Meğer komşular haklıymış!

Fotoğraf
Barış Açarlı
27 Şubat 2021 - 12:15

İnsan yaşadığı yere benzerdi eskiden. Şimdiyse yaşadığı yeri kendisine benzetmeye çalışıyor. Hiç kimse bu şehirden güzel olmadığından mıdır nedir, ne yapılsa sırıtıyor. En çirkin yapılar bile bozamıyor bu şehrin güzelliğini. Bu güzel şehrin en güzel yerlerinden biri de kuşkusuz Suriçi. Yani eskilerin “gerçek İstanbul” dedikleri yer.

İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde doğduğumdan ve göbek bağım oralarda bir yere gömüldüğünden midir nedir bilmem ama asla kopamadığım bir yer oldu Samatya. Öyle ki, rüyalarımda gördüğüm tek ev Samatya’da yaşadığım ev oluyor. Doğumumdan sonra dört yıl kadar Küçüklanga’da oturmuşuz. O yaşlar çocukluğumun hatıralarımda en yeri olmayan kısımları olduğu için pek fazla bir şey hatırlamıyorum. Ardından, bizimkilerin sitede oturma aşkıyla Soğanlı’ya taşınmışız. Dört binanın yan yana dikilmesiyle site olma şerefine nail olduğu zamanlar tabii. Oysa her yağmurda su basan, normal zamandaysa suyu akmayan bir kenar mahalle.

Babam...

Babam oto lastikçiydi. Yedikule Sur Kapısı’ndan girince sol kolda kalan Yedikule Oto Lastik. Her gün gider gelirdi o yolu. Bazı geceler alkollü gelirdi. Bir keresinde sokağa kadar geliyor. Arabayı park ediyor. Kapıyı açıyor ama gerisini getiremiyor. Arabanın içinde sızıp kalıyor. Tüm site Ferdi Tayfur şarkıları dinlerken annemle beraber inip babamı yukarı taşıyoruz, yatağına yatırıyoruz. Sabah olanları anlattığımızda babamın rengi değişiyor. “Ben nasıl geldim onca yolu hiç haberim yok. Araba yolu ezberledi de kendi geldi herhalde. Hayır, kendimi geçtim, başkasına da zarar verebilirdim” diyor babam. Bu bilinçli ve duyarlı davranışından çok etkileniyoruz. “Ama yok. Bu böyle olmaz” diye devam ediyor babam. Annemle beraber babamın alkolü bıraktığını açıklamasını beklerken, babam birdenbire “Taşınıyoruz!” diyor. Ve biz yeniden dönüş yapıyoruz Suriçi’ne.

Topkapı ile Yedikule arasındaki surlarda oyun oynayan çocuklar (2004)

İlkokulu Yedikule’de okudum. Sur dibindeki dükkânlarda lastikçi, motorcu, kaportacı çıraklığı yaptım. Bitişik nizam, az katlı ve iç içe binalardaki insanlardan komşuluğu öğrendim. Her bayramın ayrı bir şenlik olduğu zamanlar. Kurban eti, aşure, paskalya yumurtası ve çöreği. Farklı kültürler bir araya geldiğinde kendine has bir kültür oluşturuyor. Bir çocuk olarak tüm bunlar benim normalimdi. Yardımlaşma ve dayanışmanın cümle içinde kullanılmasına gerek kalmazdı. “Zehra Abla ellerim bulaşık, çekiversene şunun kulağını” diyerek komşusundan yardım isteyen annelere sahiptik sonuçta. Kazlıçeşme’de, Çukurbostan’da ve hatta Yedikule surlarının içinde top oynadım. Şimdi neredeyse kalmayan Küçüklanga ve Yedikule’deki bostanları gördüm. İnsan yaşadığı her an tarihe tanıklık ediyormuş meğer.

İlk aşkların, yarım kalmışlıkların, kayıpların ve en mutlu günlerin simgesidir bende Yedikule Sur Kapısı. Ortaokulun son senesi, bir pazar gecesi “Baban öldü” dediler. Zaten sevmezdim pazar günlerini. Artık her dakikasından nefret eder oldum. Sabaha karşı Samatya’daki evden çıkıp Yedikule’deki dükkâna son kez gittim. Bir daha o yolu yürümemek için liseyi Yedikule’de değil Kocamustafapaşa’da okudum. Aslında lise okumak gibi bir düşüncem yoktu. Evin erkeği olarak çalışacak, annem ve kız kardeşime bakacaktım. Okulların açıldığı gün kayıt yaptırmadığımı söyleyerek bu düşüncelerimi annemle paylaştım. Annem gözyaşlarına hâkim olamadı. Benimle gurur duymasını beklerken, annem beni sağlam bir dövdü. Ama ne dövmek! Terlikten oklavaya, oklavadan süpürge sapına kadar uzanan bir süreç oldu bu. Ardından Kocamustafapaşa Lisesi’ne gittim ve tüm olan biteni müdür yardımcısına anlattım. “Annenin ellerine sağlık” dedikten sonra kaydımı yaptı da eğitim sistemi benden mahrum kalmadı.

Lisenin son senesinde bu sefer Küçükçekmece’ye taşınmak zorunda kaldık. Okul değiştirmek, arkadaşlarımdan ve semtten uzaklaşmak demekti. O yüzden bir sene boyunca Küçükçekmece’den Kocamustafapaşa’ya gidip gelmeye devam ettim. Sirkeci-Halkalı arası eski banliyö treni okul servisim olmuştu. En kolay hangi istasyondan kaçak binilir, en kalabalık hangi saatlerdir ve en boş vagon hangisidir ezberlemiştim. Ama lise bitti, Suriçi’nden uzaklaştım.

