Servet-i Fünuncular ütopik adalarına kaçamamışlarsa da geçen yüzyılda pek çok edebiyatçı şehirden, karmaşadan, politik baskılardan İstanbul’un adalarına sığınmış; kısa ya da uzun süreli konaklamaların sonunda bazıları Adalar’a kalıcı olarak yerleşmiştir. Böylece Adalar’da hem bir edebiyat ortamı oluşmuş hem de “Adalı edebiyatçı” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu edebiyatçılar bazen eserlerinde Adalar’ı anlatmış bazen de pek çok farklı türde eser vererek bu sessizliği bir sese dönüştürmüştür.
Bugün onlardan geriye kalan evlerin, mekânların sayısı ne yazık ki çok az, ziyarete açık olanlar ise sadece Sait Faik’in ve Hüseyin Rahmi’nin müze evleri. Halbuki dünyanın en özel coğrafyalarından birindeki bu evler yerli yerinde dursaydı bugün kim bilir neler görecektik... Şimdi, göremediklerimizi hayal edip onlardan kalanları bulmaya çalışacağız. Bunu yaparken biraz da satır aralarında gezeceğiz.

Büyükada sevdalıları
Yüreğim sızlayarak gözlerim âfâka dalar,
Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.
Leblerim sîneni, çeşmim gene mehtâbı arar
Yâda geldikçe çiçeklerle dolu şen Adalar.
Ahmet Refik Altınay’ın “Şen Adalar" şiirinden.
Bugün pek hatırlamadığımız ama yaşadığı dönemde “Adalar Şairi” olarak bilinen Tahsin Nahid’in Büyükada’nın bir edebiyat mahfeli olmasında büyük katkısı vardır. Tahsin Nahid ve eşinin Maden’deki evleri adaya gelen sanatçıların buluştukları uzun akşam yemeklerinde edebiyattan ve sanattan sohbet ettikleri bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Nahid, Yakup Kadri ve Yahya Kemal’in Büyükada’ya yerleşmesini sağlamıştır.
Yakup Kadri Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda bu buluşmaları ve Yahya Kemal’le birlikte Büyükada’ya taşınmalarını şöyle anlatır:
"O zamanların en güzelini, en şevklisini, en şetaretlisini dostlarımız Tahsin Nahit’le eşinin konukseverliği sayesinde, bize Büyükada’da yaşamak nasip olmuştur. ‘Tahsin Nahit’le eşinin konukseverliği’ dedim. Çünkü onların Maden’deki evi hepimizin toplantı yeri ve cazibe merkeziydi. Tahsin Nahit her şeyden önce, adalar, ada çamlıkları, ada mehtapları şairi olarak tanınmış, hanımı ise Büyükada’da doğup yetişmişti ve diyebilirim ki bize adanın güzelliklerini öğreten, adayı sevdiren de onlar olmuştur.”1

Tahsin Nahid’in tavsiyesiyle 1913’te Büyükada’ya gelen Yahya Kemal Beyatlı ise ilk yıl Savoy Oteli’nin üst katında, penceresi caddeye bakan güzel, iç açıcı bir odada; ardından da Splendid Oteli’nde konaklamıştır. Sonraki yıl Yakup Kadri de Büyükada’ya gelince birlikte Azaryan Yokuşu’nda, denize nazır iki yatak odalı, arkada mutfağı ve hizmetçi odası bulunan bir köşk kiralayıp ev arkadaşı olmuşlardır.
Büyükada’da yeni dostlar edinen Yahya Kemal, davet edildiği akşam yemeklerinde kendisini zevkle dinleyen dostlarına tarihten, mitolojiden söz edip bol bol şiirler okumuş, neşeyle geçen bu yazın sonunda herkes şehre döndüğü için Büyükada’yı saran sessizliği ve hüznü de “Viranbağ” şiirinde dile getirmiştir:
Adalar’dan yaza ettik de vedâ
Sızlıyor bağrımız üstündeki dağ,
Seni hâtırlıyoruz Vîranbağ!
