Sanatın pek çok dalında aktif olan çok yönlü bir sanatçısınız. Müzik, sinema, resim, edebiyat… Nasıl bir ortamda büyüdünüz?
Aslında harika bir çocukluk geçirdiğimi söylemek biraz şımarıklık olabilir ama öyle. Babam resimle uğraşıyor, abim resimle uğraşıyor, dayım Salâh Birsel evde, o da her şeyle uğraşıyor. Zaten onun odasında beş yaşındayken Fransızca sinema dergilerini karıştırmaya başladım. Sinema bende merak olarak o zaman başladı, on yaşındaysa sinema yönetmeni olacağıma karar verdim ve defterler tutmaya başladım. Sonra Salâh evden ayrıldı, Ankara’ya yerleşti. Yıllar sonra bir yarışma programına katıldım sinema dalında. Orhan Boran’ın yönettiği, sinemaya dair zor sorular soran çok kalite bir yarışmaydı. 1920 yılından bir yönetmen soruyorlar mesela. Orada rakibim ilk soruda takıldı, ben 11. soruya kadar geldim ve çok iyi bir para kazandım, o parayla da hemen kendime yeni bir gitar aldım. O programdaki başarımı görünce Salâh bana bütün Fransızca sinema dergilerini yolladı ve dedi ki “Sen başka bir yola girmişsin, bu dergiler artık senin.” Salâh Birsel’le temasımız abi kardeşten de öteydi. Bir dönem onun editörlüğünü de yaptım. Bir hoca, bir filozoftur benim için. Babam da aynı şekilde her şeyle çok ilgili. Bir şey olduğu zaman yazıyor çiziyor, bizimle ilgili şeyleri saklıyor, çok titiz bir insandı. Ailenin getirdiği bir şey, ben içinde serpildim. Bu çok önemli aslında. Ne istiyorsam yapabileceğimi bana ailem öğretti. Hep destek oldular. Bir sabah Salâh dizime vurarak ellerimle ritim tutuşumu duydu ve “Senin çok iyi bir kulağın var” demesiyle annem gitti bana taksitle gitar aldı. E tabii gitar dersi alacak paramız çıkışmadı. Sadece bir gitar dersi aldım ve onun üzerine çabalayarak kendimi geliştirdim. İşte yarışmadan sonra da gidip hemen kendime iyi bir gitar aldım.

O zaman müzik daha mı ağır basıyordu?
Yok, hepsi beraber gidiyordu, hiçbiri öne geçmiyordu. Galatasaray sevgim de aynı şekilde o zamanlar başladı. Maçlara gidiyorum, futbol oynuyorum, basket oynuyorum, hiçbir şeyden eksik kalmıyorum. Resim yapıyorum, karikatür çiziyorum. Abim çizgi romancı, babam da resim yapıyor, böyle bir aileydik. Biraz tuhaf ama pazar günleri evde matematik problemi çözüyorduk. Matematikle hiç alakamız olmamasına rağmen pazar günleri eğlencemiz buydu ve çok eğleniyorduk, o günleri tekrar yaşamak için neler vermem… Futbol oynamaktan nasıl zevk alıyorsam o matematik problemini çözmekten de öyle zevk alıyordum. Radyodan birlikte müzik dinlerdik. Az paramız vardı, hiç özel bir şeyimiz yoktu ama bir mutluluk rüzgârı esiyordu evde. Bunun şımarıkça anlaşılmasını istemiyorum. Bugün herkesin her şeyi var ama mutluluğu yaşamak zor gibi gözüküyor. Mutluluk bir sözcük değil, bir bütün. Mutluluk bazen yatağın altında bazen bir çarşaf bazen bir kol düğmesinin içinde gizli. Bazen bir arkadaşının bakışında bazen eve gelen birinin dediklerinde.
Yazarlık nasıl gelişti? Salâh Birsel’le çok vakit geçirmenizin etkisi vardır muhakkak.
Salâh Ankara’ya gitmişti, Türk Dil Kurumu’nda çalışmaya. O gittikten sonra edebiyatla baş başa kaldım. Tam burada benim için çok önemli bir isimden söz edeceğim. Bülent Oran aile dostumuzdu, evimize çok gelirdi. Kendisi aslında çok önemli bir senarist olmasına rağmen hikâyeler de yazardı. Yazdığım bir sayfalık bir hikâyeyi okumuştum ona bir gün. Dinledi ve “Devam etmelisin” dedi. 14 yaşında falandım. Her geldiğinde “Yeni hikâye var mı?” diye sormasıyla ben de daha çok yazdım.
Profesyonel anlamda hangisi ilk oldu, yazarlık mı?
