayınca MGSM Hafif Batı Müziği’ne kaydoldu. Ben de o dönem lisedeyim. İstanbul Üniversitesi’ne hazırlanıyorum ama sınavın tarihini kaçırdım. Ardından MGSM sınavlarına hazırlanmaya başladım ve kazandım. Ama ilk yıl bütünlemeye kaldım. Şok oldum. Orada da bana çok hareketli, hayta, boyundan büyük oyunlar seçiyor, tiyatronun ağır külfetini kaldıramayabilir dediler. Bence aslında demek istedikleri, “Bu kız deli mi?” idi. Bunu anlatmamın asıl nedeni temel eğitimin ne kadar önemli olduğu. Sokakta oynamanın da temel eğitimin bir parçası olması gerektiğini düşünüyorum. Ağacın tepesinde oynayan kızı yere bastırınca biraz sıkıntılı bir öğrenci olmuş yani. Müjdat Hoca bir gün dedi ki “Sen 1 adım at hayat sana 3 adım atar. Bazen hayat insan için bir şeyleri kolaylaştırır bazen insan hayat için bir şeyleri kolaylaştırır. Okul da askerlik gibi bitecek. Nedir ki yani?” Bu beni çok motive etti. Sonra iyi bir öğrenci oldum onlara.

İstanbul macerası nasıl başladı?
98’de ben orta sondayken ablam da yetenek sınavlarına hazırlanacağı için İstanbul’a taşındık. Annem ve babam boşanmıştı. Anneannemin yanına Göztepe’ye taşındık. Uzun yıllar hep o civarlarda oturduk. Düşünsene, ergenliğimde Fikirtepe’de oturdum. Haytalığın ekmeğini orada yedim hep. O zamanlar belalı bir yerdi. Hâlâ görüştüğüm arkadaşlarım var oradan. Bayağı serserilerdi. Ben tiyatro kursundayken resitallerim olurdu. Hep Fikirtepe’den bir güruh gelirdi izlemeye. Hatta içeride “birtakım serseriler dadandı buraya” diye konuşulmuştu bir keresinde. “Onlar benim abilerim, misafirlerim. Tiyatro izlemeye geldiler” demiştim. Oyun bitince stadyumdaki gibi tezahürat yapmışlardı.
Öğrencilik hayatın nasıldı?
4 kişi ev tutmuştuk. Müjdat Hoca bir gün sormuştu “Evde kim kim yaşıyorsunuz?” diye. “Bir Kürt, bir Rum, bir Kıbrıslı, bir de Türk yaşıyoruz” demiştim. O da “Bu 4 hayta bir arada yaşıyorsa bu ülkede sıkıntı çıkmaz” demişti. Kimin durumu kötü olursa onu eve alırdık. Parası yoksa vermezdi. Kazandığı zaman kiraya dahil olurdu. Küçük paralar kazanıyorduk. Minik rollerde oynadım, canlandırmalarda oynadım, insanların dalga geçtiği işlerde oynadım. Haydarpaşa Gar meyhanesini çok severdim. Kötü işte oynamışsam merdivenlerinde oturur, iyi bir işte oynamışsam Bağdat Caddesi’ne parayı yemeye giderdim.
Tiyatrodan para kazanmaya ne zaman başladın?
Bana Mastikayı Çalsana oyunuyla başladım. Konservatuvarın son senesinde Ayşe Nil Şanlıoğlu’nun yönettiği bir Çingene müzikaliydi. Şükran Ovalı’yla beraber dersten kaçıp seçmelerine girdik ve kazandık. Hatta Şevket (Çoruh) Hoca’nın dersini kırıp gitmiştik ve epey bir fırça yemiştik kendisinden. İlk kez orada hem genç hem yaşlı rolünü oynamıştım. Çok eğlenceliydi. İlk kez profesyonel oyuncularla, hocalarımla sahneye çıktım. Okulda da çok güzel bir döneme denk geldik, benden bir üstte Şebnem Bozoklu, bir üstünde Enis Arıkan, bir üstünde Mustafa Üstündağ okuyor. İlker Ayrık asistan.