Yahya Kemal, Darülfünun’daki görevine ek olarak kısa bir süre Heybeliada’daki Bahriye Mektebi’nde de tarih öğretmenliği yapmıştır. Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl Kısakürek bu dönemde Yahya Kemal’in öğrencisi olmuştur.
Yakup Kadri sonraki yıllarda da Büyükada’dan vazgeçmemiş; evlendikten sonra da eşi Leman Hanım’la her yaz adaya gelmiştir. Zaman zaman kiraladıkları evlerde kalmışlarsa da Anadolu Kulübü kurulduktan sonra burada konaklamayı tercih etmişlerdir.
Yahya Kemal, dostu Ziya Gökalp’i Büyükada’ya taşınmaya ikna etmiş, onun yerleşmesinden sonra Ahmet Ağaoğlu, Hamdullah Suphi, Celal Sahir, Necmettin Sadık, Fuat Köprülü de sık sık adaya gelmişlerdir. 1924’te hastalığı ilerleyen Ziya Gökalp Nişantaşı’ndan Büyükada’ya götürülmüştür. Burada geçirdiği hasta günlerinde Türk Medeniyet Tarihi adlı kitabının düzeltilerini yapmıştır.

Neredeyse bütün ömrünü Büyükada’da geçiren Ahmet Refik Altınay şarkılarında, şiirlerinde Adalar’ı anlatmış, adadan uzak kaldığı zamanlarda ada şiirleri okuyarak hasret gidermiştir. Hastalığı sırasında İstanbul’a götürülen Ahmet Refik vasiyeti üzerine Büyükada Mezarlığı’na gömülmüştür. “Ada Şairi” olarak ünlenen diğer bir şair ise Mehmed Celal’dir. Sevdiği Rum kızı Anna için yazdığı şiirleri Ada’da Söylediklerim adıyla kitaplaştırmıştır.
Büyükada’nın yerlisi sayılan Recaizade Mahmut Ekrem önce Ağasi Efendi Köşkü’nde yaşamış, ardından da ailesiyle Nizam’da Mahmud Ekrem Bey Yalısı olarak bilinen bahçeli, kârgir eve taşınmıştır. Ölümünden sonra bu ev kendisi gibi edebiyatçı olan oğlu Ercüment Ekrem Talu ve kardeşi Muvakkar Bey’e kalmıştır.
Bir süre Büyükada Maden’de yaşayan ve adaları şiirlerine konu edinen şairlerden biri de Halit Fahri Ozansoy’dur. “Ada Akşamları” şiirinde bir yaz mevsimi için yaşanan üzüntüyü dile getirmektedir:
Gün sönerken bir akşam baktım da ıssız
Dil’e Yazık, dedim, bu yıl da Adalar’da yaz bitti!
Dalgalar köpürürken indim sonra sahile,
Kalbim sanki içinden uğultular işitti...
