Ozan Sağdıç’ın İstanbul’u

Fotoğraf
Koray Berkin, Ozan Sağdıç Arşivi
24 Mayıs 2024 - 09:04

Bugün 90 yaşında olan ve fotoğrafçılık kariyerinde 70 yılı geride bırakan Ozan Sağdıç’ın arşivinde sanattan politikaya, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyükşehirlerin günlük yaşamından Anadolu’nun kırsalına kadar farklı birçok temada fotoğraf bulunuyor. 

Ozan Sağdıç’ın çektiği fotoğrafların en önemli özelliği, her şeyden önce Türkiye’nin görsel tarihine birer belge olarak ışık tutmasıdır. Fotoğraflarını çekerken konularına incelikli yaklaşımı, özenli kompozisyonları ve saptadığı karelerin taşıdığı sanatsal nitelik onu bir fotoğrafçı olarak en üst sıralara çıkarır. Üstelik Ozan Sağdıç’ın fotoğrafları herhangi bir akım ya da ekolün etkisinde olmayan özgün fotoğraflardır. 

Sağdıç’ın foto muhabiri olmasının getirmiş olduğu deneyim, fotoğraflarında hem cesur hem de kendine ait hicvi olan bir bakış açısı geliştirmesine yardımcı olur. Onun fotoğraflarına dikkatli baktığımızda insan sevgisi ve lirizmin ön plana çıktığını görürüz. Henüz sanat kariyerinin başlangıcında, XX. yüzyılın ikinci yarısında çektiği fotoğraflarla hümanist bir yaklaşımı bünyesinde barındırır. Dünya değişirken Ozan Sağdıç da bizlere miras kalacak fotoğraflarını oluşturmaya başlar.

SİRKECİ’DEN ANADOLU’YA KALKAN DOLMUŞLAR, 1957 (FOTOĞRAF: OZAN SAĞDIÇ)

Tarih, doğa, günlük yaşam, hayvanlar, insanlar, çocuklar Ozan Sağdıç’ın fotoğraflarında, tıpkı bir tiyatro oyununda olduğu gibi belirli bir dramaturji içinde izleyiciyle sıcak bir ilişki kurarak görevlerini yerine getirir. Sadece fotoğrafta değil, edebiyat, şiir, müzik gibi alanlarda da derin bilgiye sahip olan Sağdıç’ın fotoğrafındaki şiirselliği de bu çok yönlü kültürüyle açıklamak mümkündür. Cumhuriyet Türkiye’sinin gelecek vadeden umutlu yapısı, Ozan Sağdıç fotoğraflarının ham maddesidir. Bu fotoğrafların çoğu, zaman içinde anonimleşerek belleklerimizde önemli yer edinir. 

Ozan Sağdıç, çektiği konulara müdahale etmez ve objeleriyle kurduğu sıcak ilişkiyi fotoğraflarına ustalıkla yansıtır. Çerçevelemenin, küçük düzeltmeler dışında fotoğraf çekim anında yapılmasından yanadır. Oryantalist olmadan, otantizmin tuzaklarına düşmeden belge fotoğrafı çekmek zordur; Sağdıç bunu ustalıkla başarır. Şiirsel gerçeklik başlığı, ülkemizde en çok Ozan Sağdıç’ın fotoğraflarına yakışan bir tanımlamadır. Kendi ülkemizin insanlarına ve yaşamına kısa süreliğine oradan geçen turist gibi bakılmaması gerektiğini savunur. Sağdıç’ın yalnız gündelik hayatta rastlayıp fotoğraflarını çektiği insanlarla değil gerek İstanbul’da gerekse Ankara’da sanatçı ve politikacılarla her zaman yakın ilişkisi ve önemli bir kısmıyla da dostluğu olur.

Ozan Sağdıç, 1973 yılında 1. Uluslararası İstanbul Festivali’nin neredeyse bütün etkinliklerini fotoğraflar ve ülkemizin bu en önemli sanat olayının -kitaba da dönüşmüş- erken dönem tanıklığını yaparak kültür tarihimize mükemmel bir arşiv kazandırır. Sadece sanatçıların performansları değil kulisleri, provaları ve dinlenme anları da Sağdıç’ın fotoğraflarına yansır. 