Konservatuvara girerken televizyona kapağı atacağım, çok para kazanacağım gibi düşüncelerin var mıydı?
Öyle bir şey hiç aklımda yoktu. O zaman Dostlar Tiyatrosu’nda oynayabilir miyim, Kenter Tiyatrosu’na girebilir miyim gibi şeyler vardı kafamda. Zaten bizim zamanımızda öyle özenilecek bir yanı da yoktu, konu da bu değildi. Arada TV’den iş teklifi alanlar elbette vardı. O dönem yeni kurulan BKM Mutfak’a okuldan da geçiş yapanlar oldu. Onların da derdi Yılmaz Erdoğan ve Demet Akbağ gibi ustaların var olduğu bir çatı altında olmaktı. Ustaların okulları sığınak gibiydi. Onların bir aferini paha biçilemez.
Peki zamanla “para kazanmak için televizyona geçiş yapmak lazım” düşüncesi hiç gelmedi mi, böyle bir çaban olmadı mı?
Mezun olduktan 2 sene sonra Dot Tiyatro seçmelerini kazandım. Çok prestijli bir özel tiyatroydu, çok fazla yapımcı, menajer, sektörden insan oraya gelirdi. O zaman bazı teklifler gelmeye başladı. Dot’un yöneticileriyle “Şimdi param yok diye bu teklifi kabul etmeli miyim? Var olmam gereken yer bu mu?” gibi istişarelerde bulunurduk. Ekonomik olarak da bana çok destekte bulunmuştur Özlem Daltaban.
Çok parasız kaldın mı o dönemde?
Tabii ki kaldım. Ben ilk meşhur olduğum zamanlar bu parasız kalma hikâyelerini anlatmıştım. Google’ladığın zaman bu haberler sık çıkıyor. Şimdi dönüp bakınca bazı anlatımlarım, gençliğin de verdiği enerjiyle, çok ajitasyon geliyor. Keşke bazı cümleleri kurmasaymışım, o röportajlarımı okuyan gençleri daha sakinleştirecek şeyler anlatsaymışım diyorum ama kendim için değil. Neticede ekonomik durumu iyi olmayan, üniversitede okumaya çalışan binlerce genç var. Üzülmeyin. Biz de ağladık diye olmadı. Çok çalıştık çabaladık.

Televizyonda diziler nasıl başladı?
Dot’tayken teklif geldi. Birileri beğendi, birileri önerdi, birileri anlattı. İlk kez Aliye’de küçük bir rol aldım. Bana 3-4 sahne yazılacaktı. Bir gün Ayfer Tunç aradı, “Çok küçük bir rol ama her bölüm sana ufak tefek bir şeyler yazmak istiyorum. Senin de aklına bir şeyler gelirse bana söyle” dedi. Nejat İşler sahneye girecek, ben onun yanında temizlik yapacağım. Ne yapabilirim acaba diye devamlı bir şeyler üretmek istiyordum ama sanatımı görün değil, ben parayı göreyim diye. (Kahkahalar) 400 lira haftalık alıyordum. Çok kral bir paraydı. Evde 5 kişiyiz, kira kişi başı 70 lira. Sen düşün.
Hiç Tezgah’a gider miydin paraları yemeye? (Tezgah, 2010’lu yıllarda Nejat İşler’in ortaklığıyla daha popüler olan, aslen bir sahaf/kitabeviydi, alt katı bar olduğunda İşler ara sıra DJ kabinine geçerdi)
Nejat o zaman abiydi. Bizim gıptayla baktığımız, “ay ne yakışıklı” dediğimiz biriydi. Herkes hayran adama. O hiç yüz vermez, muhatap olmazdı. “Hadi evine” der gibi bir bakışı da vardır onun. Bir gün Mojo’da karşılaştık. Cesaretimi toplayıp yanına gittim, selam verdim. “Senin ne işin var dışarıda bu saatte” dediği an koşa koşa sarı dolmuşlarla evime gitmiştim. Ama sette göreceğim ya onu. Bir ezberimi şaşırsam “E gece barlarda gezersen böyle olur” dese ben ne yaparım diye panik olmuştum.