Cevat Şakir Kabaağaçlı, yani Halikarnas Balıkçısı ilköğrenimini Büyükada’da tamamlamış, Robert Kolej’de okurken de yazlarını ailesiyle Büyükada’daki Rosola Köşkü’nde geçirmiştir. Cevat Şakir’in yeğeni ve aynı zamanda ailenin birbirinden yetenekli sanatçılarından biri olan Şirin Devrim bugün yerinde bir apartman bulunan köşkte geçen çocukluk yıllarının Büyükada’sını şöyle anlatmaktadır:
“Büyükbabamın oymalı süsleri olan üç katlı yayvan ahşap köşküne, köşkün geniş odalarına, kurnalı hamamına, lavanta ve hanımeli kokan bahçemize, evin önünden bizi iskele meydanına indiren parke taşlı yollara, turkuvaz renkli çamlık koylara bayılırdım.”2

Cumhuriyet döneminde eleştiri ve deneme dışında eser vermeyen sayılı yazarlardan Nurullah Ataç gerçek bir ada âşığıdır. Adada yaşamak, yazmak onun için vazgeçilmezdir. 22 Eylül 1953’te güncesinde İstanbul’a gittiğinde yazı yazmadığından şikâyet etmektedir: “Kaç gündür ne yazdım ne de kitap okuyabildim. Dün döndüm Ankara’ya. İstanbul’daydım. Orada doğmuşum, orada büyümüşüm, ama sevmem o şehri. Bir Büyükada’dan hoşlanırım o kadar.”3
Nurullah Ataç, kızı Meral doğduktan kısa bir süre sonra eşiyle Büyükada’ya yerleşmiştir ancak gelip gitmek zor olduğu için ilk yıllarda kışları İstanbul’da geçirmişlerdir. Meral Ataç Tolluoğlu babasına ve Büyükada’ya dair hatırladıklarını Babam Nurullah Ataç kitabında büyük bir içtenlikle dile getirmektedir:
"Doğa bakımından ada, kışın yazdan bin kere daha güzeldir. Adanın yerlileri sanki hısım akraba gibidirler. Herkes birbirini tanır, birbiriyle selamlaşır, hal hatır sorar. Böyle bir yerde yaşamak insana hem mutluluk, hem de güven verir. Ayrıca amcamlar da yaz kış adada oturuyorlardı. Babamla annem, bütün bunları düşünüp taşındıktan sonra, tekrar adaya yerleşmeye karar vermişlerdi. Amcamla babam, her sabah daha gün ışımadan kalkıp vapura yetişiyorlar, geç saatlerde dönüyorlardı. [...] Vapurda eğlendiklerini, öbür adalardan da tanıdıklarının bindiğini söylerlerdi. Akşamları eve dönünce vapurda olanları anlatırlardı. Amcamı da babamı da lodos tutmazdı. Hava lodos olunca, ‘Ne güzel, bugün vapurda beşikte sallanır gibi sallandık’ derlerdi.”4
Sessizliği sevdiği için ailesiyle 1930’larda Büyükada’da (bugün de aileye ait olan) bir köşke yerleşen Reşat Nuri Güntekin, köşkün bahçesinde akraba ve dostlarını ağırlamaktan büyük keyif alırmış. Kızı Ela Güntekin birkaç aylık bebekken geldiği Büyükada’da zamanla babasının en iyi yürüyüş ve sohbet arkadaşı olmuştur. Uzun yıllar ailece yazları burada geçirmişlerdir. Ela Güntekin çocukluğundan bir yaz gecesini şöyle anlatır:
"Çok sıcak bir yaz günü, korkunç sıcak bir gündü, evde uyuyamadım. Bahçede tahta kanepeler var, hemen o kanepelerden birine gittim. Bir de gördüm ki başka bir kanepede babam uzanmış, belli ki o da uyuyamamış. ‘Sen misin kız?’ dedi, ‘Gel uzan sen de’. Bir kanepede ben, diğerinde babam. Birlikte yıldızları izledik. Babam yıldızlardan bahsetmeye başladı, onların Farsça adlarını söyledi, yollarını anlattı uzun uzun.”5
Reşat Nuri, Akşam Güneşi romanında Büyükada izlenimlerini kaleme almıştır.

Edebiyatın sarnıcı Heybeliada
Uzun süre Kadıköy’de yaşadıktan sonra Heybeliada’ya yerleşen Ahmet Rasim ömrünün son günlerini burada geçirmiş, kıvrak kalemi ve son derece eğlenceli üslubuyla İstanbul’u anlattığı yazılarında Adalar’a da yer vermiştir. Kitabe-i Gam Ahmet Rasim’in Heybeliada’da tanıdığı ve sevdiği güzel kadın için yazdığı bir mektup romandır.
