Bir yere devamlı gidip gelen kişiye müdavim diyoruz, malumunuz... “Devam” kelimesinden türetilmiştir ve korkarım inceliklerini ve çoğu adresini tüketmeye yüz tutmuştur “müdavimlik” müessesesi; en azından benim açımdan...
"Benim açımdan” diyerek ve konuyu affınıza sığınarak kişiselleştirerek, bir anekdot ve kelimenin hayatıma girişini aktarmak için fırsat kapısını aralamış oluyorum...
Henüz çok gençken, “kendi başımıza dışarıya çıkabilecek yaşa” henüz erişmişken Şişli’de birlikte büyüdüğüm bir grup arkadaşımla “müdavim” adını verdiğimiz ve zamana/şartlara yenik düşen, Pangaltı’daki o küçücük lokantadan bahsetmek isterim.
Şimdi üstünde bir otel yükselen, Pangaltı Tan Sineması’nın arka tarafındaki lokantanın adı Bolu Çamlıbel Lokantası idi.
Hafızam “Acaba Bolulu Çamlıbel Lokantası mıydı?” diye sinyal çakıyor fakat ne yapalım? Devam edelim…
Beyazıt dolmuşlarının kalktığı noktaya yakındı. Öğlenleri bir esnaf lokantasıydı; akşamları ise müdavimlerin sessizce, farklı yollardan akıp geldiği bir minik sığınak…
Bir kayınpeder ve damat tarafından işletilirdi ve enfes tencere yemekleri yapardı.
Henüz çok gençtik demiştim ya… Gençliğin verdiği müthiş bir cesaretimiz ama aynı zamanda ayağımızı yere bastıran bir orta/alt sınıf ahlakımız vardı.
Bizden yaşça epeyce büyük olan (o zamanlar herkes bizden büyüktü) müşterilerin çeşitliliği büyüleyici ve edebî bir hava katardı duvarları kireç boyalı, radyoda hep Türk Sanat Müziği çalan mütevazı mekâna…
Bir devlet bankasının içkiye biraz fazlaca düşkün, dili zamanla açılan şube müdürü de gelirdi, ezberinden hayranı olduğu Puşkin’in şiirlerini okumayı seven ve dalıp gittiği yerlerden gür sesiyle “Aleksandıııır Puşkiiin!” diye bağırarak dönen fırıncı da…
Toplasanız, çarpsanız 10-15 kişinin sığdığı lokantaya harçlıklarımızdan veya çıraklık maaşımızdan artırdığımız para ile haftada bir veya 15 günde bir giderdik.
Adını “müdavim” koymuştuk kelimenin eskiliğine, melodisine, şiirselliğine ve derinliğini bilmesek de saygı uyandıran çağrışımlarına düşerek…
Gerçekten de müdavimliğin esaslarını o küçücük lokantada öğrendik.
Saygıyı, sevgiyi, mekânla insan arasında bağ kuran kültürü ilk orada tanımıştık.

Bir süre sonra biz de müdavimdik… Diğer müşterileri isimleriyle/unvanlarıyla/lakaplarıyla tanır hale gelmiştik.
Gittiğimizde hep oturduğumuz bir köşemiz vardı, ne yenilir/ne içilir kısmını çözmüştük ve daha önemlisi gediklilerin muhabbetlerine toyluğumuza rağmen eşlik edecek konuma erişmiştik.
Hayat hepimizi başka yollara çektiğinde bile orada buluşmaya devam ettik zaman içinde…
İnsan/mekân ilişkisini kendimizce çözmüştük fakat “zaman/mekân/insan” denkleminin içinde hepimiz kaybolduk yıllar içinde.
Şimdi yerinde yeller esen o küçük lokantadan devraldığımız genetik kodlama elbette içimizde yaşamaya devam etti.
Başka lokantaların, başka semtlerin, başka kahvehanelerin, parkların, sinemaların vb. müdavimleri olduk, başka müdavimlerin hayatlarına eklemlendik…
Bu çağda, hele bugünkü hızda müdavimlik müessesini yaşatmak ne kadar güç biliyorum…
Yıllarca gittiğimiz mekânlar farklı nedenlerden kapandı yahut başkalaştı, dönüşüme uğradı, artık müdavimlik mukavelesi kendini imha etti vesaire vesaire.
Müdavimi olduğum ve her gittiğimde aradıklarımı bulduğum yerlerin sayısı bugün iki elin parmak sayısına erişmeyecek düzeyde…
Zaman, şartlar, insanlar değişiyor; cebimizdeki adres defterinin sayfaları kaderin üfürdüğü rüzgârla dağılıyor ve biz elimizde kalanlara tutunmaya çalışıyoruz…
Ruhu besleyen, her gittiğimizde kapısını açan bir dostun evi gibi karşılandığımız, yara sardığımız, neşesine ortak olduğumuz, hayatın yükünü başka müdavimlerde omuzladığımız dükkânların ışıkları sönmeden buradan selam çakmaya çalışacağız zaman içinde diye umuyorum.
Ve sevgili İstanbul’umun sevgili vatandaşlarına; Çemberlitaş’taki Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne; başta Kimene olmak üzere tarihi Çiçek Pasajı’ndaki restoranlara; kısaca tüm müdavim mekânlarına sıcak bir merhaba yolluyorum.
Merhaba…