Bu, bir yarışma değil, dedi Öz. Kemik çerçeveli kahverengi gözlükleri, 1920’lerin siyah beyaz Fransız karikatürlerini hatırlatan zarif, kemerli burnunun ucunda duruyordu. Gözlüğü geri itti. Devam etti. Buraya dedikodu yapmaya, birbirimizi yargılamaya, hor görmeye gelmedik, dedi vurgularına dikkat ederek. Üstünlük taslamıyordu, ancak toplantıyı yönetme görevi ona verilmişti işte. Görevi ciddiye alıyordu.
- Hepimiz aynı durumdayız, değil mi? Öyleyse birbirimize hikâyelerimizi anlatalım. Ortak mesajı paylaşalım. Korkularımızdan arınalım.
Korku kelimesini duyar duymaz suratlarımızdan acelesiz gölgeler geçti. Hâlâ korkuyoruz, diye düşündüm. Hâlâ korkuyorum.
Öz'ün önünde oturduğu duvarda asılı takvim 14 Şubat’ı gösteriyordu. 14 Şubat Sevgililer Günü’nde şiddet, taciz, tecavüz ve bağımlılık gibi sorunlarla, travma sonrası stres bozukluğuyla, zihinsel ve fiziksel hastalıklarla baş eden kadınların bir araya geldiği destek grubumla buluşmayı tercih etmiştim. Bir seneye yakındır tek boynuzlu at gibi yaşamıyor, her şey normalmiş gibi davranmıyor, gerçeklerle yüzleşiyordum. Hayatım kökten değişiyordu. Sonunda...
Gür, heyecandan titreyerek kayan yıldızlardan bahsetmeye başlayıverdi bir nefeste. Bir zamanlar Tanrı’nın varlığına inanmadığını, kainatla hiçbir bağlantısının olmadığını, o zamanlarda kayan yıldızları kimin var ettiğiyle ilgilenmediğini ve ilgisizliğin onu değersizleştirdiğini anlatıverdi. Sekiz gün sonra ameliyat olacaktı. Sonunda hep hayal ettiği kadına dönüşmek için atması gereken son adımı da atacak ve doğduğundan beri hissettiği gibi yaşayacaktı. Korkuyordu.
- Elbette çok korkuyorum ancak korktuğum için hayalimden vazgeçmeyeceğim. Beklentilerimi iğne deliğinden geçecek kadar küçük tutmayı öğreten hayatla mücadele etmeyi bıraktığım için kendimi iyi hissediyorum. Bugüne kadar bana kötü davranan, ruhuma ve bedenime saldıran, varlığım üstünde tahakküm kuran herkesi affediyorum. Başta kendim olmak üzere...
Ben ona bakıp kim bilir ne kadar dışlandı, aşağılandı, işsiz kaldı diye burjuva bir merhamete bürünürken, ekledi:
- Benden başka kimse ben olmayı bilmiyor. Kendime ve evrene, kendimle ilgili gerçekleri öğrenmeyi borçluyum.
Sonra, cebinde üç yüz lirayla İstanbul’a taşınan Gün, fahişelik yaptığı, uyuşturucu kullandığı ve kızının babasını alkol yüzünden kaybettiği günleri anlatmaya başladı. Babasından gördüğü şiddetle başlayan ve temizlenmeye karar verene kadar güçlenerek uzayan otuz altı senelik şiddet zincirinin etkilerinden bahsederken gözleri doluyor, sesi titriyordu. Toparlandı. Şimdi satış temsilcisi olduğundan çünkü - kendisi olmadıkça - bir şeyleri satmaktan keyif aldığından ve kızıyla Tarlabaşı’nda iki odalı, tatlı bir evde yaşadıklarından bahsetti. Sık sulamak zorunda olmadığı bitkileri varmış. Böylelikle bitki öldürmenin vicdan azabını çekmiyorlarmış.
Beline uzanan kırmızı, gür saçlarının değdiği ince kollarında sallanan gümüş bilekliklere ve parlayan dudaklarına baktığımda ne kadar güçlü olduğunu düşündüm. Öz’ün sesiyle odaya döndüm.
- Çok genç, çalışkan ve güzelsin Gün. Umutsuzluğa kapılmaya gerek yok tatlım. Seni seviyoruz.

