Sanat ve yaşam dolu bir ev

Fotoğraf
Sefa Yamak
24 Ağustos 2021 - 16:48

İyi ki İBB var dedim o günün sonunda. Kurban Bayramı’nın üçüncü günü uzun zamandır ziyaret etmek istediğim Yakacık’taki İBB Sanatçı Yaşam Evi’ne misafir oldum. Hem bir bayram ziyareti olsun hem de bu sayının röportajı ziyaretim sırasındaki sohbetin bir özeti olsun istedim. Gerçekten çok etkilendim. 2011 yılında sanatçılara ev sahipliği yapmak üzere kurulmuş bir tesis burası. Neyle karşılaşacağımı bilmiyordum Yakacık’a giderken. İlk olarak rahmetli Altan Karındaş’tan duymuştum böyle bir tesisin varlığını. Kendisi de gelmeyi istemişti ama pandemi sürecine denk geldiği için seyahat kısıtlamaları nedeniyle kısmet olmamıştı.

Sıcak bir temmuz gününde püfür püfür esen, mis gibi havalı bir tepede konuşlanmış Yaşam Evi’nin güler yüzlü çalışanlarıyla karşılaşınca kendimi iyi hissetmeye başlamıştım bile. Sohbet ettiğim tüm sakinlerin “yakışıklı müdürümüz” diye bahsettikleri ve çok sevdikleri belli olan Fatih Aksu’yu tanımak bana ayrı bir mutluluk verdi. Fatih Bey, Yaşam Evi açıldığı günden beri burada. Tüm sanatçılarla tek tek ilgileniyor ve bunu yürekten yaptığı o kadar belli ki. O gün beş sanatçımızla sohbet etme şansı buldum ve beni en mutlu eden nokta şu oldu: Buradaki tüm sanatçılar tıpkı tesisin isminde olduğu gibi gerçekten yaşama çok bağlılar. Birazdan okuyacaksınız, sanatın farklı dallarından sanatçılar Yaşam Evi’nde çalışmaya, üretmeye, okumaya, yazmaya, izlemeye devam ediyor. Hayata başlangıçları ne kadar farklı olursa olsun, burası benzer yaşam tecrübelerinden geçmiş, benzer deneyimler yaşamış insanların bir araya geldiği bir yuva. Ömrümüz yeterse hepimiz yaşlanacağız, hayattan kopmadan, çalışarak, üreterek, düşünerek, paylaşarak ve iyi bakılarak bir yaşlılığın mümkün olduğunu görmek beni çok mutlu etti. Bu projeyi düşünen, hayata geçiren, özenle sürdüren ve sanatçılarımızı yaşama bağlayan, emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Teşekkürler İBB, iyi ki varsın.

Aysel Sarman

AYSEL SARMAN
TİYATRO OYUNCUSU - TAKI TASARIMCISI

Aysel Hanım, çocuk tiyatrosuyla başladı oyunculuk hayatınız değil mi?

Evet, 11 yaşındaydım. Türk sinemasında bir karakter oyuncusu olan dayım Eşref Vural’ın ve yaşadığımız semt Kasımpaşa’nın bu mesleği seçmemde büyük etkisi oldu. Kasımpaşa’da Kambur Ali Bey Köşkü diye bilinen bir köşk vardı. Sürekli plato olarak kullanılırdı, hiç boş kalmazdı. Hemen hemen o zamanlarda çekilen tüm filmlerde kullanılmıştır. Sanırım o film çekimleri beni çok etkiledi. Sinema benim için imkânsızdı çünkü ailem kesinlikle sinema sektöründe çalışmama karşıydı ama tiyatroya bir vesileyle başladım. Annem benim doğumumda vefat ettiği için şımarık bir çocuk olarak büyüdüm. Babam ve babaannem beni yetiştirdi. Tiyatroya başladıktan sonra çok asi oldum, 13 yaşımda evi terk ettim. Ailem, ben iyi bir tiyatrocu oluncaya kadar mesleğime karşı çıktı.

Çocukluğunuzun Kasımpaşa’sını anlatır mısınız bize?

Çok güzel bir semtti Kasımpaşa, anlatamam size. O bayramlar, o kandiller... Bir meydanımız vardı, Tabakhane Meydanı  şimdi Kızılay Meydanı olmuş adı galiba– o meydanın çevresindeki bütün evlerin kapıları, pencereleri açık olurdu. Biz 8-10 çocuk hangi ev yakınsa oraya gider, susamışsak su isterdik, acıktıysak hemen yemek verirlerdi hatta tuvalet ihtiyacımız varsa orada giderirdik. Gerçekten çok sıcak bir mahalle ve komşuluk kültürü vardı o yıllarda.

