İstanbul Müziği

22 Ağustos 2022 - 15:19

"İstanbul’un müziği olduğunu biliyor muydunuz?"
Mesut Cemil Tel

Klasik müziğimiz Osmanlı Sarayı’nda sultanların neredeyse hemen hepsinin himayesi altında, hatta kendilerinin bizzat besteci ve icracı olarak katıldığı oda müziği şeklinde, küçük gruplar tarafından icra edildi. Cumhuriyet döneminde ise “Klasik Koro” icrası, yani Batı Müziği korolarına yakın bir anlayışla Klasik Türk Müziği eserlerinin icra edilmesi, Mesut Cemil’le başlamıştır. Mesut Cemil’in asıl amacının tamamen taklit yerine kendi müzik anlayışını yerleştirmek ve bir felsefe aşılamak olduğunu düşünüyorum. Bu anlayışla ilk olarak “Tarihî Türk Musikisi Unison Erkekler Korosu”nu kurmuş ve özellikle repertuvar seçiminde, Klasik Türk Müziği’nin “klasik fasıl” olarak adlandırılan eserlerine yer vermiştir. Ayrıca kendinden sonra kurulan koroların repertuvarına etki ettiği aşikârdır. Mesut Bey, Tanburi Cemil Bey’in oğlu olarak tanınsa da yurt dışında aldığı çello eğitimi ile babasından etkilendiği klasik musikiyi özellikle tanbur ve lavta icralarıyla başka bir boyuta taşımıştır! Yetiştiği ve birlikte olduğu sanatkârlarla musiki tarihimizde büyük bir yere sahiptir. Kendine has bir üslup ve musikiye sahip olan bu harika zat, aynı zamanda İstanbul Radyosu’nun kurucusu ve muhteşem belagatiyle İstanbul sanatının özel bir kişiliğidir. Mesut Bey, 1955’te arkadaşı Cevdet Çağla ile Bağdat Konservatuvarı’na gidip 1959’da kesin dönüş yaptığında, İstanbul Radyosu’nda kurduğu klasik koroda çalışmaya başlamıştır. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Edebiyat mezunu olan Mesut Bey zarif ses tonu ve Türkçeyi harikulade kullanması sebebiyle “şiir gibi” takdimi ile başlayan yayınlar, cuma akşamları devam edip vefatına kadar sürmüştür. Bu koronun değerli ses ve saz sanatçıları arasında kimler yoktur ki? Ali Demir (viyola), Sadi Işılay (keman), Cevdet Çağla (keman), Vecihe Daryal (kanun), Cüneyt Kosal (kanun), Niyazi Sayın (ney), Cevdet Kozanoğlu (ut), Yorgo Bacanos (ut), Nuri Halil Poyraz (kudüm), Necdet Yaşar (tanbur) gibi saz sanatçıları, Recep Birgit, Muzaffer Birtan, Mefharet Yıldırım, Radife Erten gibi musikimizin en önde gelen ses sanatçıları bu koroyu teşkil ederdi. Hanımlar canlı yayınlanan konser öncesi seyirci önündeymişçesine saçlarını özenle yaptırıp güzel kıyafetlerle yayına katılır, erkekler ise mutlaka kravatlı takım elbise giyip özellikle traşlı bir hâlde Mesut Bey’in önünde musiki icra ederlerdi. Bazı günler müziğin Mesut Bey’in istediği gibi çıkması için yapılan uzun provalarda Mesut Bey’in şu sözü büyük bir etki yaratırdı: “Siz notayı kaldırın, sadece benim elime bakın.” Tabii ki bu etkinin en büyük sebebi icra ettikleri klasik asra [müziğe] saygı ve daha sonra karşılarında duran sanat abidesi Mesut Cemil’e duyulan saygı ve sevgi idi. Her bir konserin tarihe geçmiş kayıtlarının birinin sonunda, Mesut Bey yapılan müziğin seviyesi ve nasıl bir kültür barındırdığı hususu ile ilgili olarak Neyzen Niyazi Sayın’a bir soru yöneltir: “Bizim biraz önce icra ettiğimiz müzik, ne müziği?” Niyazi Hocamız bunun üzerine Mesut Bey’e şöyle der: “Efendim Klasik Türk Müziği.” Mesut Bey, bu cevap üzerine “bizim icra ettiğimiz müzik İstanbul Müziği’dir” der ve başka bir eleştiriyi ekler: "İleride Türk Müziği gelecek."