Herkesin seni tanıması Yalan Dünya ile oldu ama, değil mi?
Yalan Dünya, Plato Film tarafından çekiliyordu. Çok iyi bir çalışma ortamı vardı. Dinlenme odaları, kişisel alanlar. Bir kamp gibiydi. Çok usta oyuncular, çok çok iyi bir yazar ve çok iyi bir ekiple çalıştım. Aslında “Eylem” rolüyle başladım. Sonra ben bir hikâye anlattım orada, o hikâyenin üstüne yapılan konuşmalar, setin içinde karaktere dönüşmesiyle “Vasfiye Teyze” karakteri ortaya çıktı ve Gülse Birsel bana böyle bir kapı araladı. Gecenin 2’sinde beni aramıştı bu karakter mutlaka devam etmeli diye. Ama ben nasıl ön yargılıyım kendime. Nasıl yapacağım diyorum. Vasfiye’nin kalkıp koltuktan yürüdüğü gün, nasıl yürümeli diye sete 4 saat önce gittim, kostümümü giydim, makyajımı yaptım, ona çalıştım. Çok eğlenceliydi aynı zamanda.
“Bu iş tamamdır”ı o zaman mı fark ettin?
Vasfiye Teyze’den sonra herkesten tebrik telefonları gelmeye başladı. Cihangir’de bir kafede bahçede oturuyordum. Ayakkabılarımı çıkarıp ayaklarımı taşa bastım ve dedim ki “Ben başarılıyım.” Sonra da arkası geldi. Sadece politika yazan köşe yazarlarının yazmasından tut tişörtlere, magnetlere kadar her yerde “Ne çektin be!” vardı.

Vasfiye’den sonra hayat nasıl değişti?
Vasfiye ile tanınınca acaba nasıl roller gelecek diye düşündüm. Çünkü birinin en başarılı olduğu rol üzerine yapışır, Erol Taş gibi. Eyvah, dedim, nasıl olacak. Kim diyecek ki buna bir çocuklu anneyi oynatalım, ne ağlatır seyirciyi diye… Derken Fatih Aksoy’un devreye girmesi benim için bir milattır. Bana Anne diye bir dizi yapacağım, çocuğunu çöpe atan gamsız anne olacak, 11 bölümün hikâyesi net diye anlattı. Eğer çok beğenilirse acaba beni linç ederler mi, acaba benim yanıma güvenlik mi verseler diye konuşurken dizi başladı ve Twitter yıkıldı “Vasfiye’yi unuttuk, bravo, bu nasıl oyunculuk!” diye. Bence asıl kırılma noktası buydu.
O dönemler gazetede köşe yazıları yazmaya başlamıştın. Röportaj öncesi epey bir yazını okudum. Hepsi de üzerinde çalışılmış, özenle yazıldığı belli olan yazılar.
Ulus’ta oturuyordum o dönem. Sağlam bir kütüphanem vardı. Kendim için öyle çok çok okudu diyemem ama okumayı bekleyen kitaplar da hep evimde beklerdi. Kitapları ihmal edeceksem evimde olsun öyle ihmal edeyim diye düşünüyorum. Kitapla aşk yaşayan biriyim. Yazmaya başlayınca “şimdi başlıyor işte” dedim. Kileri küçük bir kütüphane hâline getirmiştim, köşe yazarken 7-8 saat çıkmıyordum oradan. İyi de gitti. Emeğimin karşılığını aldım, yazılarımın karşılığını aldım. Biriktirdiğim şiirlerim vardı. Onları çıkarmak istedim. Artık bağım kopuyordu onlarla. Özellikle Füruğ Ferruhzad gibi İranlı kadın şairlerin şiirlerini çok okuyordum. Onlara özenerek kelimelerin fışkırmasıydı benimki o dönemde. Manik Serçe (2016) isimli bir şiir kitabı çıkardım.