Sanırım önce karikatürdü. Çizdiğim karikatürleri göndermeye başlamıştım. Karikatürcüler Derneği’nde de çalışmaya başlamıştım. Aslında tam ne yapacağım konusunda karar vermemiştim. Sinemayı hiçbir zaman unutmadan her şeye giriyordum. 20 yaşında bir gazetede sinema eleştirmeni olarak yazmaya başladım. İstanbul gazetesiydi sanırım. Tabii para falan almıyordum. O zaman sinema yazarlığı diye bir şeyin olabileceğini fark ettim. O zamanlar zordu, çok az film izliyorduk yani kıyaslamak çok zordu ama ben çok erken başladığım için birçok şeyi harmanlayabiliyordum.
Gazetecilik peki?
Almanca çevirmeni olarak Hürriyet Dış Haberler’e girdim ama başta hiç uyum sağlayamadım. Sonra beni gece servisine attılar. Sonra tekrar gündüze aldılar ve birdenbire keşfettiler beni. Çok şey yaptım. Sinema sayfası yaptım, televizyon sayfası yaptım, 1.000’e yakın yazı yazdım, çeviri yaptım. 11 sene Hürriyet’te aşağı yukarı her şeyin içinde vardım.

İlk belgeseliniz Vapurlar’ı o zaman çekmeye başladınız. Başladınız diyorum çünkü biraz uzun sürmüş sanırım. Bir de önce müziklerini yapıp sonra belgeseli çekmişsiniz, öyle mi?
Bu benim keşfettiğim bir şey değil. Bir Avuç Dolar filminin yönetmeni Sergio Leone’nin böyle çalıştığını duymuştum. Tabii ki ben bu yüzden öyle yapmadım, belgeseli çekecek olanakları ararken arada müziklerini yapmaya başlamıştım. Şarkıları Ayşe Tütüncü’ye verdim, o da notalarını yazdı. Piyano, bas, saksafon eklendi ve bir kayıt yaptık. Kayıt çok beğenildi. Sonra ben filme giriştim ama bu hikâyeyi anlatmak istemiyorum çünkü yıllarımı aldı filmin bitmesi. 16 mm film çekiyoruz, şimdiki gibi ucuz maliyetli dijital imkânlar yok. Hiç destekçi yok, tamamen kendi imkânlarımla çekmeye çalışıyorum. Hürriyet’te maaşlı bir elemanım. O zaman bir kişi önemli destek oldu, onun altını da çizmek isterim. Türk Haberler Ajansı’nın sahibi Kadri Kayabal. “Sen ne yapmak istiyorsun?” diye sormuştu bana. 16 mm bir kamerası vardı. Dedim ki “Böyle böyle bir belgesel çekmek istiyorum ve gazetede çalışıyorum, param yok.” “Senin gibi adam kalmadı” dedi, “Al kamerayı git ama her sabah 09.00’da getir. O gün iş varsa kamerayı bırakırsın sonra da işi bitince alıp gidersin.” Böyle bir anlaşma yapmıştı benimle. Desteğini hiç unutmuyorum. Şimdi her şeyi olumsuzluğa çekme eğilimi var insanlarda ama ben hep olumlu düşündüm. Bu kişinin bana o kamerayı vermesi beni öyle mutlu etmişti ki o zaman her şeyi yapabilirim diye düşünmüştüm. Neyse, filmi uzun uğraşlar sonucu çektim, bitirdim, montajı için de gittim Hürriyet’ten beş maaş avans çektim. O zaman Türkiye rekorunu kırmışım, “en uzun montaj yapma rekoru.” Fono Stüdyoları’ydı. Aynı stüdyoda Zeki Ökten, Atıf Yılmaz hepsi film montajına geliyorlar, dört günde montajı bitirip gidiyorlar. 35 mm çekiyorlar ama o kadar planlı çekiyorlar ki. Öyle Coppola gibi falan değiller, tık tık tık çekip işi bitiriyorlar. Benim montaj bir ay sürünce ekonomik olarak göçtüğümü hatırlıyorum.

Peki resim ne zaman başladı?
Zaten karikatür çiziyordum. Abim ressamdı. Bir gün dedi ki “Senin karikatür tarzın çok farklı, bunu yağlı boyaya taşısan değişik bir resim tarzı ortaya çıkarabilirsin.” Sonra boyaları söyledi, “Şunu al, bunu al” dedi ve beni teşvik etti. Sonra Bülent Oran geldi eve bir gün, bir resmimi gördü ve “Bunlar çok iyi” dedi. Bir sene falan çalıştım ben, epey bir resim birikti. 90’ların başıydı. Bir gün Reasürans’ta İlhan Berk sergisine gitmiştim. O serginin küratörü arkadaşım Amelie Edgü “Senin için resim yapıyor diyorlar ama bana hiçbir şey göstermiyorsun” dedi. Elimde de resimlerimin fotoğrafları vardı. Onları görünce hemen eve gelip resimlere bakacağını söyledi. Geldi ve “Mart’ta sergiyi açıyoruz” dedi. Çok hızlı oldu.