Geç kaldığı bir gecenin sabahında karısı Heybeliada’daki evinden Ahmet Rasim’i uğurlarken, “Sakın geç kalma erken gel, artık tahammül edemiyorum, bu gece gün batmadan gel” diye rica etmiş. Ahmet Rasim de ada vapurunda karısının bu sitemini bir şarkı güftesi yapmış ve dostu Tatyos Efendi de şu unutulmaz şarkıyı bestelemiştir:
Bu akşam gün batarken gel
Sakın geç kalma erken gel
Tahammül kalmadı artık
Sakın geç kalma erken gel...
1900’lü yılların başlarında Heybeliada’da bir evde on yıl kiracı olarak yaşayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hıdiv Abbas Paşa’dan satın aldığı arsaya Gürpınar Köşkü’nü yaptırmış ve ölümüne dek sadece burada yaşamıştır. Sonradan müze eve dönüştürülerek ziyarete açılan köşk, Heybeliada’nın Burgaz’a bakan cephesinde, üç katlı, üç cephesinden de deniz görünen ve ada yerleşiminin uzağında, orman içinde, oldukça dik bir yokuşla tırmanılan tepenin yamacındadır.
Köşkün az sayıdaki ziyaretçilerinden Şükûfe Nihal, “Buraya gelmek için tayyareye binmeli!” diye sitem edince Hüseyin Rahmi tüm muzipliğiyle cevap verir: “Hakkınız var, benim evin yolu benden daha meşhurdur!”
Hüseyin Rahmi Kokotlar Mektebi’nde Heybeliada’daki yaşamını anlatmış, Sevda Peşinde ve Tebessüm-i Elem romanlarında da adaya yer vermiştir.
Bahçesinde toprakla, çiçeklerle ilgilenmeyi çok seven yazar, dinlenmek için, kadınların yanında geçen çocukluk yıllarından kendisine miras kalan örgü ve nakış işiyle uğraşırmış. Kısa bir süreliğine Mısır’a gitmişse de Heybeliada’dan asla kopmamış, mezarının da burada olmasını vasiyet etmiştir.
Heybeliada’da doğan ve on yaşına kadar burada yaşayan Aziz Nesin Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’de çocukluk günlerinin Heybeli’sini, orada yaşayanları çok canlı bir dille, en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır:
“Tavuk, hindi beslerdik. Babam tavuklar için İstanbul’dan yem getirirdi. Hindileri beslemek için de babamın bulgusu olan bir besin vardı: Meşe palamutu. Adada çamlar arasında meşe çoktu. Torbalar dolusu meşe palamutu toplardık. (...) Kısacası bizler ucuz yaşamak, ucuz yaşamanın yollarını arayıp bulmak zorundaydık. Adada su kaynakları olmadığı için Ada evlerinin çoğunda sarnıç vardı. Bizim küçük evimizde sarnıç yoktu. Para vermeyelim diye eşekle su taşıyan suculardan da su alamazdık. Kız kardeşimle ikimiz –ama daha çok kız kardeşim– iskele alanındaki çeşmeden bakır güğümle eve su taşırdık.”6
Heybeliada denince akla gelen isimlerden biri de Zeyyat Selimoğlu’dur. Çevirmen olarak Türkçeye pek çok kitap da kazandıran Zeyyat Selimoğlu, öykülerinde gemileri, gemilerde yaşayan / çalışan insanların farklı yaşamlarını ele almıştır. Direğin Tepesinde Bir Adam yayımlandığı dönemde çok ilgi görmüş bir öykü kitabıdır. Gemi Adamları adlı kitabında da tüm deniz öyküleri bir araya getirilmiştir.