Evden ayrıldıktan sonra Kasımpaşa’dan uzaklaştınız mı?

Hayır, mahalle arkadaşımın evinde yaşamaya başladım. Sonra ablası evlenip Harbiye’ye taşınınca ben de onlarla Harbiye’ye geçtim. O yıllarda ünlü kadın yönetmenimiz Bilge Olgaç’la tanıştım. Bu tanışma yıllarca sürecek bir dostluğun ve birlikte çalışmanın da başlangıcı oldu. Onun asistanlığını yapıyordum. Yine o yıllarda Bilge Olgaç aracılığıyla Ahmet Gülhan’la tanıştım ve onun tavsiyesiyle Ulvi Uraz Tiyatrosu’na girdim. Rahmetli hocamızın çok emeği vardır ve çok güzel bir kadromuz vardı: Kemal Sunal, Perran Kutman, Şemsi İnkaya, Ayben Erman, Burhan İnce, Gürol Gökçe...

1960’ların sonu, ‘70’lerin başı olmalı...

Evet, 1969-70. Üç yıl Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda çalıştım ve ne öğrendiysem orada öğrendim. Bu arada hem tiyatroda çalışıyordum hem de sinemada kamera arkasında Bilge Olgaç’a asistanlık yapıyordum. O dönemde Kazancı Yokuşu’nda meşhur Sorma Gir Sokak’ta Bilge ile altlı üstlü yaşamaya başladım. Bilirsiniz, meşhur bir sokaktır, çok maceralarımız var orada (gülüyor). Bir gün onları da anlatırım.

Uraz Tiyatrosu’ndan sonra nereye geçtiniz?

Gen-Ar Tiyatrosu’nda Orhan Erdamar’la çalışmaya başladım. Üç yıl kadar da orada çalıştım. Daha sonra Muzaffer Hepgüler ve başka irili ufaklı tiyatro ekiplerinde çalışmaya devam ettim.

Aysel Sarman

Kanto yaptığınızı da duymuştum. Bu sanatın son temsilcilerinden birisiniz. Anlatır mısınız biraz lütfen?

Çok kısa bir süre kanto yaptım ama çok güzel bir deneyim oldu. Bilge ile çalışırken meşhur yapımcı-yönetmen ve işadamı Hasan Kazankaya’yı tanıma şansım olmuştu. Hasan Bey, Kent Pasajı’nın altında Goldfinger adlı bir kulüp açtı, çok güzel de bir kadro yapmış; Patricia Carli, Erkut Taçkın, Selçuk Ural, Nükhet Duru ve Gökben. Fakat kantocu bulamamış. Nurhan Damcıoğlu’ndan dolayı da bir kanto furyası var. Benim tiyatrocu olduğumu duyunca yakaladı kolumdan, “Sen sahneye çıkıyorsun!” dedi. Olurdu olmazdı, kıyafetim yok, şarkı da bilmiyorum. “Oyunda söylediğin kantolardan birini söylersin, üstelik senin arkana öyle bir orkestra koyuyorum ki seni bülbüle çevirir!” dedi.

Hangi orkestra eşlik etti size?

Üstün Poyrazoğlu Set. Gerçekten o dönemin en meşhur orkestralarından biri, İstanbul’un kasırgası. Neyse, kıramadım Hasan Bey’i, çok iyiliklerini de görmüştük. Bir deneyeyim dedim. Provalar başladı. Ben mikrofon tutmayı bile bilmiyorum ama orkestra o kadar iyi ki, bana da çok sıcak davranıyorlar, beni yumuşattılar. Kendime bir güven geldi, yaparım herhalde bir şeyler diye düşündüm. Kostümümü de Hasan Bey ayarladı. İlk gece geldi çattı, elime bir mikrofon verdiler, o dönemin meşhur mikrofonu, bilirsiniz küp şeklinde, ben heyecandan mikrofonun sesini kapamışım ama söylediğimi zannediyorum (gülüyor). Sonra davulcu gelip mikrofonu açtı, ben bir panik oldum ama programa devam ettim. Birkaç yerde daha sahne aldım ama dediğim gibi çok kısa bir dönem kanto söyledim. Hasan Bey’e olan vefa borcumu ödemiş oldum. Bir süre sonra da evlendim ve hem sahneyi hem de tiyatroyu tamamen bıraktım.