Paranoya ve bipolar teşhisleriyle nasıl baş edeceğini senelerce bilemeyen Lerin, hastalıklarının genetik olmasından ve kendisini terk eden annesinin kanından ona geçmiş olmalarından nasıl nefret ettiğini ve bu nefretin onu nasıl tükettiğini anlattı. Hangi anne çocuğunu deliliğiyle baş başa bırakıp giderdi? Annesi neden gitmişti? Onu sevmeye değer bulmamış mıydı? Kafasının içinde yankılanan acı verici sorularla geçen onca zamandan sonra doktora gitmiş, doğru ilaçları kullanmaya başlamış ve mesleği olan çevirmenliğe dönmüştü.
“Neden ben?” diye sormak yerine “Ne yapabilirim?” diye sorduğu ve bu destek grubunu bulduğu için müteşekkirdi. Sevgililer Günü’nü bir grup mücadeleciyle geçirmenin ona heyecan verdiğini ekledi ve sustu.
Kafatasını parçalayan kocasından ayrılmayı başaran Yakın, kendisiyle ilk kez birkaç gün önce gururlanabilmişti. Aramızda şiddetle yaşayanlar varsa onlara yardım etmek istediğini söyledi. Senelerce zehirli bir ilişkinin keskin pençeleri arasında kıvranmıştı. Kocasının onu sevdiğini ancak travmaları sebebiyle onu öldürmeye çalıştığını; ilişkilerinin düzelebileceğini, birlikte iyileşebileceklerini zannederek tam yedi sene geçirmişti. Defalarca hastanelik olmuş, iç kanama geçirmiş, üç kere düşük yapmış ve tüm ailesinden, arkadaşlarından uzaklaşmıştı. Ona baktığınızda ülkenin ileri gelen tasarım okullarından birini dereceyle bitiren umut dolu genç kadını görmeniz imkânsız gibiydi.
- Bazen kendimle barışmış haldeyim. Odaklanabiliyorum. Çizim yapıyorum. Müzik dinliyorum. Film izliyorum. Bazen öyle olmuyor ve kabul ediyorum. Senelerce kabul ettiklerimden sonra, ruh durumumdaki iniş çıkışları kabul etmem gerektiğini kabul ediyorum. Suratımdaki, bedenimdeki izleri... Dökülmüş saçlarımı... Kırık tırnaklarımı... Toparlanacağımı biliyorum çünkü buradayım. Yardım istiyorum. Korktuğumu inkâr etmiyorum. Sorunlarımdan kaçmıyorum. Teşekkür ederim kızlar.
Sesi, ellili yaşlarının sonlarındaydı. Saçlarının sarı boyası akmış, inatçı beyazları görünür olmuştu. Kalender biriydi. Hayatını yönetemediği seneler boyunca bilmediği bir güce yalvardığından ve sürekli umut taneciği aradığından bahsetti. Onu derinden etkileyen bir trafik kazasından beridir içmiyordu. Her sabah bu destek grubunu bulduğu için dua ediyordu. Toplantılara gelmeye başladığı günlerde etrafındakilere bakıp “Kim oluyorsunuz da beni onaylıyorsunuz?” ya da “Beni doğru dürüst tanımadığınız halde nasıl sevebiliyorsunuz?” gibi kaba sorular soruyormuş. Yabancıların kibarlıkları ve candan alakalarının hak edilmesi gerektiği fikrinden kendini sevdikçe uzaklaşmaya başlamış. Kendisini büyüten sütannesi, sınavdan 95 aldığında “Neden 100 değil?” diyerek onu karanlık banyoya kilitleyen biriymiş. Çocukların acımasız insanlarla büyümedikleri bir dünya hayali olduğunu söyledi ve şunu sordu bize:
- Sevgiyi hak etmek için bir şey yapmamız gerekir mi?
Bizim, bunca senedir yaşadığı tüm sorunların ortak paydasının bizzat Bizim olduğunu söyleyerek başladı konuşmasına.
- İnsanları önce çok seviyor, sonra onlardan hızla nefret ediyordum. İlk hatalarında... Beceriksizliklerinde... Sakarlıklarında... Unutkanlıklarında... Aynı ilişkiyi başka vücutlarla yaşayıp duruyordum. Beyaz atlı bir prens ya da prenses gelip beni kurtarsın diye bekliyordum. Çok para kazanırsam, başarılı olursam, insanların takdirini ve beğenisini toplarsam her şeyin yoluna gireceğine inanıyordum. Öyle olmadı. Nereden mi biliyorum? İstediğim her şey oldu ve ben yine de .ok çukurunun dibindeydim. Aynı herifin bana iki kere tecavüz etmesine izin verdikten sonra bunun böyle devam edemeyeceğini anladım ve kalıcı bir çözüm bulmaya karar verdim.