Ankara’ya yerleştikten sonra yıllar boyunca baleden konsere ve tiyatro oyununa pek çok sanat etkinliğine imzasına rastlarız.

Ozan Sağdıç’ın fotoğrafları aracılığıyla unutulmaktan korunan önemli bir görsel miras, özellikle kendinden sonra gelen kuşaklara örnek teşkil edecek ve ileride çizecekleri yolda onlara rehber olacaktır. Fotoğrafı çekilen hiçbir konu ileride sadece anı olarak kalamaz. Zira fotoğrafçısı tarafından saniyenin 1/125’inde arşive bir belge olarak kazandırılır. Ozan Sağdıç, bugün geçmişle gelecek arasında görüntüler üzerinden kurduğu köprüyle daima hatırlanacaktır.

İSTANBUL MODERN'DEKİ SERGİDE OZAN SAĞDIÇ'IN 127 FOTOĞRAFI YER ALIYOR

"DÜŞÜNSENİZE, EYÜP SULTAN’DA GÜNLÜK YAŞAMIN İÇİNDE LEYLEKLERİ ÇEKİYORUM" 

İstanbul Modern’deki sergisini fırsat bildik ve özellikle yeni nesillerin de keşfedebilmesi için Ozan Sağdıç’a sorularımızı yönelttik.

Doğup büyüdüğünüz Edremit’le yaşamınızın büyük bir kısmını geçirdiğiniz Ankara arasında uzun bir süre boyunca da İstanbul’da yaşadınız. Sizce İstanbul’u diğer şehirlerden ayıran dinamikler neler? Özellikle 1950’li yıllarına tanık olduğunuz İstanbul’la ilgili neler söylersiniz? 

1940 yılıydı sanırım ve ben yedi yaşındaydım. O yıl okula başlayacaktım. Babam Edremit’in iskelesi Akçay’da Devlet Deniz Yolları’nın acentesiydi. Annemle beni vapura bindirdi, İstanbul’a yolcu etti. Annemin babası olan dedem, parkinson başta olmak üzere birkaç hastalığa birden tutulmuş. Huzurlu bir yaşam sürdürebilmesi için kendisine Kartal’ın bir köyü olan Yakacık önerilmiş. Annemle birlikte -söylendiğine göre- en sevgili torunu olan beni görmek istemiş. Yolculuğumuzun nedeni oymuş. İstanbul’u ilk kez görecektim. Vapur birkaç iskeleye uğradı, üç gün sonra “İstanbul göründü” dediler. Kente batı yönünden yaklaşmaktaydık. Ufukta, hafif puslu bir havada silüet hâlinde belirmeye başlamıştı İstanbul. Çocuk gözüyle, ilk gözüme çarpan şey sayısız sandığım minarelerdi. Sarayburnu’na yaklaştıkça açılan bir duvak gibi gizemi çözülüyordu. Dümen kırıp Haliç’e yöneldiğimizde kendimizi çok şenlikli bir manzara içinde buluvermiştik. Bu alışık olmadığımız gürültülü ortam ağzını açmış, âdeta bizi yutuvermişti. Vapur Galata Rıhtımı’na yanaştı. Bizi dayım karşılamıştı. Yakacık’a gitmek için vakit çok geçti. Karaköy’de tramvay denilen kocaman oyuncağa bindik. Sirkeci’de Ankara Caddesi’nin köşesindeki ahşap yapılı Karesi Oteli, biz Balıkesirlilerin İstanbul’daki öncül durak yeriydi. İlk gecemizi orada geçirdik. İstanbul’la ilk tanışma serüvenim aklımda hep canlı bir anı onarak kalmıştır. Sonraları hemen hemen her yaz tatilimi Yakacık’ta geçirdim. Orası bir sayfiye yeriydi. Ayazma Gazinosu’na İsmail Dümbüllü, Sadi Tek gibi tuluat tiyatroları gelirdi. Zaman zaman dayılarım teyzemi ve annemi alıp İstanbul’un merkezine, Kapalıçarşı gibi yerlere alışveriş ya da sırf gezme amacıyla götürürdü. Tabii bu tür işler bensiz olmazdı.