Mesut Cemil Tel

Bu fikri, Hocamız Neyzen Niyazi Sayın’dan birkaç defa duymuş biri olarak geçtikçe daha iyi kavrıyor ve Mesut Bey’in neden böyle bir isim verdiğini, çok daha fazla hissediyorum. Belki de öncelikle Avrupa’da Klasik Avrupa Müziği’nin merkezi konumunda bulunan Avusturya İmparatorluğu başkenti Viyana ve Çarlık Rusya’sı başkenti Leningrad’a baktığımızda büyük imparatorluklar başkenti olmuş İstanbul’un özel sanatını daha iyi anlıyorum.

İstanbul Müziği için bir dönüm noktası 

MS. 330 yılında Roma İmparatorluğu’nun başkenti olduğu resmen açıklanan İstanbul, Yakın Çağ’ın başlamasıyla “Byzantion” ve geç devirlerde Konstantinopolis olarak adlandırılmıştır. Osmanlı Devleti 15. yüzyılda İstanbul’u aldığında karşılarında uzun asırlara dayanan ve şehirde göz bebeği gibi saklanmış, korunmuş Bizans İmparatorluğu’nun bıraktığı sanat eserleri ile karşılaşmış, imparatorluk süresince tüm sanatların günümüze kadar gelmesi ve gelişmesi için son derece ihtimam göstermiştir. 15. yüzyılın bir başka özelliği de hocaların hocası büyük tarihçi Halil İnalcık’ın deyimi ile yüksek sanatın imparatorluğa girmiş olmasıdır. İran etkisinin fazlaca olduğu yüksek sanat, içinde özellikle şiir ve müziği ihtiva ediyordu. Müzikte 15. asrın büyük müzisyenlerinden Hace Abdülkadir Meragi’nin sarayda yaptığı meşkler ve bestelediği eserler, bugün hâlâ klasik müziğimizin en değerli koleksiyonları arasındadır. İstanbul’un kozmopolit yapısından hep fayda bulan ve o yapıyı koruyan Osmanlı Sultanları, bu yapı içerisindeki kıymetli müzisyenleri saraya davet etmiş ve bizzat bu müzisyenlere talebe olmuşlar. 17. yüzyılın en önemli müzisyenlerinden Albert Bobowski (Ali Ufkî Bey) ve Boğdan Voyvodası Konstantin Kantemir’in oğlu Dimitri Kantemir yani bilinen ismi ile Kantemiroğlu, İstanbul Müziği için bir dönüm noktası olmuştur. Bunun en önemli sebebi ise bu iki Avrupalı bestecinin nota bilmesidir. Oysa İstanbul Müziği, usta çırak ilişkisine dayanan, eserlerin oral yolla öğretildiği, nota yerine hafızaya kaydedildiği bir geleneğe sahiptir. Bu iki bestecinin İstanbul’a gelmesi ve yazdıkları notalar sayesinde 17. yüzyıldaki eserler günümüze taşınabilmiştir.

Zaharya

Bir diğer isim ise Hanende Zaharya’dır. Maalesef yaşadığı dönemle ilgili herhangi bir bilgiye rastlanmasa da Nûrî Şeyda Bey, İkdam gazetesinde yazdığı bir makalede Zaharya’nın (Zacharias), III. Ahmed döneminde (1703-1730) Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nde ilahi okuyan bir rahip ve iyi bir tanbur icracısı olduğunu söyler. Rauf Yektâ Bey ise Zaharya hakkında şunları der:

"Eski üstatlarımızın rivayetine göre Zaharya, ekseri vaktini yaşadığı asrın mûsiki konservatuvarları hükmünde olan Mevlevihanelerde, tekkelerde geçirir. Bu mûsiki meclislerine senelerce devamı sayesinde âyin, ilâhi, durak, na‘t, ezan okur ve sabah es salatı verirmiş. Bilindiği üzere Bizans kilise müziğinde kullanılan makamlar İstanbul Klasik Müziği’nde kullanılmasından çok öncedir. Dolayısıyla Türklerin İstanbul’a gelmesi bir anlamda, bu sesleri her ne kadar daha önce duymuş olsalar da onlar için bu sesler yepyeni bir başlangıç olmuştur."

Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi Kilisesi’nde ilâhi mugannisi olan Zaharya’nın İstanbul zevki ve neşesi ile gerçekleştirdiği icrasını bugün bile Rum Ortodoks Kilisesi için önemli merkezler olan Selanik, Aynaroz Manastırı ve İstanbul Patrikhanesi’nde aynen üslup olarak görmekteyiz. Başka bir deyişle Atina’daki kilisede farklı üslupta olan bu müzik, bugün bile Selanik ve Aynaroz’da hâlâ İstanbul’a has zevki koruyarak taşımaktadır.

2008’DE İSTANBUL’DA DÜZENLENEN SULTAN III. SELİM HAN SERGİSİNDEN PADİŞAHIN PORTRESİ

Musikişinas III. Selim Han

7 Nisan 1789 tarihinde tahta çıkan III. Selim Han, musiki tarihimizde besteciliği ve özellikle terkip ettiği makamlarla büyük bir öneme sahiptir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Osmanlı Sultanlarının hemen hepsi bir sanatla ciddi şekilde yetişmiş, divan sahibi ve musiki ile ilgilidir. İşte bu Sultanlardan belki de en önemli musikişinas Sultan III. Selim’dir. Hocası ve büyük bir saygı duyduğu, asıl ismi Fresco Romano olan Tanburi İsak Efendi, 1745 yılında İstanbul, Ortaköy’de doğdu. Musevi bestecinin tarihimizde de yeri çok önemlidir. Sultan III. Selim’e tanbur dersleri verdiği ve sinagoglarda dini eserler seslendirdiği bilinmektedir. Tanburi İsak ayrıca Klasik Türk tanbur ekolünün de önemli temsilcilerinden biridir.

İstanbul sinagoglarındaki ilahi ve maftirim söyleme tarzı aynı Rum Ortodoks Kilise’sindeki ilahi tarzı gibi İstanbul dışındaki Sinagoglara göre farklılık gösterir. Maftirim, kutsal cumartesi günleri (Şabat) dualar okunduktan sonra Şabat’ın sona ermesine kadar koro hâlinde okunan ilahilerdir. Bu ilahilerin sözleri Tanrı’ya ve kutsal şehir Kudüs’e övgüler yağdıran şiirlerden oluşmaktadır. Elimizde XVI. yüzyıldan itibaren yazılmış şiirler mevcuttur. Bunlar çok eski ve edebî bir İbranice ile yazıldığından zamanla sesli harfleri belirten noktalamaların konmadığı düşünülürse, anlaşılmaları zorlaşmıştır.

Maftirim geleneği başladığında ilahilerin odak noktası sözleridir ve müzik o kadar da önemli değildir. Maftirim geleneği sadece Türk Sanat Müziği makamları ile icra edilmiştir. Yıllar içinde İstanbul’daki tekke merkezleri ile haşır neşir olan hazanlar, birlikte meşk ederek bu ilahilerdeki odak noktasını müziğe çevirmişlerdir. Hem Maftirim geleneği hem de Türkçe gazeller konusunda harika bir ses ve üsluba sahip olan Rabbi İzak Algazi Efendi, İstanbul zevki ve makamları kullanma özelliği açısından son derece önemlidir. Özellikle doldurduğu taş plaklar müziğimizin ve İstanbul kültürünün en değerli örneklerindendir.