Eşiniz de tiyatrocu muydu?

Hayır, Sümerbank’ta çalışıyordu, emekli olunca önce ben Ortaköy’de bir butik açtım, sonra birlikte yanındaki binayı kafe olarak işlettik. Eşim rahatsızlanıp vefat edinceye kadar başarılı bir iş yaşantımız oldu. Eşimi kaybedince yalnız kalmak beni korkuttu ve bir huzurevine yerleşeyim diye düşündüm. Sanatçı Yaşam Evi’nden haberim yoktu benim.

Buraya gelmek için siz başvurmadınız o zaman?

Hayır, ben bir huzurevine yerleşmek için başvurmuştum ve bildiğim kadarıyla çok uzun süre sonra cevap geliyordu ama sadece iki ha a sonra bana döndüler. Bir sosyolog hanım geldi benimle görüşmeye ve yarım saat sohbetten sonra “Sizin bir yeriniz var” dedi “Sanatçı Yaşam Evi”. Ben ilk defa o zaman duydum. 15 gün içinde de buraya geldim, gelirken daha evim dağılmamıştı. Eşimi, dostumu çağırıp ihtiyacı olanlara dağıttım eşyalarımı. Bir de en kısa sürede buraya kabul edilen ben olmuşum (gülüyor).

Gerçekten ilginç çünkü buraya gelen misafirlerin oldukça detaylı bir süreç sonrasında Sanatçı Yaşam Evi’ne davet edildiklerini biliyorum. Peki buradaki günleriniz nasıl geçiyor?

Ben eşimle evlendikten sonra otantik takı tasarımı yapmaya başlamıştım, takılar yapmaya devam ediyorum. Mesela şu anda kulağımda gördüğünüz küpeleri ben yaptım, buradaki arkadaşlarım için de yapıyorum. 30 yıldan beri bu işten ekmek yiyorum.

Şimdi size bir rol teklifi gelse oynar mısınız?

Ben zaten bir filmde oynadım. Yusuf Sezgin ve Muhterem Nur’un başrollerini oynadıkları Veysel Karani, tarihî bir filmdi. Filme asistan olarak gitmiştim, anlaştıkları oyuncu gelmedi, setteki tek genç kız ben olduğum için rolü bana verdiler (gülüyor). Yani böyle bir deneyimim var.

Peki şimdi böyle bir teklif gelse?

Sinemada istemem ama tiyatro yapmak isterim, ölmeden bir kez daha o sahnenin tozunu yutmak isterim. Mesela bizi buradan Şehir Tiyatroları’na davet ettiler, kulise girince, o kokuyu alınca gözyaşlarımı tutamadım. Tiyatrocu sahnede ölmeli zaten.

Günay Kosova

GÜNAY KOSOVA
FİLM YAPIMCISI - YÖNETMEN

Günay Bey, duyduğuma göre bir dünya rekorunu elinizde bulunduruyormuşsunuz.

Evet, ben dünya sinemasında acayip bir adamım. Tam bin 700 filmde çalıştım. Yok böyle bir sayı!

Nasıl başladınız peki sinemaya?

Çok küçük yaşlarda kendi yaptığım makinelerle mahallenin çocuklarına film oynatarak başladım.

Nerede?

Samsun’da. Yazlık sinemalara girerdim, Lale Sineması, Zafer Sineması vardı. 12’de sinema dağılırdı, ben sinemada kalırdım. Daima makine dairesinin karşısında durur beklerdim. Makinist çıkar giderdi, kimse kalmazdı sinemada. Hemen makine dairesine girer bir kısım, iki kısım, hemen koltuk altına, tıııııırt (El işaretleriyle oradan gizlice uzaklaştığını anlatıyor) duvardan atlayarak kaçardım. Üzüm kasalarını bilirsin, onlardan makine yaptım. Merceği fotoğrafçı abilerden alarak. Vallahi de billahi de Sait Bey, Fazıl Kadı, Subaşı mahallelerinden bütün çocuklar gelirdi bizim bodrum katına, seans yapardım. Mesela yüz kişi gelirdi, otuzar otuzar alırdım, çünkü o kadar büyük değildi bodrum katı.

Bilet de keser miydiniz?

Tabii, 100 para! 100 parası olmayana, gelmiş ta nerelerden, “O zaman sen gazoz kapağı ver” derdim (kahkaha atıyor). Gazoz kapağına film oynatırdım yahu.

Sonra?