MİGROS SATIŞ KAMYONU, OSMANBEY, 1957 (FOTOĞRAF: OZAN SAĞDIÇ)

İstanbul Modern’de açılan “Fotoğrafçının Tanıklığı” başlıklı serginizde de İstanbul’un farklı köşelerinde çekilmiş birçok fotoğrafınız yer alıyor. Bugünden geçmişe baktığınızda o günlerin İstanbul’u hakkında neler söylemek istersiniz? 

Çocukluk günlerimde sınırlı birkaç yerini görebildiğim İstanbul’u 1949’dan itibaren dört yıl boyunca Kabataş Erkek Lisesi’nde okurken etraflıca tanıma fırsatı bulabildim. Beni liseye yazdıran, aile bireylerimin büyük küçük “Orhan Ağabey” diye hitap ettiği baba dostu Orhan Şaik Gökyay’dı. Aynı zamanda velim olmuştu. Onun Londra talebe müfettişliği görevine atanana kadar kültürel rehberliği benim hayatımda önemli bir yer tutar. Gezip görmediğim müze kalmamıştı. Selâtin camilerini ziyaret edip özelliklerini öğrenmiştim. Emirgan’da çayın, Beyazıt’ta Çınaraltı’nda kahvenin tadını tatmıştım. Orada Sahaflar Çarşısı diye bir hazine de keşfetmiştim. Gerek ana gövdesinde gerek Galata bölgesinde, hatta Boğaz’ın öte yakasında Üsküdar taraflarında nice sokağa girip çıkarak yeni yerler keşfetmeye çalışmışlığım vardı. Tepebaşı’nda Şehir Tiyatroları’nın Dram ve Komedi bölümlerinde oyunlar seyrettim. Sinemalar Beyoğlu, Tepebaşı ve Beşiktaş semtleri olmak üzere üç bölgede yoğunlaşmıştı. İyi bir sinema kuşuydum. Önceleri Belediye Gazinosu’nda, daha sonra Şan Sineması’nda klasik müzik konserleri olurdu, hiç kaçırmazdım. Tarih öğretmenimiz Aziz Taner, her yıl tez olabilecek şekilde bir ödev verirdi. Son yıldaki ödevimizin konusu “İstanbul’da Selâtin Camileri”ydi. Çini mürekkepli desenlerle süsleyerek özene bezene sayfalar dolusu bir ödev hazırlamıştım. Öğretmenim kırmızı mürekkeple bir 10 numara kondurmuş. Yanına da “Küçük bir kitapçık halinde tab-ü neşri tavsiyeye değer” diye bir not yazmış.

YEMİŞ İSKELESİ’NDEN GALATA’YA BAKIŞ, 1958 (FOTOĞRAF: OZAN SAĞDIÇ)

Günlük yaşam sürekli bir değişim içinde; doğa, binalar, yollar, ulaşım araçları, şehirler, tasarımlar, moda her şey hızla yüz değiştiriyor. Siz, yakın tarihimizin “belgesel fotoğraf”ı kendine odak almış bir fotoğrafçısı olarak bu değişimin kaydının tutulmasıyla ilgili neler dersiniz? Sizce fotoğrafın en önemli amacı/işlevi ne olmalıdır? 

Bana öyle geliyor ki bir fotoğraf tutkunu için fotoğrafın çekiliş anı, başlı başına bir keşifte bulunmuşçasına çok heyecan verici bir olay. Farklı bir deyişle zevk verici bir duyumsama. Belli kimyasal işlemlerden geçtikten sonra, basılmış bir çekim olarak elle tutulur, gözle görülür hâle gelince estetik bir kompozisyona sahipse ve insanı duygulandıran bir içeriği de varsa, seyri insana zevk veriyorsa başarılı bir eser sayılır. Fotoğrafın sanat eseri sayılabilmesi için bir dış estetiği, bir de iç estetiği sağlam olmalıdır diye düşünüyorum. Dış estetikten kastım, kurallara uygun, düzenli bir kompozisyon. İç estetikten kastım ise konunun içeriği, insanı gülümsetmeye ya da düşünceye sevk ettiği duygusal iletişimi. Bundan öte, bir olayı, bir olguyu “belgelemek” gibi çok dikkate değer bir işlevi var belgesel fotoğrafçılığın. Toplumsal yaşam alanında zamana bağlı olarak görülen değişimin tanığı olmasıdır o işlev. Kısaca fert için nostaljik bir anı olan, tarih için belgedir diye bağlayabiliriz bu konuyu.