Şarkı da söylüyorsun. Sezen Aksu imzalı şarkı çıkardın. Tuna Kiremitçi’yle bir düetin var. Zaten her katıldığın şovda bir Sezen Aksu taklidi de istiyorlar senden. (Gülüşmeler)
Boşandıktan sonra, 1-2 aylık bir dönemde Sezen Aksu’nun evinde yaşadım. İzahı olamayacak, hayal edilemeyecek kadar güzel bir dönemdi. Çok üzüntülü bir dönem olmadı benim için sayesinde. Hep yanında, stüdyoda vakit geçirdim. Yazdığım yazıları önce o okudu. Üzerine konuşurduk. Hele bir Atatürk yazım vardı, bütün gece çalışmıştık yazının üstüne beraber. Kütüphanesini karıştırmak çok keyifliydi. Bir gün bir şarkı çıktı. Bana çok hitap ediyordu. 2 sene kaldı bende şarkı. Sonra Doğan Duru (Redd) ile şarkıyı yaptık hem ortaokul hem konservatuvardan arkadaşım olan Bala Atabek klibini çekti. Aykut Gürel de en baştan beri projeye dahildi. Yaptık, Sezen Hanım’a gönderdik arkası gelmedi şimdilik. Ama ileride bir şeyler yapacağım tabii.
Yeni nesil oyuncular hakkındaki görüşlerini merak ediyorum. Çok güzeller ve çok yakışıklılar. Bugün yapımcıların gözünde oyuncunun Instagram’daki takipçi sayısı ve etkileşimi bile tercih sebebi olabiliyor. Sen nasıl görüyorsun?
Tam olarak analog dönemin dijital çağın altında kalması aslında bu. Proje toplantılarına giriyorum. Kimi zaman hikâyeyi omuzlayan bir karakter oluyorum, kimi zaman hikâyenin bir yan karakteri. Ben önüme gelen karakteri omuzlamak ve kaptan oymuş gibi hareket etmek zorundayım. Bence eğitim şart. Set işçisi için yönetmenin çabasına saygı için şart. Çünkü takipçi sayısı fazla diye biri yönetmen olamaz, görüntü yönetmeni olamaz, ışıkçı olamaz. Takipçi sayısı çok olduğu için projeye dahil edilmiş bir oyuncunun ne kadar etkileşimi olsa da dizinin içinde, kolektif zincirin içinde zayıf halka gibi kaldığını, bu yüzden de ekstra eğitime ihtiyaç duyduğunu, başrol oyuncusu olsa bile setin dışında 3 tane hocayla çalışmak zorunda kaldığını biliyorum. Sevgili kardeşlerim, çekmişsiniz mis gibi reklamlar, paranızı kazanmışsınız, her türlü imkânınız var. Etkileşimin daha da artmış sosyal medyada. Bu bir kapıdır. Kendini dışarıdan ne kadar iyi yetiştirirse kendisi ve çevresi için o kadar faydalı olur.

Şimdi seni son dönemde en çok heyecanlandıran olaya gelelim. Kendi filmini yazdın ve oynadın. Ailenden birinden esinlenerek bir karakter oluşturdun. Filmin adı Cenazemize Hoş Geldiniz. Anlatır mısın bize filmini?