Sinema aşkı böylece başlamış oldu. Öğrencilik yıllarım İzmir’de geçti ama matematik sıfır. İlkokulu borçlu geçtim. Tepecik Ortaokulu’na başladım. Açılışını rahmetli Menderes yapmıştı. Hiç unutmam, açılışta beni gördü, yanına çağırdı, “Gel bakalım!” dedi. Sapsarı bir çocuktum. Adımı sordu, “Günay” dedim, “ama arkadaşlarım Sarı derler, kızdırmak isteyen arkadaşlarım da ‘Sarı Çıyan’ derler” dedim. Çok güldü Menderes. O gün ziyareti boyunca elimi hiç bırakmadı. Giderken bana “Allahaısmarladık Sarı Çıyan” deyip yanaklarımdan öptü.

İstanbul’a ne zaman geldiniz?

Okumayı ortaokuldayken bıraktım. 1965’te İstanbul’a geldim ve hemen sinema setlerinde iş aramaya başladım. Sinemadaki ilk işim hamallık oldu. Üç filmde hamallık yaptım. Para için değil sırf sinema sektörüne girebilmek için. Çocukluk arkadaşım Necati Tuna set amiriydi, ondan rica ettim bana iş bulmasını çünkü o atmosferi sevmiştim. Bana Yılmaz Atadeniz’in setinde bir iş buldu. Yılmaz Bey dünya güzeli bir adam, beni çok sevdi.

Neydi göreviniz?

Set işçiliği, yine hamallık ama dekor da yapıyordum, oyunculara yardım da ediyordum. Üç beş film sonra set amiri oldum. Yücel Uçanoğlu’nun filmlerinde set amirliği yaptım. Bu arada eğer artist bir hata yaparsa Yücel Abi’ye fısıldıyordum. Bu durum Yücel Bey’in dikkatini çekti ve bir süre sonra beni reji asistanı yaptı. Eşi Esen Püsküllü de beni çok severdi. Arkadaşlarımın desteğiyle bir süre sonra rejisör ve daha sonra da yapımcı oldum.

Tam anlamıyla çekirdekten yetişmesiniz.

Kökünden başladım ben bu işe. Hani bazıları vardır ya, Allah onları rejisör yaratmış: Hadi oradan! Öyle şey olur mu?

Günay Kosova

Beraber çalışmaktan en çok keyif aldığınız, en uyumlu çalıştığınız sanatçılar kimlerdi?

Öztürk Serengil, Türkan (Şoray), hepsi hemen hemen. Onlar beni çok severler.

En sevdiğiniz filminiz hangisi?

Bazıları Cacık Sever, sonra Çarli’nin Kelekleri. Aydemir Akbaş’la on iki film yaptım. Onu sinemaya ben kazandırdım diyebilirim. Aydemir, Haldun Dormen’le çalışıyordu, pek önde değildi. O da Arnavut’tur benim gibi, o yüzden birbirimizi çok severiz.

Nasıl karar verdiniz Aydemir Akbaş’la çalışmaya, nasıl bir ışık gördünüz?

Tam bir fırlama tipi var!

Bildiğim kadarıyla çok iyi eğitim almış, Galatasaray mezunu Aydemir Akbaş.

Tabii yahu! Fransızcası en az Türkçesi kadar iyidir. Bilmezler, korkunç kültürlüdür.

Günay Bey, biraz da sizin İstanbul’unuzdan bahsedelim lütfen.

Kenar mahalle yaşamı. Üsküdar Fıstıkağacı’ndan çıkmayım ben, Beyoğlu’nun kenar mahallelerinden çıkmayım. Reşit’in kahvesine takılırdık Beyoğlu’nda. İlerleyen zamanlarda eğlenmek için Kulüp 12’den çıkmaz olduk. Filmlerimin çok sahnesini Kulüp 12’de çekmişimdir. Sonra bir de Papirüs’e çok giderdik.

Bugünkü Yeşilçam’ı nasıl görüyorsunuz?

İsim olarak kaldı artık. Stili bitti. Sanayi olamadı. Yeşilçam hep acımasızca eleştirildi. Amerikan filmlerini izleyip Yeşilçam filmlerine not verdiler. Bir Amerikalı buraya gelse bizim tekniğimizle film çekmeye kalksa tek bir kare fotoğraf bile çekemez! Yeşilçam çok sınırlı imkânlarla bir mucize gerçekleştirdi.

Sanatçı Yaşam Evi’ndeki hayatınız hakkında neler söylemek istersiniz bize?