Bugüne kadar sayısız sanatçının unutulmaz portrelerini çektiniz. Müzikle, özellikle klasik müzikle olan ilişkinizi biliyoruz. 1973 yılında 1. İstanbul Festivali’ni fotoğrafladınız ve bu, Birinci Festival adıyla kitap olarak yayımlandı. Hem o deneyimi hem de geçen yıl İKSV için fotoğraflarını çektiğiniz İstanbul Festivali’nin 50. Yıl Kitabı’nın hazırlıkları nasıl gidiyor, anlatır mısınız? 

Ülkemiz sanat dünyasının önemli isimleri hep objektifimin önünde yer aldı: Kemal Tahir, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, çocukluğumdan beri tanıdığım Attilâ İlhan, ünlü halk ozanımız Âşık Veysel, İsmail Dümbüllü, büyük Karagöz ustası Hayali Küçükali, Muhsin Ertuğrul, Yıldız Kenter, Peyami Safa, Halide Edib Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sevgi Soysal, Dario Moreno, Ayla Algan, Semiha Berksoy, Zeki Müren, Münir Nurettin Selçuk, klasik batı müziğimizin önemli besteci ve yorumcuları Ahmet Adnan Saygun, Suna Kan, Leyla Gencer, İdil Biret arşivimde fotoğrafları yer alan isimlerden. Yabancı ülkelerden de birçok şair, yazar, tiyatro sanatçısı ve elbette müzik insanını çektim. Resim ve edebiyat gibi somut sanatlara ne kadar yeteneğim varsa, itiraf etmeliyim, bunun tam tersine müziğe karşı o denli yeteneksiz sayıyorum kendimi. İnat gibi bir gizli güç var insanın doğasında. O yüzden mi nedir bilemem, üstüne gitmeye karar vermişliğim var, ilk gençlik günlerimden beri. Bol bol müzik dinledim, konserlere gittim. İnanılmayacak bir biçimde dört bine yakın LP içeren bir plak koleksiyonum var. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın üyesi olan eşim Olcay Hanım’la evlendikten sonra o ortamla daha içli dışlı olduğum söylenebilir.

Provalar ve performanslar sırasında pek çok orkestra fotoğrafı çektim; arşivim birçok ünlü orkestra şefi ve solistin portreleriyle zenginleşmiş durumda. 52 yıl önce 1. İstanbul Festivali’ni izlemiştim ve bundan çok değerli bir albüm kitap hazırlanıp basılmıştı. İki yıl önce aynı mantıkla 50’ncisi gerçekleşen festivali bu kez oğlum Oğuz Sağdıç’la birlikte izleyip fotoğrafladık. Sayfa planları yapılmak üzere fotoğrafların seçimi tamamlanmış bulunuyor. Değerli festivalimiz için güzel bir anı kitabı daha olacağına kuşkum yok.

TUNA NEHRİ’NDEN GELEN BUZLAR İSTANBUL BOĞAZI’NDA, 1954 (FOTOĞRAF: OZAN SAĞDIÇ)

Profesyonel yaşamınızın başlangıç noktasının İstanbul olduğunu biliyoruz. 70 yıllık kariyerinizin İstanbul’la ilgili en önemli anıları nelerdir; bunları bizimle paylaşabilir misiniz?

Karikatüre karşı ilgim yoğundu. Çocukluğumda Cemal Nadir ve Ramiz gibi ustaların gazetelerde, dergilerde çıkan karikatürlerini keser biriktirirdim. Ortaokul öğrenciliğim sırasında parlayan isim Sururi’ydi. Onun Hürriyet gazetesinin sağ alt köşesindeki kare biçimindeki karikatürlerini kesip toplamış ve onlardan bir albüm yapıp ciltlemiştim. Liseyi okumak üzere İstanbul’a geldiğimde Babıali’yle ilk temasım o albümü sanatçının kendisine imzalatmak için adresine gitmek vesilesiyle olmuştu. Kendim de karikatürler çizmekteydim. Onları Akbaba dergisinin sahibi Yusuf Ziya Ortaç’a götürüyordum, bana karikatür başına 6 TL olmak üzere telif hakkı ödüyordu. Israrla bana çizmeyi bırakmamamı öğütlüyordu.

