1940’ların başında Ruhi Su, Ahmet Kutsi Tecer’in evinde Âşık Veysel’le karşılaşır. O sıralar daha yeni türkü söylemeye başlamıştır. Konservatuardaki opera eğitiminin de etkisiyle, benzersiz bir söyleyişi vardır. Âşık Veysel gibi büyük bir usta karşısında kendini sınamak ister ve saz eşliği olmadan bir türkü söyler. Hangi türküyü söylediğini bilmiyoruz ama Veysel’in dinledikten sonra ne dediğini bizzat kendisi anlatıyor: “‘Efendim’ dedi, dağlarda bir çiçek olur, onu alır şehre getirirsin, güzel saksılarda, güzel topraklar içinde yetiştirir, geliştirirsin. Belki daha güzel bir çiçek olur, ama o eski kokusunu belki duyamayız.” Ruhi Su ilk önce biraz gücenir, gereken dersi çıkarmak için bunun üzerine düşünür ama nihayetinde tuttuğu yolun yanlış olmadığı sonucuna varır. Aldığı müzik kültürü ve ses eğitimiyle onun görevi zaten o başka çiçeği bulmaktır çünkü. Kendi deyişiyle, o “gelişmiş başka çiçeği.”
Ruhi Su’yu tam 39 yıl önce 20 Eylül 1985’te uğurladık. Bugün bile tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeyen, her biri sanki ilk kez söyleniyormuş izlenimi uyandıran türküleri, bize o çiçeğin kokusunu duyurmaya devam ediyor. Ruhi Su hep bu toprakların çiçeğini aradı ama bir o kadar da kimseninkine benzemeyen bir çiçek. Ruhi Su bu arayışta sanatını egemenlerin beklentilerine göre şekillendirmeyi reddetti, ruhsuzlaşmış kalıpları sürdürme kolaycılığına kapılmadı, bedel ödemekten çekinmedi. Bu yüzden şahsiyetli, dopdolu ama bir o kadar çileli bir hayatı oldu.
TOHUM FİLİZLENİRKEN
Ruhi Su’nun hikâyesi Adana’daki öksüzler yurdunda başlar. Yerinden yurdundan edilmiş, yoksul ve öksüz bir Anadolu çocuğudur. Müziğe olan yeteneği ilk burada keşfedilir. 1924 yılında kurulan Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi’nin 1925’te öksüz yurtlarına bir yazı göndererek müziğe yetenekli çocukların Ankara’ya gönderilmesini talep etmesi, Ruhi Su’nun hayatında bir dönüm noktası olur. Gerçi Ruhi Su, kahredici engeller, türlü yoksulluk ve yoksunluklar sebebiyle hemen Ankara’ya gidemez ama yine de bu dönemi boş geçirmez, Adana Müzik Öğretmen Okulu’ndaki öğretmeni Avusturyalı kemancı Erwin sayesinde, çok genç yaşında Batı müziği kültürü edinir. Genç Cumhuriyet’in Batı müziğini esas alan yeni eğitim kurumlarında kendine yer bulabilmesi için şarttır bu. Nihayet Ankara’daki Musiki Muallim Mektebi sınavlarını kazanır ve 1936’da başarıyla mezun olur. Aynı yıl, Ankara Devlet Konservatuarı’nı kazanır ve kendi ifadesiyle “Bizim ülkemizde hiç geçmişi olmadığından kimsenin girmek istemediği” Opera Bölümü’ne girer. Cumhuriyet’in resmî müzik politikasının en somut hedefinin bir Türk operası yaratmak olduğunu düşünürsek anlamlı bir seçim yapar. Türküler konusundaki ilk bilinçlenmesinin de Devlet Konservatuarı’nda başladığını söyler. Bu da şaşırtıcı değildir çünkü dönemin resmî müzik politikasına göre modern Türkiye’nin ulusal müziği, halk müziği ezgilerinin derlenerek Batı müziği tekniğiyle işlenmesi yoluyla yaratılacaktır.