Çok memnunum. Bir oda, beş adalı, on numara bir tesis burası.

Selma Selçuker

SELMA SELÇUKER
GAZETECİ - HALKLA İLİŞKİLER UZMANI

Selma Hanım bana sizin İstanbul’unuzu, çocukluğunuzun İstanbul’unu anlatır mısınız lütfen?

Ben doğma büyüme Kadıköylüyüm ama şimdi bana Kadıköy’ü anlat desen, benim anlatacağım Kadıköy değişti herhalde. Kadıköy âdeta benim vatanımdı. Annem babam da İstanbullu. Bunun için İstanbul benim için bir memleket gibi. Çok seviyorum İstanbul’u.

Kadıköy'ün neresinde yaşadınız?

Kadıköy’de çocukluğumda Altıyol civarındaydık, genç kızlığımda Suadiye’de. Evlendikten sonra Kadıköy’den ayrıldım.

Çocukluğunuzun İstanbul’undan neler kaldı aklınızda?

Bahçeli evler, çiçekler, güzel çocukluk, güzel komşuluk.

Sohbetlerde komşuluk konusuna çok önem verildiğini ve hep özlemle anıldığını gözlemliyorum.

Şöyle, ben insanları çok sevdiğim için hemen komşuluk yaratırım. Evlendikten sonra İstanbul’un birçok semtinde oturdum. Mesela, Ulus gibi sosyetik bir semtten komşularım hâlâ beni arar. Apartman görevlimizin çocukları, büyüdüler evlendiler, beni hâlâ ararlar. Nişantaşı’nda komşuluğum güzeldi. O bir insan iletişimi. Ben komşudan beklemem, evvela ben merhaba derim, buyurun bir kahveye derim, o ortamı yaratırım. İnsanları sevdiğim için. Onun için ben hiç komşuluk sıkıntısı çekmedim.

Biraz da iş yaşamınızdan bahsetmek isterim. Siz gazetecilik dalında ve halkla ilişkiler konusunda çok başarılı işlere imza atmış bir isimsiniz. Size en çok gurur veren işleriniz hangileri oldu?

Ben vefaya çok önem veririm. Ne değerli sanatçılarımız var isimlerini genç kuşaklara aktarmamız gereken. Mesela, her sene başarılı genç tiyatro sanatçılarına Vasfi Rıza Zobu Ödülleri veriliyor. Bu etkinlikte yaptığım görev beni her zaman gururlandırmıştır. Vasfi Rıza Zobu gibi büyük isimleri genç kuşaklara tanıtmayı kendime görev bildim.

Değerli gazeteci ve Türkçemizi en güzel kullanan sanatçılardan olan eşiniz Nedret Selçuker’in görevi nedeniyle siyaset ve sanat çevresinden de birçok dostunuz oldu değil mi?

Evet, Nedret Selçuker hep sesiyle öne çıktı ama aslında çok iyi bir gazeteciydi. Bir dönem Milliyet gazetesinin Ankara temsilciliğini yaptı ve o sırada Ankara’da yaşadık. Görüştüğümüz insanlar hep üst düzey insanlardı, rahmetli Adnan Menderes mesela, sonra önemli devletlerin büyükelçileri.

Yeniden İstanbul’a dönecek olursak, nasıl bir İstanbul hayal ediyorsunuz?

İstanbullulardan oluşan bir İstanbul hayal ediyorum. İstanbullu zariftir, kibardır, diğerkâmdır. Yoksa ben mi öyle gördüm acaba?

Buradaki yaşamınız nasıl?

Dört yıldır buradayım ve çok memnunum. Buraya çok yakında oturuyordum ama Sanatçı Yaşam Evi’nin varlığını bilmiyordum. Burası bir huzurevi gibi değil. Yönetim ve çalışanlar çok iyi, çok memnunum hayatımdan.

Sizin hazırladığınız kitaplar var. Sanatçı Yaşam Evi’nde de üretmeye devam ediyor musunuz?

Evet, daha önce Yan Çizenler diye küratörlüğünü yaptığım bir karikatür sergisindeki eserlerden oluşan bir kitabım var, ayrıca Ne Mutlu Atatürk’ü Tanıdım Diyene adını verdiğim ve Mustafa Kemal’i tanımış insanları anlattığım bir kitabım var. Son olarak Sanatçı Yaşam Evi’nde hazırladığım hem kendi hayatımdan hatıraları hem de buradaki dostlarımın anılarını anlattığım Damlayan Hatıralar kitabım yayımlandı.