İstanbul’daki ilk fotoğraflarımı amatör bir aşkla basit bir kutu makineyle çekiyordum. O fotoğraflardan birini Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi’ye götürmüştüm. Beğendi ve hemen basıldı. İlk telif hakkımı da 5 TL olarak Abdi Bey’in elinden almış oldum. Babıali’yle temaslarım giderek artıyordu. 6 Nisan 1956 tarihinde Hayat mecmuası çıkar çıkmaz foto muhabiri oldum. Derginin en genç üyesiydim. Âdeta bir aile gibiydik. Halit Fahri Ozansoy gibi kimi ustalar babalık etti bana, Fikret Arıt, Firuz Aşkın gibi nispeten gençler ağabeylik etti. Fakat üzerimde en çok etkisi olan kişi erken yaşlarında fotoğraflarını görüp kompozisyonlarına hayran olduğum Othmar’dı (Pferschy).

KEDİ VE BALIKÇI, 1983 (FOTOĞRAF: OZAN SAĞDIÇ)

Artık bambaşka bir İstanbul var. Peki İstanbul’la ilgili ilk dönem fotoğraflarınız için neler söylersiniz? 

1953 yılında ilk çektiğim Edremit’teki Kurşunlu Camii fotoğrafından sonra hayatım hep fotoğrafla dolu oldu. İstanbul’da çektiğim ilk fotoğrafsa yine kutu makinemle Rumelihisarı’nda virajı gösteren büyük aynanın silüetiyle birlikte kıyıya yakın geçen bir takanın fotoğrafıdır. 1954 yılında Kabataş Lisesi’nin öğrencisiyken Tuna Nehri’nden gelen buzları, üzerinde öğrencilerle birlikte çekmiştim. Bu kareleri asla unutamam. Ben başlangıçtan bugüne konu ne olursa olsun bize, kültürümüze ait belirli estetiği olan fotoğrafları yakalamak ve farklı konuları ele almak istedim. Hayat dergisi benim için hem bir okul hem de çektiğim fotoğrafları değerlendirebileceğim bir yer oldu. Mesela karanlık odada fotoğraf baskılarını kurutup parlattığımız glase dediğimiz aletin metal plakasını alıp ağustosta yaz sıcağını konu ettiğimiz bir seri yaptım. Onu eğip bükerek üzerinde ayna gibi İstanbul’un çeşitli tarihî eserlerini yansıttım. Serinin adı “Ağustos Sıcağında Eriyen İstanbul” oldu. Değişik konular hep ilgimi çekmiştir. Yine Hayat dergisi için evinde altı timsah yavrusu besleyen iki çocuklu bir Amerikalıyı çektim. Galiba ilk yaptığım foto röportaj buydu. Türkiye’de bale sanatının olmadığı bir dönemde bale dersi veren bir lise öğrencisi olan Gülçin Bayburt’u stüdyoda havaya sıçratıp bale figürleri yaparken fotoğraflarını çektim. Minare külahlarını onaran işçiler de “Ölüme Oynayanlar” başlığıyla dergide tam sayfa yayımlandı. Üstelik bu fotoğrafları ben, onlardan daha yukarı çıkarak tepeden çekmiştim.