Yakın arkadaşı sayesinde bu grubu bulduğunu anlattıktan sonra, başta yakın arkadaşı olmak üzere hepimize karşı şükran dolu olduğunu söyleyerek konuşmasını sonlandırdı.

Toplantıya kuru pasta yemek, kahve ve sigara içmek için ara verdiğimizde, bugüne kadar başıma gelen tüm fenalıkları ömrümün sonunda gözümün önünden akmasını beklediğim film şeridi gibi kurgulamaya başladım. Kurgu şu soruyla kesintiye uğradı:
Aynaya bakıp yüzüme gülümsedim mi?
Kendimi doğduğum yerden, ailemden, eğitim seviyemden, ilişkilerimden, işimden gücümden, yeteneklerimden, eşyalardan ve tarihten bağımsız sevdim mi? Kendimi tatile götürdüm mü? Balkonda huzurla bir çay içtim mi? Göğe baktım mı? Şarkı mırıldanarak yürüdüm mü? Mahalledeki sokak hayvanlarını besledim mi? Kuşlara ekmek verdim mi? Balıklara yem attım mı? Aç ve evsiz insanlara çorba dağıttım mı? Sokakta utanmadan sarılıp öpüştüm mü? Dostların hatırını sordum mu? Alınıp satılamaz değerler var ettim mi? Uyandığım için dua ettim mi? Egomu söndürdüm mü? Kontrolü bıraktım mı? Aşka teslim oldum mu? Bana kendimi önemsiz, değersiz, yanlış, çirkin hissettiren insanlarla arama sınır çizdim mi? Kendime ait odayı çiçeklendirmek için en yakınlarımla bile arama sınır çizmem gerektiğini anladım mı?
Sınır. Bu kelimede durdu akış. Tüm bu kadınların ortak mesajı buydu. Sınır. Sınır çizmemiştik. Hayır dememiştik. Durdurmamıştık. Reddetmemiştik. Gitmemiştik. Asırlar boyunca ezberlediğimiz domestik yalanları kendimize ve sevdiklerimize söyleyip durmuştuk. Özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı ve irademizi bağlılık gibi görünse de bağımlılık olan bağlarla takas etmiştik. İyi bir evlat, anne, öğrenci, kadın, insan olmaya dair yalanları yalayıp yutmuştuk. Cinsiyetimizle sınırlandırılmıştık. Rahim hududunda vurulup düşmüştük. Birbirimizi ayağa kaldırmanın, omuz omuza yürümenin kıymetini bilmemiştik. Tabaktaki yemektik. İkinciydik. Güçsüzdük. Naiftik. Seks oyuncağıydık. Köleydik. Üreme makinesiydik. Tahakküm objesiydik. Adamdan sayılmak için erkek fatma olsak iyi olurdu!
Mutluluk, eşitlik, huzur, adalet, sevgi, yuva... Güzel şeyler kırılıp dökülmüşlerdi. Varlığımızı, kimliğimizi, irademizi onarmamız gerekiyordu.
Mevzu, başkalarının tanımadığı biçimlerde iyi olmak olamazdı artık.
İnsan, çok boyutlu bir varlık. Bir anı diğer anını tutmayabiliyor. Türlü rahatsızlığı, hastalığı, zaafı var. Avokado tarlalarında mafya savaşları... En yozlaşmış ülke olmamak için birinci sırayı, ikincinin dış borçlarını kapatarak ona devreden ülke... Kadınların kürtaj haklarına karşı çıkan ve pedlere, tamponlara sürekli zam yapan erkek politikacılar... Çocuk ticareti... Derin internet... Darbe... Nükleer silah... Neticesinde, suya yakın toprak parçasının üzerine ev kurmak için kardeşini öldürmüş atalarının kanından geliyor insan. Doğaya, hayvanlara ve gezegene en acımasız, düşüncesiz ve katı davranan canlı türü. Kendine de bir ahtapota davrandığı gibi davranmış olması; kendini kayalara vura vura öldürmesi pekâlâ açıklanabilir bir durum.
Kendimi kayalara vura vura öldürmek istemiyorum ben. Ahtapot yemeyi de bırakıyorum. Hemen. Uzaktan tatlı kadın sesleri, gülüşmeleri geliyor. Kendime sevgili olmayı kuru pasta ve kahve ile kutlayacağım. Kalabalığın kümelendiği balkona doğru yürüyorum. Kendimden bile özgürleşmek muhteşem eylem.