Yani burada üretmeye devam ediyorsunuz, ne güzel. (Selma Hanım üç kitabını da imzalayıp bana hediye etti.)

Hülya Tozlu

HÜLYA TOZLU
YAZAR

Hülya Hanım, yazarlık sürecinizi anlatır mısınız lütfen bize?

Ben 40 yaşımdan sonra yazar oldum. İstanbul’a taşındıktan sonra. Annem ve dedem İstanbulludur benim, Selanik’ten gelmişler ama ben sonradan İstanbulluyum. Annemin nüfus kâğıdında doğum yeri majiskül (büyük harflerle) PERA yazardı. Kendisi radyo sanatçısıydı: Cahide Karamaden. Müzeyyen Senar’a abla diyecek yakınlıktaydı. Benim de toplam altı senelik bir müzik eğitimim var, enstrümanım olarak udu seçtim. Mustafa Sağyaşar gibi değerli hocalarım oldu.

Ama siz edebiyatı seçtiniz.

Evet, müzikle amatör olarak ilgileneceğimi biliyordum ama ilkokul üçten beri yazar olacağım diyordum. On üç yaşımda ilk şiirimi ve öykümü yazdım. Küçük yaştan itibaren Türkçeye de merakım vardı. İlkokul öğretmenimin başarılı öğrencisiydim. Dışarıdan gelenlere “Benim kızım bir konuşsun da dinleyin, ben onu avukat yapacağım” derdi.

Nasıl bir histi bu? Yani yazar olacağınızı nasıl hissettiniz?

Yaşadığım bazı travmalar beni yazar yaptı diyebilirim. Dışadönük gibi görünsem de fazla içedönük bir insanım ben. Duygularını kendi içinde taşıyan ve dışarıya yansıtmayan bir insanım. Bunları kâğıda döktüm ve belki de bu sayede edebiyat yönümü geliştirdim.

Öğrencilik yıllarınız nerede geçti?

Astsubay çocuğuyum. Babamın memuriyeti nedeniyle Anadolu’nun birçok yerinde okudum. Zonguldak, Adana, Ağrı, Babaeski, Lüleburgaz. Babam okumamızı çok istiyordu ve üniversiteyi İstanbul’da okumamızı hayal ediyordu. “Size bırakabileceğim en büyük miras eğitiminiz. Çalışmak, para kazanmak için değil boş adam olmamak için okuyun” derdi babam. Maalesef çok genç bir yaşta, kırk yaşında enfarktüs geçirip vefat etti. Çok özel bir insandı, ilk ve son aşkım derim onun için her zaman. Allah rahmet eylesin.

Birçok hikâye kitabınız ve romanlarınız var. İlk kitabınızı ne zaman çıkardınız?

1994’te. Çocuklarımın babası ve başarılı bir bürokrat olan eşimle evliliğimiz bittikten sonra İstanbul’a geldim. İstanbul’da yalnızdım ve tek isteğim bir yazar olarak hayatımı sürdürebilmekti. Tam yazar olmak konusunda bütün umutlarımı kaybettiğim bir anda bir tesadüf eseri yazarlık serüvenim başladı. Bir “köşe yazarı aranıyor” ilanına başvurdum. Burası dergi çıkarma hazırlığında olan bir yayıneviydi ve ilk kitabım buradan çıktı. Suskun Gri Kadın adlı ilk romanım yayımlandı. Boşanmış, dul bir kadın olarak, İstanbul’da kadının yerini, siyasi olarak nasıl konumlandırıldığını, nelere maruz kaldığını gözlemleyerek yazdım ilk romanımı. Cesurca yazdım. Kitap çok ses getirdi ve ilgi gördü.

Daha sonra?

Sonra bir çocuk romanı yazdım. Benim Akıllı Ayağım adını verdim. Kitap çıktığı dönemde İstanbul’da neredeyse gitmediğim okul kalmadı. Sonra devamını da yazdım, Benim Akıllı Ayağım 2. Aslında yetişkinlere de hitap eden bir eser oldu, sadece çocuklar için diye düşünmemek lazım. Çünkü toplum sorunlarını yazıyorum, insanların iç dünyasını sağaltıyorum ve romanlarımda herkesi kapsamaya çalışıyorum.

Osmantan Erkır İST için Sanatçı Yaşam Evi'nde ziyaretinde

Siz İstanbul'u nasıl yaşadınız?