İstanbul çok farklıydı o günlerde; şehirler arası otobüs garajı yoktu, onun yerine Sirkeci’de tren istasyonunun yan sokağından otobüsler, dolmuşlar kalkardı Türkiye’nin her yerine. Tramvaylar vardı, semtler arasında ulaşımı sağlayan. İnanılmaz balık akınları olurdu. Hatta torikler, lüferler Haliç’te avlanırdı. Denizler temizdi, Üsküdar, Beyoğlu, Moda Plajı, Caddebostan kıyıları hep çektiğim fotoğraflarda yer aldı. Ben fotoğraflarımın çoğunu kendi zevkim için çektim. Düşünsenize, Eyüp Sultan’da günlük yaşamın içinde leylekleri çekiyorum. Eminönü’nde esnaflar leylekleri besliyor. Belirli bir dönemin özellikleri bunlar, nasıl kayıtsız kalabilirdim? 1960 yılından itibaren Hayat dergisinin Ankara sorumlusu olarak yaşamımı başkentte sürdürdüm. Bundan sonra çektiğim fotoğraflar ve yaptığım röportajlar hep Ankara odaklı oldu. Fakat şu an İstanbul Modern’de açılan sergimde yer alan İstanbul fotoğrafları, fotoğraf arşivimin önemli çalışmaları arasında yer alıyor. Bu satırların okuyucularını sergime bekliyorum.

SERGİDEN BİR DETAY… (FOTOĞRAF: İSTANBUL MODERN)

"Ozan Sağdıç: Fotoğrafçının Tanıklığı"

Ozan Sağdıç’ın 127 fotoğrafının yer aldığı serginin küratörlüğünü İstanbul Modern fotoğraf küratörü ve bölüm yöneticisi demet Yıldız Dinçer’le İstanbul Modern fotoğraf bölümü danışma kurulu üyesi, fotoğraf sanatçısı ve yazar Merih Akoğul birlikte gerçekleştirdi. Dr. Ruhi Oğuz Sağdıç serginin danışmanı olarak görev aldı.

BİR DÖNÜM NOKTASI: HAYAT 

Ozan Sağdıç’ın hayatında İstanbul’un çok önemli bir yeri vardır. Sağdıç, 1956 yılında gazetede manzara fotoğrafı alımıyla ilgili bir ilana rastlar ve bunun üzerine Doğan Kardeş Matbaası’na gider. Karşısındakiler Vedat Nedim Tör, Hikmet Feridun Es, Şevket Rado ve Alman Uzman Karl Rudolf’tur. Bu ekip yakın gelecekte yayımlanacak ve ülkenin en önemli yayınlarından biri olarak anılacak Hayat dergisinin yayın kuruludur. Bu karşılaşma, Sağdıç’ın kariyerinin gidişatını belirleyecek olan foto muhabirliğinin başlangıcı olur.

KISA KISA 

  • Yurt içinde ve yurt dışında yaklaşık 50 kadar kişisel sergi gerçekleştirdi. 
  • Çeşitli zamanlarda gösterime sunduğu müzik senkronlu diaporama gösterileri özel ilgi gördü. 
  • Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kuruluş yıllarında fotoğraf sanatıyla ilgili dersler verdi. 
  • 1998 yılında Devlet Sanatçısı unvanına layık görüldü.

 

Ozan Sağdıç
Fotoğrafçılık
Fotoğraf
Belgesel fotoğrafçılığı
Merih Akoğul
İstanbul Modern
Sergi
Kültür
Kültür Sanat
Sayı 018

BENZER

Almanya, Essen’deki Ruhr Müzesi’nin ardından İstanbul’a gelen “Biz Buralıyız. Türk-Alman Yaşamı 1990. Ergun Çağatay Fotoğrafları” sergisi, iki ülke arasındaki 60 yıllık İşgücü Antlaşması’na ayna tutarak önemli bir tarihe tanıklık etmemize olanak tanıyan çok değerli bir proje. 31 Aralık’a kadar Taksim Sanat Galerisi’nde görülebilir.
Halide Edip’in hayatının önemli olaylarında Üsküdar’ın bir başrol oyuncusu olarak yer aldığını söylemek abartılı olmaz. Hayatının büyük bir bölümünü Üsküdar’da geçirmiştir. Babasının ikinci evliliğinden sonra yaşadığı ev, koleje başladığı ev, evlenip yaşamaya başladığı ve hem 31 Mart’ta hem de Millî Mücadele yıllarında kaçış için yola çıktığı ev Üsküdar’dadır.
Latife Tekin kuşkusuz çağımızın en etkileyici yazarlarından biri. Onunla röportaj yapmak kelimelerin yüzdüğü bir nehrin kenarında yürümek gibi... Peşimizde de sanki tüm o Latife Tekin karakterleri, fabrika işçileri, çaresiz kadınlar, hayalci çocuklar...