Sait Faik'ten Peride Celal'e Burgazadası
Öykülerinde Adalar’ı, balıkçıları, balıkları anlatan ve adı Burgazadası’yla özdeşleşen Sait Faik Abasıyanık ömrünün son on yılını çoğunlukla Çayır Sokak 15 numaradaki köşkte geçirmiştir. Köşk Sait Faik’in annesi Makbule Abasıyanık’ın vasiyeti üzerine müzeye dönüştürülerek Sait Faik Abasıyanık Müzesi adıyla 22 Ağustos 1959’da Burgazadası’nı Güzelleştirme Derneği tarafından açılmıştır. Müzenin bakım, onarım gibi sorumlulukları Darüşşafaka Cemiyeti’ne bırakılmıştır. Türkiye’nin en çok gezilen müzelerinden olan ve 2013’te modern müzecilik anlayışıyla yeniden düzenlenen Sait Faik Abasıyanık Müzesi yazarı tanımak isteyenler için eşsiz bir deneyim sunuyor.
Sait Faik Burgazada’sız, Burgazadası Sait Faiksiz düşünülemez. Biri diğerini çağrıştırır her zaman, Burgazadası ve Sait Faik, madeni bir paranın iki yüzü ya da bir fotoğrafın arabı ve beyazı; biri olmadan diğeri hep eksik kalır.
“İşte çocukluğumun ve ilkgençliğimin haritalarındaki adalar beni, sonunda bir gün özlediğim adaya tesadüfen bırakıverdiler. Yaşım orta yaşı bulmuştu ama, nihayet asıl yuvama dönmüştüm. Sanki on dört yaşında sarışın bir oğlanken basıp gitmiştim. Bir motor beni alıp büyük şehirlere götürmüştü. (...) İşte bitkin, işte yorgun, işte hepsini yitirmiş, gittiğim motorla geri dönmüştüm.”
Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünden.
Halide Edip Adıvar da İstanbul’un gürültüsünden kaçıp Burgazadası’na yerleşenlerden biri. Zafiriadis Evi olarak bilinen gül bahçesi içindeki mor salkımlı bu ev Halide Edip’in anılarında özel bir yere sahip:
“Nihayet Burgaz’da bir ev tuttuk, gittik. Ev, eski biçim, geniş sofalı, mor salkımlı, bahçesi gül, hanımeli kaplı bir yerdi. Orada hayat benim için tamamen değişti. Adeta Beşiktaş’taki evde yaşıyor gibi olurdum. Dik bir sırtın üstünde idi. Önü denize kadar çamlık, aşağısı kumluk, pencerelerinin önünden mavi denize bakar dururdum. Oraya hasta gittim, orada yalnız maddi değil manevi muvazenemi de buldum. Hilkatin insanlara tabiat sayesinde verdiği güzellik ve günlük hazlar içerisinde yaşadım. Sabahleyin çocuklar dadıları ile ben de aşçıyı da alarak eşeklere binip tepedeki çamlığa çıkıyor, akşama kadar orada yiyor, içiyor, yaşıyordum.”7
Halide Edip’in Raik’in Annesi adlı romanının bazı bölümleri Burgaz’da geçmektedir.
Burgazadası’nın yazar konuklarından biri de Peride Celal’dir. Burgaz, Sait Faik gibi onun da öykülerinin bir parçası olmuştur. Ancak o yitip giden aşkları aradığı öykülerinde Sait Faik kadar iyimser değildir ve Adalar’ın insan elinde yok olup gideceğinin tasasını taşır.
“Adalar yaklaşıyordu. Denize gömülmüş ağır kaya parçaları gibi kapkara peş peşe dizilmişlerdi uzakta. Yaklaştıkça büyüyüp renklenmeye başladılar. Mavinin içinde kümeleştiler, çamlar, mazılar, böğürtlenler, kocayemişlerle dolu sırtları, koyu yeşile dönüştü yavaş yavaş. Tepelerinde, kıyılarında evler belirdi. Deniz kenarında apartmanlar bile vardı birbirine yapışmış. Betonlar, betebeliler, kırmızı tuğladan, kara tahtadan, renk renk, biçim biçim.”9
“Bir gün doğup büyüdüğüm topraklardan ayrılmak zorunda kalsaydım, vatan diye en çok yüreğim sızlayarak özleyeceğim yer Burgazada olurdu” diyen Bercuhi Berberyan’ın Burgazada Sevgilim kitabını da anmadan Kınalıada’ya geçmeyelim.