Ben yürümeyi çok severim. Taksim’den Yeniköy’e kadar dört saat yürürdüm. Kalabalıkta yalnız olmayı çok severim, benim için güzel bir gözlem yapma imkânıdır yürümek. Balık tutanlar, deniz, temiz hava. Alabildiğine yürürdüm. Ne yorgunluk, ne saat, hiç bir şey aklımda olmazdı.

Şu anda da yazmaya devam ediyor musunuz?

Tabii ki. Son olarak dokuzuncu kitabım çıktı, ismi Aşkı Dağa Kaldırdılar. Yazmak bir sevda. Hiçbir zaman parayı amaçlayarak yazmadım. Sanatçı sadece parayı düşünürse sanatçı olamaz.

Peki buradaki imkânlarınızdan memnun musunuz?

Hem de çok. Hem yöneticilerimiz hem de personel çok iyi. Bakın size bir anekdot anlatayım: Bizim zaman zaman ziyaretçilerimiz olur. Bir süre önce hanımlardan oluşan bir grup, kısırlar, dolmalar yapmışlar, ziyarete gelmişlerdi sağ olsunlar. Bir ara içlerinden biri kulağıma eğildi “Size kötü davranıyorlar mı?” diye sordu. Ben hiç duraksamadan “Biz personele kötü davranıyoruz!” diye espri yaptım (kahkahalarla gülüyor). Günde dört öğün yemek, doktorlarımız, psikoloğumuz, bakıcılarımız ve başta yakışıklı müdürümüz Fatih Bey bize çok iyi bakıyorlar. Ayrıca müzelere, sergilere, pikniklere hatta Beyoğlu’na kokoreç yemeye bile gidiyoruz hep beraber ve en önemlisi üretmeye devam ediyoruz.

Hülya Hanım’a bana imzaladığı kitapları için çok teşekkür ederim.

Tahir Ulubayrak

TAHİR ULUBAYRAK
OYUNCU

Tahir Bey, ne kadar zamandır Sanatçı Yaşam Evi’ndesiniz?

Üç buçuk sene oldu. Ben aslen İzmirliyim ve 2014 yılına kadar İzmir’de yaşadım. Bir kalp ameliyatı geçirdikten sonra yeni bir hayata başlamak için İstanbul’a geldim.

Oyunculuk mesleğine ne zaman başladınız?

Ben aslında esnafım, elektronik tamirciliği üzerine ama elektronik öyle bir alan ki her gün kendini yeniliyor, kafa yetişmez. Örneğin bu cihazı (benim ses kayıt cihazımı gösteriyor) ben nasıl tamir edeyim? Bozuldu mu atıyorsun. Eskiden cihazları tamir ediyorduk, bir nevi geri dönüşüm gibi ama artık tamir etmek diye bir şey kalmadı. Baktım yetişemiyorum, mesleği bıraktım ben de. Daha sonra pazarlamacılığa başladım, çok güzel işimiz vardı, 1999 depremiyle beraber birçok iş gibi bizimki de bozuldu. Ne yapalım ne edelim derken, boş kalmamak için yeri geldi işportacılık yaptım, yeri geldi Millî Piyango sattım, yeri geldi camcılık yaptım. En son olarak da oyunculuğa atıldım. Tabii ki figüran olarak başladım, bir tarafdan da servis şoförlüğü yapıyordum. Hem öğrenci hem de fabrikalara çalışanları taşıyordum. Kalp ameliyatı geçirince servis şoförlüğünü bırakmak zorunda kaldım.

İstanbul’a gelmeye o dönemde mi karar verdiniz?

Evet, oyunculuğa devam etmek istiyordum, şansımı İstanbul’da denemek istedim. Geldiğimde işler çok yolunda gitti. Ha ada iki üç defa setlere gidiyordum. Para da çok güzel geliyordu. Sonra işler bıçak gibi kesildi, hâlâ da kesik.

Şu anda çalışıyor musunuz?

Tabii, çalışabiliyorum ama ezber sorunum var artık. Baştan açık açık söylüyorum sufleli çalışabiliyorum diye. Kabul eden oluyor, etmeyen oluyor. Zaten son bir buçuk yılda gelen bütün işleri geri çevirmek zorunda kaldım. Pandemi sebebiyle çıkmadım buradan, çünkü çıktığım zaman buraya geri dönmek zorundayım, dönüşte test yaptırmam gerekiyor. Ertesi gün yine set oluyor, dönüşte yine test. Bu sebeple bu süreçte çıkmak istemedim.