Para kazanmaya başladıktan sonra ilk işim Samatya’daki evime dönmek oldu. Çatısı akan, kırık bir doğalgaz sobasının ısıttığı, fersiz sokak lambasının aydınlatmaya çalıştığı o evde kurdum en güzel hayallerimi. Şu an hayata geçen ya da sırasını bekleyen tüm hikâyeler orada yazılmaya başlandı. Çocukluğumdan geriye tek kalansa köşedeki müstakil evdi. O da sahibi öldükten sonra yandı. Ya da yakıldı. Çünkü güzel şeylerden geriye hiçbir iz kalmamalıydı.

Burak Aksak

Filmde kendi çocukluğumu anlatmışım

Bana Masal Anlatma filminde çocukluğumu anlatmışım. Bunu çekimlerden önce mahalledeki dükkânları konumlandırırken fark ettim aslında. Kahvenin karşısında lokanta, lokantanın yanında kaportacı. Durup baktığım yerse bizim dükkân. Bu film benim ilk profesyonel yönetmenlik deneyimim sayılır. İlk kez bu kadar kalabalık bir set ve hummalı bir çalışma gördüm. Neyse ki setin ilk günü Yedikule’deydi. Sabah sete gittim ama kimseyi tanımıyorum. Kimse de beni tanımıyor. Her an biri çıkıp “Şşş birader çekilsene ayak altından” diyecekmiş gibi bir hava hâkimdi sette. Set hazırlanırken bizim eski dükkânın yanındaki kahveye gittim. Çay söyledim. Elindeki çayları dökmeden dükkâna götürmeye çalışan çocukluğum geçti yanımdan. Geçerken de “Halledersin, merak etme” dedi. “Bardağa bakma lan, bakarsan dökersin. Önüne bak... Gelmiş bana gaz veriyor pislik” diyerek çıktım kahveden. Ama haklıydı. Merak edecek bir şey yoktu. Sonuçta insan kendi hikâyesini anlatırken ne kadar zorlanabilirdi ki?

Suriçi’nde sıkışıp kalmış insanlarız. Sanki bu surları bizi buraya kapatmak için yapmışlar. Buranın dışını pek bilmeyiz. Dünyanın nasıl bir yer olduğunu bize sunulan kadar biliriz sadece. Zaman değişir, insanlar değişir, dünya değişir ve kimse bize bir şey sormaz. Unutmuş gibidir bizi. Fazla hayal de kurulmaz burada. Biliriz ki kurduğumuz her hayal, hüzün olup çarpar suratımıza. Hiç tanımadığımız, belki de hiç karşılaşmayacağımız adamların kararları değiştirir hayatımızı. Başkaları tarafından şekillenirken hayatımız, sesimiz çıkmaz. Demleniriz sadece. Çünkü birbirimizden başka kimsemiz yoktur. Çünkü dostuz, çünkü âşığız, çünkü yalnızız. Suriçi’ndeyiz işte. Hepsi bu kadar.” - Bana Masal Anlatma - 2015

Şimdi Beyoğlu’nda eski zamanlardan kalma bir mahallede oturuyorum. Bitişik nizam, az katlı ve iç içe binalardaki komşuluklar. Çocukların akşama kadar top oynadığı bir çıkmaz sokak. Ve şu an anlıyorum ki, bu o kadar da güzel bir şey değilmiş. “Sessiz olun!” diye bağıran, topumuzu kesmekle tehdit eden, üzerimize su dökmeye çalışan komşular meğer çok haklıymış. Canından bezdirmişiz insanları zamanında. Millî bayramlarda okul bandosuyla beraber tüm sokaklarını yürüdüğümüz bir semt gibi olamaz hiçbir yer, evet, ama insan yine aynı insan. Her ne kadar birbirinden uzaklaşmış gözükse de aynı duyguları yaşayan insanlarız. Unutmamak gerekir ki, nefes aldığımız her an tarihe tanıklık ediyoruz. Yarın özlemini duyacağımız bugünlerin tadını çıkarmak ve bu güzel şehrin tüm sokaklarını son kez görüyormuşçasına yürümek gerek.

Burak Aksak
Leyla ile Mecnun
50 Metrekare
Netflix
TV
Dizi
Samatya
Suriçi
İstanbul
Sayı 005

BENZER

Yılbaşı, duygusal çağrışımı güçlü kelimelerden biri... Sözcüğün kendisi yenilik, değişim ve umut vaat ediyor. Yeni yılın heyecanını bazen bir oyuncak vitrininin önünden geçerken, bazen her bir rakamına ayrı umut bağladığımız bir piyango biletini cüzdanımıza atarken yaşıyoruz. Yeni bir yılın daha kapısı aralanmışken mazinin yılbaşı atlasındaki enteresan olayları bizlere Cengiz Kahraman hatırlatıyor.
Foto muhabiri Faik Şenol’un (1912-1981) binlerce fotoğraftan oluşan koleksiyonu geçtiğimiz yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından koruma altına alınmıştı. Biz de İST’in her sayısında büyük üstadın objektifinden İstanbul’un anılarla yüklü geçmişine bir yolculuk yapıyoruz. Bu sayımızda Faik Şenol’un deklanşöre bastığı ‘o an’ın tanıklığını Hikmet Feridun Es’in güçlü kaleminden okuyoruz.
Resimde, müzikte, fotoğrafta ve sinemada sonbahar duyarlılığı, romantizmi ya da duygusallığı sık sık işlenir. Bu yazıda seçtiğimiz örnekler üzerinden Türk sinemasında 1960’ların sonbahar esintilerinden bahsetmek istiyoruz. Tabii bize göre...