O zaman resimleri yaparken satmayı düşünmüyor muydunuz?
Hiç aklımın ucundan bile geçmiyordu. Hiç de anlamam resim satışından falan. Birdenbire o işin içine de girdim. O sırada Robinson Crusoe kitapçısını yeni açmıştım.
Evet, İstanbul’un kültür hayatına büyük katkıları olan, bir dönemki en popüler bağımsız kitapçı Robinson Crusoe’nun kurucularındansınız. O nasıl gelişmişti?
Evet, adını bile ben bulmuştum. O dönem zaten kitapçılık yapıyordum. Nisan Yayınları’nın sahibiydim. Sonra bir grup arkadaşımla bu işe soyunduk. Birdenbire patladı, çok ilgi gördü. Çok fazla çeşit vardı. Yazarların külliyatları vardı. Bir yazarın tüm kitaplarını bulabilirdiniz. Beş yıl boyunca oradaydım.
Resme dönersek, ilk serginizde resim sattığınızda neler hissetmiştiniz? Şimdilerde nasıl gidiyor resimle ilişkiniz?
İlk sergide 120 resmin 80’i satılmıştı. Fiyatları yüksek tutmamıştık. Son iki yıldır çok fazla talep var. Bir sürü müzayedeye katılıyorum. Eskiden hiç bana gelmeyen müzayedeciler bile kapımı aşındırmaya başladı.

Benim sizinle tanışmama 2001 yılında çıkan albümünüz Odamda Yolculuk vesile olmuştu, röportaj yapacaktık. Ama ondan önce, 1998 yılında Kent Ozanları isimli karışık albümde “Kimse Bilmez” şarkısı yayınlanmıştı. İnsanlar sizin kim olduğunuzu bilmese bile “Kimse Bilmez” şarkısını bilirler. Onlarca kişi tarafından yorumlandı, sayısız dizide, filmde kullanıldı. O şarkının hikâyesini çok merak ediyorum.
Ada Müzik Kent Ozanları isimli karışık bir albüm yapıyordu. Benden de bir şarkı istediler. O sıralar devamlı enstrümantal olarak çaldığımız bir şarkı vardı. “Kimse Bilmez”in müziği. Böyle Latin versiyonu. Ben de bongo çalıyorum sahnede o zaman. Arada kırık İspanyolcayla bir şeyler mırıldanıyorum. Dedim ki “Buna bir Ömer Hayyam sözü bakayım.” Açtım Ömer Hayyam kitabını, bir cümle gördüm, aldım. Biraz daha karıştırdım, bir cümle daha gördüm, aldım. Sonra bir cümle daha gördüm, onu da aldım. “Kimse Bilmez”i de ben uydurdum ve şarkı bitti. Birdenbire dedim ki “Bu ne biçim bir şarkı oldu.” Ayşe Tütüncü’ye şarkıyı verdim. Kedi Bar’da zaten birlikte Latin ve enstrümantal versiyonunu çalıyorduk. Şarkıyı biliyor yani. Çok sade bir şarkı oldu. Stüdyodan çıktığımda gözleri dolan insanlar vardı. “İyi söyleyemedim galiba, bir daha söyleyeyim” dedim. Beni kenara çekip “Sakın” dediler. Bazı şeylerin kaderi falan var. Belki de ne bileyim, o şarkıda bir şey var. Çok iyi söyleyip söylemediğim tartışılır hatta bugün de tartışırım bunu ama sanırım samimiyeti çok geçti insanlara. Bazı kitaplar vardır, kapağına dokunduğun zaman bir şeyler hissedersin ve içeriğini bilmeden onu almak istersin. Onun gibi. İlk önce Yavuz Bingöl istemişti şarkıyı. “Hayır vermem” demiştim. O zamanlar kimseye şarkı vermeyi düşünmüyordum. Herkesi reddediyordum. Diziler, filmler üstüne para da veriyorlardı ama reddediyordum. Çok karşıydım o zamanlar. Sonra ipin ucu bir kaçtı ve iş beni de aştı. Televizyonlar da hücum etti, filmciler de hücum etti ve sonrasını hatırlamıyorum desem yeridir. Çok parasız kaldığım bir döneme de denk gelmişti. Ara ara öyle dönemlerim olurdu. O dönem ihtiyaçlarımı karşılamama çok faydası oldu şarkının. “Kimse Bilmez” yolu açtı. Hatırla Sevgili dizisinde kullanılmıştı en son. Onun çekimleri de Cihangir’de yapılıyordu. Tam setin önünden geçerken herkes yanıma gelmişti, beni tanımalarını aklım almıyordu. Böyle tuhaf şeyler yaşadım.