Hamparsum Limonciyan

İstanbul müziğinin belki en önemli dönüm noktalarından biri de Hamparsum Limonciyan’ın hem bestecilik yapması hem de daha önce maalesef bir nota sistemi olmayan müziğimize, bir nota sistemi icat etmesidir. Aslen Harputlu bir aileye mensup olan Limonciyan İstanbul Beyoğlu’nda doğmuştur. Kumkapı Meryem Ana Kilisesi baş mugannisi olarak görev yaparken, Beşiktaş Mevlevihanesi’nde muhasebe defterlerini tuttuğu bilinmektedir. Özellikle Mevlevilerle yakın ilişkide olan Limonciyan, Yenikapı Mevlevihanesi’nde İsmail Dede Efendi’yi dinlemek maksadıyla bulunduğu ayinler sırasında, eserleri notaya alıp belki de günümüze kadar erişmesinde büyük pay sahibi olmuştur. Ermenice yazdığı ilahiler ve klasik üslupta bestelediği eserlerden maalesef sadece 27’si elimize ulaşmıştır.

Eşsiz bir kültür

Tüm yazılanlar ışığında görüyoruz ki İstanbul, yüzyıllar boyu âdeta öğrenmeye aç bir talebe gibi misafirlerinden öğrenmiş ve aynı zamanda onlara öğretmiştir. Bu tedrisat sonucunda ortaya bugün dünya kültürüne büyük katkılar sağlamış eşsiz bir kültür çıkmıştır. İşte Mesut Cemil Bey’in anlatmak istediği, felsefi bir yaklaşımla budur. İstanbul’da gelişen ve bu kültürden etkilenen birçok medeniyet başka kültürlere öykünmeden âdeta tabii olup İstanbul’un içinde ona ait güzellikler oluşturmuştur. İstanbul Müziği demesinin başka bir izahı olamaz. Kendine has lisan, davranış ve yaşayış gelenekleri olan inançların İstanbul’a yönelik yaklaşımları, birbirlerine saygı ile gelişimleri bu aziz şehrin sihirli dokunuşları olarak daima devam edecektir. Bir semtine bile yazılan şiirler, her bir notasında İstanbul’un güzelliklerini gözler önüne seren besteler, hikâyeler, Ayasofya ile Sultanahmet Camii gibi ortaklaşa birbirini selamlayan yapılar, özgün mutfağı ve birlikte yaşama zevki, İstanbul’un eşine az rastlanan kültürde bir şehir olduğuna delildir. Yazının en başında da yazdığımız gibi, Mesut Cemil Bey’in “Bizim icra ettiğimiz müzik nedir?” sorusunun cevabı neden "İstanbul Müziği", şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Musiki
Müzik
İstanbul
İstanbul Müziği
Mesut Cemil Tel
Hamparsum Limonciyan
Derya Türkan
Tarih
empty-result-block

BENZER

Marmara Denizi dünyanın en genç ve en nevi şahsına münhasır denizi. Korkulan o ki, artık ondan bahsederken geçmiş zaman kipi kullanıp “deniziydi” demeye başlamak zorunda kalacağız. Zira bu yılın ilkbaharında deniz yüzeyini kaplayan köpüğümsü tabaka “müsilaj” sayesinde Marmara Denizi’nin kanser olduğunu, kanserin yıllardır uzmanlar tarafından yapılan uyarıların dikkate değer görülmeyip önlem alınmadığı için iyice ilerlediğini ve oldukça büyük kısmında hayatın sona erdiğini öğrendik. Yarın cenazesinde buluşmak istemiyorsak biz bireyler olarak ne yapabiliriz, sorumlular ne yapmalı, nerede hata yaptık, geriye dönüşü var mı, diğer çevresel felaketlerle ilişkili mi diye uzmanlara danıştık.
İstanbul nostaljisinin en renkli anlatılarında Galata Kulesi’ni sarmalayan Kuledibi semti müstesna bir yere sahip. Çünkü mazi atlasında İstanbul demek, bir zamanlar Galata demekti. Fiziki çehresi gibi kaderi de zaman içinde değişti semtin. Ama baki kalan şeyler de var. Galata Kuledibi’ne bugünkü kimliğini kazandıran tarihî ve mimari mirasın izini profesyonel tur rehberi ve yazar Mois Gabay kaleme aldı.
Bir kuyumcu ustası nasıl dünyaca tanınan bir fotoğraf sanatçısı hâline geldi? Üsküdar İcadiyeli Aramis Kalay, büyüdüğü ortamı, okul hayatını, fotoğraf çekmeye nasıl başladığını, ilk sergisini ve Ara Güler’le “meşhur" anısını anlatıyor…