Mekan, zaman, Kınalıada
Uyukluyor uzakta
Tek başına bir yalı
Marmara’ya sıcakta
Sermiş postu Kınalı
Fazıl Ahmet Aykaç’ın “Yazın” şiirinden.
Nüktedanlığı ve hoşsohbeti herkes tarafından dile getirilen Fazıl Ahmet Aykaç, Kınalıada’nın simgesi olmuştur. Mizah alanına önemli yenilikler getirmiş, pek çok ünlü şairin şiirini taklit ederek yazdığı şiirler o dönem dilden dile dolaşmıştır.
Fazıl Ahmet Kınalıada’daki evinde başta İhap Hulusi olmak üzere pek çok arkadaşını ağırlamış, Hulusi de dostluklarını ve rakı sohbetlerini Kulüp Rakısı için çizdiği etiketle ölümsüzleştirmiştir.
Hukukçu, yazar Hrand Asadur ile tanınmış bir yazar ve şair olan eşi Zabel Asadur (doğumu Hancıyan) uzun yıllar Kınalıada’da Derunyan Evi olarak bilinen dört katlı ahşap evde yaşamışlardır.
On altı yaşındayken Anadolu’daki Ermeni kızlarının eğitim ve öğrenimleri için okullar ve yetimhaneler açmayı amaçlayan “Azkanıver Hayuhyats Ingerutyun”unu (Milletperver Ermeni Kadınlar Derneği) kuran Zabel Asadur, Masis dergisinde “Sibil” imzasıyla yayımladığı makalelerinde, kadınların sorunlarını dile getirmiş; kendini kadının özgürleşmesi davasına adamıştır. Ermenice süreli yayınlarda yazılar yazan, Fransızcadan çeviriler yapan Asadur, Esayan ve Getronogan okullarında Ermenice öğretmenliği de yapmıştır.
Asıl adı Zareh Yaldızcıyan olan Zahrad uzun yıllar Kınalıada’da yaşamıştır. İlk şiir kitabı Büyük Şehir 1960’ta yayımlanan şairin şiirleri yirmi beş dile çevrilmiştir. Şiirleri Türkçeye karikatürist Ohannes Şaşkal tarafından tercüme edilmiş üç seçkide yayımlanmıştır: Yağ Damlası, Yapracığı Gören Balık, Işığını Söndürme. Şiirlerinde mekân duygusunu öne çıkaran Zahrad için söz konusu mekân her zaman Adalar olmuştur.
Sahilinden geçecek olsanız Kumkapı’nın
a) leziz bir balık yemeyi düşlersiniz
b) deniz üstünde yürüyüp gitmek istersiniz Adalar’a
c) yaşam ne çabuk geçti diye düşünürsünüz
d) hatırlarsınız beş lira borcunuz olduğunu Agop’a
DİPNOTLAR
1. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul 1990, s. 135.
2. Şirin Devrim, Şakir Paşa Ailesi, Doğan Kitap, İstanbul 2000, s. 23.
3. Nurullah Ataç, Günce (1953-1955), YKY, İstanbul 2005, s. 104.
4. Meral Ataç Tolluoğlu, Babam Nurullah Ataç, YKY, İstanbul 1998, s. 42-43.
5. Adalar Müzesi kuruluşunda yapılan sözlü görüşmelerden.
6. Aziz Nesin, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez- Yokuşun Başı, Nesin Yayınları, İstanbul 2008, s. 32-33.
7. Halide Edip Adıvar, Mor Salkımlı Ev, Can Yayınları, İstanbul 2007, s. 150-151.