Türkiye’nin ilk konservatuarının ilk öğrencilerinden olan Ruhi Su, mezuniyetinin ardından 1940’larda Halkevleri’nde türkü resitalleri verir, radyoda (politik baskılarla birkaç yıl sonra sona erdirilecek olan) “Bas Bariton Ruhi Su Türkü Söylüyor” adıyla çok beğenilen programlar yapar ve 1952’de tutuklanana kadar müzik öğretmeni ve opera sanatçısı olarak çalışır. Kısacası Ruhi Su’nun hayatının ilk dönemi, büyük ölçüde, resmî müzik politikasının idealleri doğrultusunda şekillenmiştir. Bir an için durup Ruhi Su’nun ete kemiğe büründürdüğü şu çarpıcı imgeye bir bakalım: Van’da doğmuş, annebabasını küçük yaşta kaybetmiş, opera eğitimi almış ve türkü söyleyen bir öksüz. “Kimsesizlerin kimsesi” olan Cumhuriyet’in ilk konservatuarını birincilikle bitirmiş. Sahnelerde opera, radyoda ve Halkevleri’nde türkü söylemiş. Resmî müzik politikasının ideallerini tek bir kişide somutlaştıracak bir roman kahramanı yaratmak istesek herhâlde bundan iyi bir tip bulamazdık. Mark Twain’in dediği gibi: “Gerçek kurgudan daha acayiptir. Kurgu olabilirlikleri gözetmek zorundadır, gerçeğin öyle bir zorunluluğu yoktur.” Ne var ki bu imge çok geçmeden Soğuk Savaş’ın hoyrat ve acımasız duvarına toslayacaktır.
MAHSUS MAHAL DERLER…
Ruhi Su önce 1945’te radyo dünyasından dışlanır. Egemenlerin ehlileştirilmiş bir folklor malzemesi, çoksesli müziğe esin verecek bir ham madde olarak gördüğü türkülerin en canlı, ele avuca sığmaz ve sivri taraflarının peşine düştüğü için. 1950’lerdeyse fikirlerinden dolayı tabutluklarda zulüm ve işkence görür, işinden olur, mesleğini icra etmesi engellenir. Ruhi Su’nun ikinci ve daha kalıcı nitelikteki parlayışı 1960- 80 arasındaki sol yükselişten beslenir. Bu dönemde sola yönelen kitleler Ruhi Su’nun müziğinde hem daha ileri bir toplumsal düzene yönelişin hem de sınıf mücadelesi bağlamı içinde yücelttikleri halk değerlerinin bir ifadesini bulmuştu. Cumhuriyet’in eşit vatandaşlığa dayalı halkçı ideolojisinin mantıki sonucu olarak gördükleri şey onları radikal bir muhalefetin parçası hâline getirdi. Muhalif olmanın ilk adımı resmî ideolojiye gerçekten inanmaktır, diyen Zizek’i doğrular gibi. Cumhuriyet’in halkçı idealleri tam da devletin gündeminden çıkarken toplumun gündemine giriyordu.