Oyunculuk kariyerinizde sizi en mutlu eden projeler hangileri oldu?

Yunus Emre adlı projede iyi bir performansım oldu, Alev Alev projesini unutamam, ayrıca Kavak Yelleri’nde de rol aldım. Rollerimden hep keyif aldım.

Bunca değişik meslek deneyiminden sonra oyunculukta karar kıldınız, demek ki içinizde varmış.

Evet, çok küçük yaştan itibaren oyunculuğa merakım vardı. Daha kısa pantolonla gezerken arkadaşlarıma kendimce roller yapardım. Emekli olunca hayatımın geri kalanını kahve köşelerinde geçirmek istemedim, bir şey yapmalıydım. Bir arkadaşım setlere gitmeye başladı, “Beni de götür” dedim. Figüran olarak başladık. Set ortamını tanıdık. Bana çok keyif verdiğini fark edince devam etmeye karar verdim.

Bir İzmirli olarak İstanbul’un nerelerini seviyorsunuz?

Gezmek için Sarıyer’i, iş içinse Şişli ve Mecidiyeköy’ü seviyorum. Bu iki semtte yapım şirketleri ve ajanslar var ve bize işler oralardan geliyor. Bir de bir set için ilk defa gittiğim Anadolu Kavağı’na bayıldım, harika bir yer. Akşam otur orada rakı balık keyfi yap (gülüyor).

Buradaki yaşamınızdan memnun musunuz?

Ben Pendik’te yalnız yaşıyordum. Sağlık sorunlarım artınca daha fazla yalnız yaşayamayacağımı anladım. Şimdi rahmetli olan gazeteci bir arkadaşımın tavsiyesiyle buraya başvurdum. Sanatçı Yaşam Evi’ne gelebilmek için sadece bir başvuru yeterli değil ya da sadece bir kişinin izniyle de buraya gelemiyorsunuz. Hakkınızda bir araştırma yapılıyor. Oyunculuğunuz araştırılıyor, IMDB, Sinematürk gibi sitelerden yaptığınız işler inceleniyor. Eğer tatmin edici sonuçlara ulaşılırsa davet alıyorsunuz.

İBB Sanatçı Yaşam Evi
İstanbul
IBB
Osmantan Erkır
Sayı 007

BENZER

Oyuncu Serkan Keskin, hepimizin aşina olduğu bir yüz. Başrolünden yardımcı rolüne sevdiği her rolü gocunmadan kabul eden ve büründüğü her karakterin altından başarıyla kalkan bir sanatçı. Serkan Keskin pandemi günlerinde İstanbul’dan uzaklaşmak yerine evinde kalmayı tercih etti. Burada olmak ona göre üretmek için bir fırsattı. Bu fırsatı kâh çevrimiçi konserler vererek, kâh evini sete dönüştürüp film çekerek değerlendirdi. Mart ayında başrolünü üstlendiği ve yönetmen Reha Erdem’in imzasını taşıyan Seni Buldum Ya! adlı “online” film ile karşımıza çıkıyor.
Marmara Denizi dünyanın en genç ve en nevi şahsına münhasır denizi. Korkulan o ki, artık ondan bahsederken geçmiş zaman kipi kullanıp “deniziydi” demeye başlamak zorunda kalacağız. Zira bu yılın ilkbaharında deniz yüzeyini kaplayan köpüğümsü tabaka “müsilaj” sayesinde Marmara Denizi’nin kanser olduğunu, kanserin yıllardır uzmanlar tarafından yapılan uyarıların dikkate değer görülmeyip önlem alınmadığı için iyice ilerlediğini ve oldukça büyük kısmında hayatın sona erdiğini öğrendik. Yarın cenazesinde buluşmak istemiyorsak biz bireyler olarak ne yapabiliriz, sorumlular ne yapmalı, nerede hata yaptık, geriye dönüşü var mı, diğer çevresel felaketlerle ilişkili mi diye uzmanlara danıştık.
10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü 1948 yılından bu yana bütün dünyada hatırlanıyor. Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni 10 Aralık 1948’de Paris’te yaptığı genel kurulda kabul etmişti. İmzacı ülkeler arasında Türkiye de vardı. Ama o atılan imzalara pek fazla riayet edilmedi. Ülkemiz dünyada bu alanda en kötüler arasında yer alıyor. 10 Aralık İnsan Hakları Günü münasebetiyle siyasetin 90 yaşındaki çınarı Hüsamettin Cindoruk İST’in sorularını yanıtladı.