Annemim halasından esinlendim. Kendisi hâlâ hayatta. Henüz filmi izlemedi ama ona sürpriz yapacağız. Pandemiyi yeni atlatmıştık. Ben Sıcak Kafa’yı çekmiştim. 2-3 tane de film çektim. 7-8 ay bir boşluk oldu. Ne yapacağız, pandemi bitti mi, dünya nereye gidiyor, biz ne oluyoruz, ülke ne olacak diye depresyonlardayken benim 2016’dan beri çalıştığım, artık baba-kız gibi olduğumuz Fatih Aksoy’la dışarıda buluştuk dertleşmek, konuşmak için. Sohbet muhabbet derken biraz duygusallaştık, ailevi problemlerden bahsettik. O bir çocukluk anısını anlatıyor, kahkahalarla gülüyoruz. Ben annemin babaannesi Atike Hanım’ın cenazesini anlattım ona. Hayatımda ilk kez orada görmüştüm. Küçük yerlerde aileden biri vefat ederse –morg olmayan yerlerde– bir buzdolabının eve getirilmesi, prize takılması, vefat edenin içine konulması gibi olaylar var. Dualar okunur, yemekler yenir. Birtakım konular açılır. O gün konuşulmaması gereken bir konu denk gelir. Bir ayıp açılır, o ayıp kapatılır. Bizim Hendek’te bunlar çok yaşanırdı. Ben de bunları anlattım ve çok güldük. Onun üzerine Fatih Aksoy, “Gonca, sen film yazmak zorundasın. Bana anlatırken az önce 8 kişiyi oynadın ailede. Elinde 8 karakter varsa bunları yazabilirsin” dedi ve sonra ben bunları 14’e tamamladım. Dedim ki, ben yazamam. Gülse Birsel’den öğrendiğim bir şeydir. Senaryo bir mühendislik bir matematik işidir. Ben bir senarist değilim. Tabii ki evime bütün senaryo yazım kitaplarını aldım Türkçe, İngilizce ama pratikte karşılığı yok. Fatih Aksoy “sen anlatacaksın, o toparlayacak” diyerek senaryo yazmayı bilen, okulunu okumuş biriyle çalışacağımın haberini verdi. İşte o zaman “oh be” dedim. O esnada Marmara Üniversitesi mezunu Doğacan Perkün’le buluştuk. Çok genç, çok yetenekli. Ben zannediyorum ki anılarımı anlatacağım ve bir senaryo önüme gelecek. Vay be, senaryo ne hikmetmiş falan. O sırada yapımcılarımızdan çok tecrübeli bir isim olan Meltem Hanım devreye girdi ve benim hayatımı kurtardı. Bize bir ofis açtılar. Öyle hiç ilham bekleyen kuşlar gibi evde toplanalım da komik bir şey yazalım demedik. Her gün sabah 11’de işe gittik ve başımızda Meltem Hanım 18.00’e kadar çalıştık. 4 ay muazzam bir çalışma yaptık. Fatih Aksoy senaryoyu yoğunluktan okuyamadı. O okuyana kadar 12 revizyon yaptık. Ek sahneler, karakterler. Ben o ailevi hikâyeyi aldım ve o bir senaryo oldu. Ailemi anlatmadık, biz başka bir şey anlattık. Vefat edenin vefatını anlatmaya doyamayan, mevzuyu iyice ajite eden gizli Vasfiyeleri yazdık. Gurbetçi akrabaları yazdık. Eve geç kalan, vefat eden kişinin son sözünde onu sayıkladığı söylenen ve bir ömür vicdan azabı yaşayan birisini yazdık.
Göztepe dedin, Fikirtepe dedin, Cihangir var. İstanbul’la ilişkin nasıldı, şimdi nasıl?
İstanbul’da büyümedim, İstanbul’da olgunlaştım. Çalıştım, paramı kazandım. Başka ülkelere gittim, 6 yıl gibi uzun bir süre kaldım hatta. Hep duyardım, bir sürü şehir gezdim dünyada, hiçbiri İstanbul gibi değil denir ya… Belki buraya çok alıştığım için, bilmiyorum. İstanbul’un tarihiyle, hikâyesiyle dünyadaki ender şehirlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Bir trajediyle bir kutlamanın aynı merdivene denk geldiği bir şehir burası. Tüm duygularıma karşılık veren bir şehir. Her köşesiyle korumaya hak gördüğüm bir şehir. İyi bir İstanbul koruyucusuyum. Cihangir’in bende ayrı bir yeri var. Gençliğim var, umudum var, öğrenciliğim var. Dürüst olmak gerekirse 5-6 sene önce neymiş bu Ankara Antlaşması diye bir düşünmüştüm. Biraz da kaderciyim, büyüdükçe öyle oluyorum. Hayatın önüme çıkaracağı yolları bilmiyorum. Hayat bana nasıl kararlar verdirecek, onu da bilmiyorum. Büyük konuşmak istemiyorum ama benim en büyük resmim İstanbul. Bir gün Ara Güler’e sarılarak öptüğüm zaman İstanbul’u öptüm demiştim.