Ruhi Su’nun klasik bir başyapıt icra eder gibi huşuyla ve ciddiyetle çalıp söylediği türküler, Batılı bir eğitimden geçmiş ve Cumhuriyet elitine mensup olan sosyalist aydınların bir kısmı için aslında halktan olduklarını göstermenin ve halkın değerlerini sınıfsal bir coşkuyla kutsamanın bir aracıydı. Ne var ki Ruhi Su, fikirleri ve sanatıyla bu aydın-halk ikiliğine de meydan okur. Yoksul bir Anadolu çocuğu olarak kendisini de halkın bir parçası olarak görür, tek fark iyi bir eğitim almış olmasıdır. Halkın bir parçası gibi gözükmek için mahallî icracıları taklit etmeye gerek duymaz. Şehirde yetişmiş, ciddi bir müzik eğitimi almış, entelektüel bir insan türküleri nasıl söylemesi gerekiyorsa öyle söyler. Okuma yazma bilmeyen mahallî âşık nasıl kendisi gibi söylüyorsa, konservatuarda opera eğitimi almış Ruhi Su da Ruhi gibi türkü söylemelidir. Mahallî icrayı taklit etmeye çalışan resmî kurumların standartlaştırıcı ve mekanik icra anlayışına ve halk müziğiyle ilgili yerleşik düşüncelere karşı ciddi bir itirazdır bu. Ruhi Su’ya göre halk müziği, halk denilen hayalî bir kolektif kişiliğin yarattığı, ortalama insanın kültürünü yansıtan anonim bir ürün değildir, onun da yaratıcıları vardır. Ulusal kimliğin kaynağını oluşturan soyut bir öz veya folklorik bir malzeme de değildir. “Sen türküleri halk gibi söylemiyorsun” diyenlere “Sümmani halk gibi mi söylüyordu, öyle olsaydı Sümmani tavrı mı olurdu” diye cevap verir. Türküleri bu hâliyle bırakmamalı, inkişaf [gelişme] ettirmeli diyenlere cevabı da ilginçtir: “Türküler gelişe gelişe bugünkü erişilmez sadeliğini bulmuş bir ifade vasıtasıdır. Türküler inkişaf edip senfoni mi olacak? Türkülerin inkişafa değil, inkişaf etmiş sanatçılara ihtiyacı vardır.”
RUHİ SU’NUN MÜZİĞİ
Ruhi Su’nun bir opera sanatçısı olarak saz çalmayı tercih edişi de çizgi dışıdır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında taşrayla yakın bir ilişkisi olmayan, eğitimli bir İstanbullu, genellikle Anadolu müzik kültüründen pek haberdar olmazdı. Haberdar olma ihtiyacı da hissetmezdi. Saz, belki folklorik bir değeri olan ama şehirliler tarafından küçümsenen, ilkel görülen bir çalgıydı.
Nâzım Hikmet’in 1921’de kaleme aldığı o meşhur dizeleri hatırlayalım: “Bana bak!/ Hey!/ Avanak!/ Elinden o zırıltıyı bıraksana!/ Sana, üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz yaramaz!/ Bana bak!/ Hey!/ Avanak!/ Üç telinde üç sıska bülbül öten üç telli saz/ Dağlarla dalgalarla kütleleri ileri atlatamaz!” Ruhi Su’nun elinde bu saz Türk halk müziğinin standartlaşmış, anonim bir ifadesi olmaktan çıkar, bir şahsiyet kazanır. Tamamen kişisel bir üslupla çalınan, zaman zaman çıkardığı ikinci ve üçüncü seslerle vokalin öncülüğündeki deneysel açılımlara eşlik eden bir konser çalgısı hâline gelir. Gerçi Ruhi Su sazı bir virtüöz çalgısı gibi ön plana çıkarmaz ama sadeliği içinde âdeta kutsallaştırır, saza daha önce görülmemiş bir ağırbaşlılık ve ciddiyet kazandırır.
Bu arada Ruhi Su’nun saz çalmayı konservatuardan sonra öğrendiğini de kaydedelim. Yani o dönemde popülerlik kazanarak şehre yerleşen Mahzuni Şerif, Neşet Ertaş, Âşık İhsani gibi isimlerden farklı olarak taşrada edindiği bir kültürü şehre taşımamış, şehirde edindiği kültür ve eğitimle halk müziğini keşfetmiş, anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Bu yüzden türkülere ve sazına akademik bir ilgi ve merakla eğildiğini söyleyebiliriz. Birçoğu tematik bir mantıkla hazırlanmış olan albüm ve konserleri, âdeta etnomüzikolog titizliğiyle yapılmış bir saha araştırmasına ve literatür çalışmasına dayanır. Otantik icraları yerinde tespit edip derlemeye önem verir ama albümlerinde bunları kendi üslubuyla yeniden şekillendirir, bir sanatçı olarak yeniden yorumlar.