Nasıl hissettiriyor böyle şeyler?
Çok seviniyorum içten içe. Sevinmemek saçma olur. Ama şımarmamak lazım, benim tarzım bu. Tanımadıkları zaman da üzülmüyorum.

Teknolojiyle aranız nasıl?
Çok kötü ama mümkün olduğunca kendime yetecek kadar halletmeye çalışıyorum. İşlerimde de gerek müzik gerek sinemada yıllardır hep aynı ekiplerle çalışırım. Hepsi birinci sınıftır. Bazı şeyleri onlara bırakıyorum, onlar en iyi biçimde hallediyor.
Bir gününüz nasıl geçiyor?
Ya okuyorum ya izliyorum. Galatasaray maçlarını kaçırmamaya çalışıyorum. O artık bende bir vazgeçilmez. Metin Oktay’la rakı içmeye kadar dayanan bir mazim var.
Nasıl gerçekleşti bu karşılaşma?
Vefatından iki, üç ay kadar önce (1991) o zaman Divan Oteli’nin yanında bulunan Tenis Eskrim ve Dağcılık Kulübü’nün lokalinde karşılaşmıştık. Tek başına rakı içiyordu. Rahatsız ederim kaygısıyla tereddüt etsem de selam verdim ve beni masasına davet etti. Çok da iyi Galatasaraylı olduğum için hem Galatasaray’dan hem güncel konulardan sohbete başladık. Üç saat nasıl geçti anlamamıştım. Çok iyi bir insandı.
Sizi takip eden genç bir nesil var. Sizin gibi sanatın farklı pek çok dalıyla ilgilenen ve ilgilenmenin ötesine geçmek isteyen gençlere ne önerirsiniz?
Tavsiye etmekten öte kendi hayatımdan örnekler vermeyi tercih ediyorum. Yapmadığım bir şeyi söylemek istemem. Merakı, kendine bağlılığı ve kendini sevmeyi bırakmazsan istediğin yere geliyorsun. İstediğin yerin neresi olduğunu bilmesen bile. Onu da saptamaya kalkarsan çuvallarsın. Belki de kapasiten seni bir yerlere getiriyor. “Ben şunu yapacaktım, yapamadım” diyorsan demek ki o kadar yapabiliyormuşsun… Yani her şeyi yapmak gibi bir iddiamız yok. Asıl düsturum, meraklı ve araştırmacı olacaksın, hiçbir zaman tembellik yapmayacaksın. Tembelliğe hiç tahammülüm yok. Tembelliğe başlarsam atarım kendimi camdan. Çok ağır bir ameliyat geçirdim. Üç ay oldu. Bir an önce toparlanabildiğim kadar toparlanayım istiyorum. Gelecek sene tekrar sete çıkmak istiyorum.
Peki, İstanbul sizin için ne ifade ediyor?
Cihangir’i çok seviyorum. Hep burada yaşadım. Yakınımda hâlâ bana yardımcı olan, beni destekleyen komşularım var. Çocukluğumda sokağa çıktığım zaman Metin Erksan’la, Atıf Yılmaz’la karşılaşıyordum. Sait Faik, dayımla arkadaş olduğu için bizim eve geliyordu. Cihangir, Beyoğlu’nun çıkış yeriydi. Akşamları 21.15 sinemaları vardı. Herkes, tüm sanat camiası sinemaya giderdi. İstanbul dünyanın en güzel yerlerinden. Çok fazla yer görmedim gerçi. Paris, Venedik, Bolonya… Oralara gittim, insanı mest eden yerler ama İstanbul bambaşka bir yer. Daha iyi korumamız lazım. Eskiden harika sokak taşları, kaldırımlar vardı buralarda. Şimdi hepsi asfalt oldu. O dokuyu özellikle tarihî semtlerde korumamız lazım. Umutluyum ama.
İstanbul’da en çok nereleri seversiniz?
Tabii ki Cihangir. Bebek. Cağaloğlu’nu çok severim. Babıali zamanından kalma anılarım çok. Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nı çok severim. Topkapı Sarayı’nı çok severim. Konyalı’da şerbet içerdim. Beyoğlu vazgeçilmez. Eski Beyoğlu’nu çok özlüyorum. Çok fazla tiyatro vardı. Çok oyun izlerdik. Elhamra Sineması’nda İstanbul Tiyatrosu vardı. Toto Karaca, Muzaffer Hepgüler, Celal Sururi… O ekibe bayılırdım. Anneannem götürürdü. Oyun tamamen tuluat [önceden hazırlanmış bir metni olmayan, doğaçlama oynanan oyun.]. O zaman anlamıyorum tuluat nedir. Şaşırıyordum nasıl oynuyorlar diye. Onları anıyorum zaman zaman. Bak yine kışkırttın beni.