Bir opera sanatçısı olarak Ruhi Su’nun geleneksel icradan çok uzaklaştığı düşünülse de bir ayağının hep geleneğin topraklarına sıkı sıkıya bastığını söyleyebiliriz. Boran Mert’in bu yıl yayımlanan bir makalesinde kapsamlı bir şekilde gösterdiği gibi Türk müziği makamlarına özgü sesleri yansıtabilmek için sazında özel koma perdeler kullanmayı tercih etmiş, zaman zaman âşıklar gibi sazın göğsüne vurmuş, ölçü bitmeden yeni müzik cümlelerine başlamış, kısacası her türküye kendi şahsi damgasını vursa da türküyü türkü gibi icra etmiştir. Türküleri bir Alman veya İtalyan’ın arya söylemesi gibi söylemeyi yanlış bulur. Bunun alaturka nağmelerle Tosca aryaları söylemekten bir farkı yoktur Ruhi Su’ya göre. Çoksesli müzikten yana olmasına rağmen türküleri halkın yadırgayacağı şekilde armonize etmekten uzak durur. Bazı takipçilerinin aksine müziği çağdaşlaştırmak uğruna Türk müziğinin kendine özgü perdelerini ve ezgi yapısını feda etmeye yanaşmaz.
Ruhi Su’nun davudi sesi, süslemelerden ve nağme yapmaktan kaçınan köşeli icra tarzı, göğüs sesini kullanması gibi icra özellikleri ve protest halk müziği kültürünün tarihsel kaynağı olarak Alevi müziğine eğilmesi kendisinden sonraki protest müzik geleneğini derinden etkilemiştir. Sadece türkü yorumcusu olarak değil, bizzat bestelediği “Mahsus Mahal”, “Sabahın Bir Sahibi Var”, “Ellerinde Pankartlar” gibi eserlerle de Türkiye’nin protest müzik kültürünün köşe taşlarından biri olmaya, meydanlarda hep bir ağızdan söylenmeye devam etmektedir. Ömrü boyunca gerçekleştirdiği tüm müzik kayıtları eşi Sıdıka Su ve oğlu Ilgın Su tarafından 20 CD’de toplanmıştır. 1975’te Dostlar Tiyatrosu içinde kurduğu ve ölümünden sonra Ruhi Su Dostlar Korosu adına alan koro, Türkiye’nin en uzun soluklu korolarından biri olarak 500’den fazla korist ve pek çok değerli sanatçı yetiştirmiştir.
Ruhi Su’yu tanımanın en iyi yolu elbette ki albümlerini dinlemektir. Dijital çağ, çeşitli platformlar aracılığıyla bütün bir külliyata ulaşmanızı mümkün kılıyor. Ruhi Su’nun fikir dünyasını daha yakından tanımak ve farklı perspektiflerden nasıl yorumlandığını görmek için de küçük bir külliyat oluşmuş durumda. İlk kez 1985’te yayımlanan Ezgili Yürek, Ruhi Su’nun yazı ve şiirlerini, yaptığı uzun röportajları ve hakkında yazılmış şiirleri bir araya getiriyor. 1986’da Mekin Dinçer’in Ruhi Su hakkında yazılmış yazıları bir araya getirdiği Ruhi Su’ya Saygı ve Füsun Akatlı’nın Bir de Ruhi Su Geçti adlı kitaplarını da kaydedelim. Ruhi Su hakkındaki ilk akademik kitap ise bu yıl Aras Yayınları tarafından Ulaş Özdemir, Belma Oğul ve Evrim Hikmet Öğüt’ün editörlüğünde yayımlandı. Benim de bir yazıyla katkı sunduğum bu kitapta müzikolog, sosyolog ve etnomüzikologlar Ruhi Su’yu çeşitli yönleriyle ve eleştirel bir bakış açısıyla inceliyor, Ruhi Su’nun bugün için ne ifade ettiğini anlamaya çalışıyor. Kısacası Ruhi Su hâlâ aramızda. Hayatı boyunca arayıp bulduğu o başka çiçeğin kokusu hâlâ taze. Ruhi Su’nun çiçeği Veysel’in dediği gibi o eski, “otantik” çiçekler gibi kokuyor mu, bilmiyorum. Bilmek de mümkün değil. Ama belki de soru yanlış çünkü o zaten başkasının değil Ruhi Su’nun çiçeği.